Muhterem Okuyucularımız;
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve 'Doğrusu ben müslümanlardanım.' diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet: 33)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır, Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilleridir. Allah-u Teâlâ bunları Kudsî ruh'la desteklemiş, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu takmış ve bu vazife ile vazifeli kılmıştır.
"İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imrân: 104)
Hakk'ı bilenler ve hakikati söyleyenler bunlardır.
"Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar." (Bakara: 269)
O'nun duyurduğundan başka kimse bunu bilmez.
Sen ise bilmiyorsun, çünkü görmüyorsun. Biliyor gibi hareket ediyorsun. Yanlış bir söz söylersin, çukura düşersin, batarsın gidersin, seni kimse kurtaramaz.
Görülüyor ki her şey ihsan-ı ilâhî iledir, mahlûka âit hiçbir şey yoktur.
Dilediği bilgileri dilediğine lütfediyor, dilediğine nurunu akıtıyor. Bu lütufların hepsi kendisi için seçtiği ve kendisine çektiği kullarına mahsustur.
O Hayy ve Kayyûm'dur. O yaratıyor, her şey O'nunla kâimdir. Amma O'nu görmediğin için yaratılanlarda kaldın. O ise "Zâhir"dir. Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Yani her zerre olsun, her kürre olsun, O'nunla kâimdir.
O'nu gören, yani Allah-u Teâlâ'yı gören, bütün âlemleri O'nunla görür. Hepsinin bir örtüden ve kabuktan ibaret olduğunu görür. Örtüyü yaratan, her yarattığı şeye ayrı ayrı şekil veren, ziynetlendiren O'dur.
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için elbette deliller vardır." (Âl-i imrân: 190)
O semâvâtı da, yeri de yarattı. Geceyi gündüzü de O yaratıyor ve O yönetiyor. Hep O, vücud O, mevcut O...
Meselâ sen zannediyorsun ki sen sensin. Sen "Ol!" emrinden ibaretsin.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
Her şey Rabb'inin emrinden ibarettir. Amma sen bilmedin, bilemedin.
Ne güzel yarattı, âzâlarıyla donattı, en güzel bir biçim verdi. Öyle ki sen de kendini müstakil zannettin.
Ve fakat ruhunu çekince, verdiğini alınca, hani sen sendin?
Sen de O'nunla kâimsin, bütün yarattıkları da Allah ile kâimdir. Amma O görülmüyor, yarattıklarını görüyorsun ve orada kalıyorsun, kendi kendini de aldatmış oluyorsun.
Bir mahlûk ancak O'nun izniyle, kendisine verdiği akıl ve ilimle, kendisine verdiği nimetlerle bir şey yapabilir. Fakat verdiği nimetlerden onun aklını, gözünü, kulağını ve elini çektiği zaman o kul hiçbir şey yapamaz.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyûm'dur." (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)
Yaratılanlar Allah değildir, hepsi de "Lâ"dan ibarettir. Onları"Ol!" demekle yaratıyor. Hepsi de O'nunla kâim, O'nunla var. Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur.
Bütün bu hakikatlara rağmen, bir kimse çıkar da bunları inkâr ederse;
"Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur, O'na tevekkül ederim, O büyük arşın sahibidir." (Tevbe: 129)
Ve fakat Arş-ı Rahman da O'nunla kâimdir, insan da böyle, her şey böyledir. O var, O'nun ile var. Müstakil hiçbir şey yoktur. Var olanlar O'nun ile vardır, O'nun ile var olarak görülüyor. Her şey O'nunla kâimdir.
O Ehad'dır, her yarattığı O'na muhtaçtır. Hepsi de "Ol!" emrinden ibarettir.
Binaenaleyh;
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." (K. Hafâ)
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
O Ehad'dır.
Bütün yarattıkları "Ol!" emrinden ibarettir. Nurundan nurunu yarattı, o nur ile âlemleri yarattı ve donattı. O'ndan başka müstakil vücud yoktur. Vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir, O'ndan başka ilâh yoktur.
O Hayy ve Kayyûm'dur. O yaratıyor, her şey O'nunla kâimdir. Amma O'nu görmediğin için yaratılanlarda kaldın. O ise "Zâhir"dir. Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur.
Yani her zerre olsun, her kürre olsun, O'nunla kâimdir.
O'nu gören, yani Allah-u Teâlâ'yı gören, bütün âlemleri O'nunla görür.
Hepsinin bir örtüden ve kabuktan ibaret olduğunu görür.
Örtüyü yaratan, her yarattığı şeye ayrı ayrı şekil veren, ziynetlendiren O'dur.
Allah-u Teâlâ dilediğini seçer, dilediğini zâtına çeker, Kudsî ruh ile destekler. Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu da ona takar ve ihsan eder, dilediğini dilediğine vâris eder.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde:
"Ben seni seçtim." buyuruyor. (Tâhâ: 13)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın sırf kendi zâtı için yarattığı has kullardır. Onları ne dünya için ne ahiret için yaratmamıştır. Onlarda varlığın zerresi bulunmaz, var olan Allah-u Teâlâ'dan başkası aranmaz.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Şüphesiz ki insanlardan Allah'a yakın olanlar vardır." buyurmuştu.
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Bunlar kimlerdir?" diye sordu.
Buyurdular ki:
"Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah'ın has kullarıdır." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercümesi c: 16 sh: 541)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır.
Onlar, Kur'an ehli olmaları sebebiyle Allah-u Teâlâ'nın ilâhî hükmü mucibince hareket ederler.
Onlar Hakk ehlidir, halk ehli değil. Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhîdedirler. İrade ve arzuları olmaz, çıkacak hükm-ü ilâhîye tâbidirler.
Kendisi için yarattığı bu has kullar Hakk'tan gayrısını düşünmezler, Cenâb-ı Hakk da onların başka şeyle meşgul olmalarını istemez.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah dilediği kulunu zâtına seçer." (Şûrâ: 13)
Bütün bu lütuflar hep O'nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç şüphesiz ki bu lütuflara mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.
Bu Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki;
"Seni kendim için seçtim." (Tâhâ: 41)
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Rahman olan Allah'ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin ameline denktir." (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ kimi sevdiyse, kimi kendisine çektiyse bu ilâhî lütfa nâil olur. O seni bir anda çekiverir. Milyarlarca sene yürüsen bu lütfa nâil olamazsın.
•
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve 'Doğrusu ben müslümanlardanım.' diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?"(Fussilet: 33)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır, Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilleridir. Allah-u Teâlâ bunları Kudsî ruh'la desteklemiş, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu takmış ve bu vazife ile vazifeli kılmıştır.
"İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imrân: 104)
Hakk'ı bilenler ve hakikati söyleyenler bunlardır.
"Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar." (Bakara: 269)
O'nun duyurduğundan başka kimse bunu bilmez.
Sen ise bilmiyorsun, çünkü görmüyorsun. Biliyor gibi hareket ediyorsun. Yanlış bir söz söylersin, çukura düşersin, batarsın gidersin, seni kimse kurtaramaz.
Görülüyor ki her şey ihsan-ı ilâhî iledir, mahlûka âit hiçbir şey yoktur.
Dilediği bilgileri dilediğine lütfediyor, dilediğine nurunu akıtıyor. Bu lütufların hepsi kendisi için seçtiği ve kendisine çektiği kullarına mahsustur.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Onlarla O meşgul.
Hiç şüphe yok ki bu ilim beşer ilmi değildir, mahlûka âit değildir. O'nun akıtması, O'nun bildirmesi, O'nun göstermesi ile kâimdir.
"Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur." (Nûr: 35)
Allah-u Teâlâ Hâtem'ül-enbiya ve Rahmeten Lil-âlemîn olan peygamberine, insanlara şöyle buyurmasını emretmektedir:
"Resul'üm! De ki: 'İşte benim yolum budur. Ben Allah'a dâvet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar basiret üzerindeyiz.
Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.'" (Yusuf: 108)
O Ehad'dır.
Bütün yarattıkları "Ol!" emrinden ibarettir. Nurundan nurunu yarattı, o nur ile âlemleri yarattı ve donattı. O'ndan başka müstakil vücud yoktur. Vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir, O'ndan başka ilâh yoktur.
O Hayy ve Kayyûm'dur. O yaratıyor, her şey O'nunla kâimdir. Amma O'nu görmediğin için yaratılanlarda kaldın. O ise "Zâhir"dir. Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Yani her zerre olsun, her kürre olsun, O'nunla kâimdir.
O'nu gören, yani Allah-u Teâlâ'yı gören, bütün âlemleri O'nunla görür. Hepsinin bir örtüden ve kabuktan ibaret olduğunu görür. Örtüyü yaratan, her yarattığı şeye ayrı ayrı şekil veren, ziynetlendiren O'dur.
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için elbette deliller vardır." (Âl-i imrân: 190)
O semâvâtı da, yeri de yarattı. Geceyi gündüzü de O yaratıyor ve O yönetiyor. Hep O, vücud O, mevcut O...
Meselâ sen zannediyorsun ki sen sensin. Sen "Ol!" emrinden ibaretsin.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
Her şey Rabb'inin emrinden ibarettir. Amma sen bilmedin, bilemedin.
Ne güzel yarattı, âzâlarıyla donattı, en güzel bir biçim verdi. Öyle ki sen de kendini müstakil zannettin.
Ve fakat ruhunu çekince, verdiğini alınca, hani sen sendin?
Sen de O'nunla kâimsin, bütün yarattıkları da Allah ile kâimdir. Amma O görülmüyor, yarattıklarını görüyorsun ve orada kalıyorsun, kendi kendini de aldatmış oluyorsun.
O ise buyuruyor ki:
"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?
O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitar: 6-7-8)
O'nun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
"Hayır, hayır! Doğrusu siz dini yalanlıyorsunuz." (İnfitar: 9)
Onun içindir ki gururlanıp aldanıyorsunuz.
"Şunu iyi bilin ki, üzerinizde muhafızlık eden değerli kâtip melekler vardır. Onlar, yapmakta olduklarınızı bilir ve yazarlar." (İnfitar: 10-12)
•
Ve fakat O'nu gören, yani Hazret-i Allah'ı gören, O'nun gösterdiği kadar her şeyin hakikatini görür. Bir perdeden, bir kabuktan, bir örtüden ibaret olduğunu görür. Meğer O'nu örten hep bir örtü imiş.
Allah-u Teâlâ bir kulunun kalp kilidini açtığı ve içeride O'nun olduğunu gördüğü zaman; işte o zaman o kul da görür ki gerek kendisi ve gerekse yarattığı bütün âlemler hep O imiş. Her şey bir perdeden, bir kabuktan ibaret imiş, hepsi de "Ol!" emrinden husule gelmiş.
İsterse bir anda bütün âlemleri yaratmaya kâdirdir; murad ederse iki günde, altı günde de yaratmaya kâdirdir.
Yaratmak yalnız O'na mahsustur. Yaratılmış olan mahlûk hiçbir şey yaratamaz, âcizdir.
En küçükten en büyüğe kadar bütün yarattıkları bir araya gelseler; bir sivrisineği yaratamazlar, bir buğday tanesini yaratamazlar, bir yaprak tanesini dahi yaratamazlar.
Yaratmak Hâlik'a mahsustur. En küçükten en büyüğe kadar bütün mahlûklar her şeyden âcizdirler.
O, yarattığı şeye sadece "Ol!" diyor, oluveriyor. Ne murad etti ise o oluyor.
Bir mahlûk ancak O'nun izniyle, kendisine verdiği akıl ve ilimle, kendisine verdiği nimetlerle bir şey yapabilir. Fakat verdiği nimetlerden onun aklını, gözünü, kulağını ve elini çektiği zaman o kul hiçbir şey yapamaz.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyûm'dur." (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)
Yaratılanlar Allah değildir, hepsi de "Lâ"dan ibarettir. Onları "Ol!" demekle yaratıyor. Hepsi de O'nunla kâim, O'nunla var. Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur.
Bütün bu hakikatlara rağmen, bir kimse çıkar da bunları inkâr ederse;
"Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur, O'na tevekkül ederim, O büyük arşın sahibidir." (Tevbe: 129)
Ve fakat Arş-ı Rahman da O'nunla kâimdir, insan da böyle, her şey böyledir. O var, O'nun ile var. Müstakil hiçbir şey yoktur. Var olanlar O'nun ile vardır, O'nun ile var olarak görülüyor. Her şey O'nunla kâimdir.
O Ehad'dır, her yarattığı O'na muhtaçtır. Hepsi de "Ol!" emrinden ibarettir.
O ne doğurmuş, ne de doğurulmuştur. Zira doğma ve doğurma yarattıklarına âittir. O Allah ki, vardır, müstakil var olan O'dur, varlıkları yaratan O'dur. O'ndan başka müstakil ne vücud var, ne de mevcud. O, her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.
Hepsi O'nu tesbih eder, hepsinin tesbihi ayrı ayrıdır, hepsine ayrı tesbihini O öğretmiştir.
(Allah-u Teâlâ'yı noksan sıfatlardan tenzih etmek)
Tesbih; kulun îlahî buyruklara baş eğerek, Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan tenzih etmesi ve kemâl sıfatlarıyla O'nu övüp tâzimde bulunmasıdır.
O Allah ki, ortağı ve benzeri olmayan bir Allah'tır. Hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık da kendisine benzemez ve benzetilemez. Zerreden kürreye kadar ne varsa O'nun varlığı ile var olmuştur.
O'nun zâtı yarattığı varlıklara benzemediği gibi, sıfatları da mahlûkatın vasıflarına benzemez. Her cihetten tektir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Rabb'in dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir, yücedir." (Kasas: 68)
Tercih ve irade sadece O'nundur. Yarattıklarından hiçbirinin O'na karşı tercih hakkı yoktur. O'nun verdiği hükme hiç kimse itiraz edemez.
"Göklerin ve yerin Rabb'i, arşın da Rabb'i olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir." (Zuhruf: 82)
Bütün bu mükevvenâtın yaratıcısı O'dur. O tektir, birdir, O'nun benzeri ve dengi yoktur.
"Âlemlerin Rabb'i olan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Neml: 8)
Allah-u Teâlâ kendi zâtını, kendisine lâyık olmayan teşbih ve benzeri şeylerden tenzih etmektedir.
"Her şeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Yâsin: 83)
Her şeye sahip olmak Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. İnsanların bir şeye sahip olmaları hakiki değil, geçicidir.
Göklerin ve yerin anahtarları O'nun yed-i kudretindedir. Yaratmak da emretmek de yalnız O'na mahsustur.
"Senin çok üstün çok güçlü olan Rabb'in, onların isnâd etmekte oldukları vasıflardan münezzehtir." (Sâffât: 180)
Kuvvet ve kudretine karşı gelinmesine ihtimal bulunmayan Zât-ı kibriyâ, o müşriklerin, kâfirlerin isnad ettikleri eksik sıfatlardan münezzehtir, pek çok yücedir.
Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde; yerdeki ve gökteki, canlı cansız her şeyin Allah-u Teâlâ'yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
"Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O halim olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44)
Varlıklar; akıl sahibi olanlar ve akıldan mahrum olanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Akıl taşıyan varlıklar söz ve dil ile, akıldan mahrum bulunan şeyler de rivayete nazaran yalnız hâl lisanıyla Hakk Teâlâ Hazretlerinin vahdâniyet ve samedâniyetini, her türlü kusur ve noksandan münezzeh oluşunu ikrar ve itiraf etmektedir.
Zira yoktan meydana gelen bir âlemin mâhir bir sanatkâra ve büyük bir yaratıcıya, vahdaniyet ve samedâniyet gibi kemâl sıfatlarını kendinde toplamış ibadet ve tâzime lâyık bir zâta her cihetten ihtiyacı kati delillerle sabit ve apaşikârdır.
"Yerde ve gökte eğer Allah'tan başka ilâh bulunmuş olsaydı, ikisi de bozulup giderdi." (Enbiyâ: 22)
Âyet-i kerime'sinden anlaşılacağı gibi, varlıkların ister yıldızlar gibi yüksekte, ister hayvanlar ve bitkiler gibi yeryüzünde bulunsun; binlerce seneden beri değişmez ve sarsılmaz bir kaide ve hikmet üzere devam edegelmesi, Cenâb-ı Allah'tan başka bir ilâh olmadığına kati surette delâlet etmektedir.
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Göklerde ve yerde olanların hepsi; mülkün sahibi, mukaddes, azîz, hakîm olan Allah'ı tesbih ederler." (Cum'a: 1)
Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün varlıklar O'nun kudretine, azametine işaret ve şehâdet eder durur.
Buradaki "Yüsebbihu" kelimesi devamlılık ifade etmektedir. Yani her an, sürekli devam eden bir tesbihtir.
"Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah'ı tesbih ederler. Mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur. O her şeye kâdirdir." (Teğabün: 1)
O'nun her şeye gücü yeter. Bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece "Ol!" der, o da derhal oluverir.
Bugün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük galibiyetlere erdirmeye, zengin veya güçlü zannedilenleri zelil ve perişan etmeye kâdirdir. Dilemediği hiçbir şey de olmaz.
"Göklerde ve yerde olan kimselerle, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi duâsını ve tesbihini bilir. Allah onların yaptıklarını bilmektedir." (Nûr: 41)
İnsanlar, melekler, cinler, bitkiler ve cansızlar, havada kanat çırpan kuşlar O'nu tesbih etmektedirler. Bütün yaratıklar, hareketleri ve durmaları ile Allah-u Teâla'nın varlığına, birliğine, eksiklik şüphesinden münezzeh oluşuna fiilen delâlet edip durmaktadırlar. Hepsi O'ndan dilek diler, hepsi O'nu kendine göre takdis eder.
"Melekleri görürsün ki, Rabb'lerini hamd ile tesbih ederek arşın etrafını kuşatmışlardır." (Zümer: 75)
Allah-u Teâlâ'nın azamet ve kudretini zikir ile pek çok ruhânî lezzetlere dalmış olurlar.
Bu ilâhî beyanlar müminleri Allah-u Teâlâ'yı tesbih ve takdis etmeye teşvik etmektedir.
Tesbih, tevbenin anahtarıdır, hatta özüdür. Allah-u Teâlâ'yı tesbih etmek günahların bağışlanmasına vesiledir.
Âyet-i kerime'lerde tesbih, sarih olarak emredilmektedir:
"Çok büyük olan Rabb'inin ismini tesbih et." (Vâkıa: 74)
"O çok yüce Rabb'inin ismini tesbih et!" (A'lâ: 1)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime'ler nâzil olunca rükuda "Sübhane Rabbiyel Azîm", secdelerde ise "Sübhane Rabbiyel A'lâ" denilmesini beyan buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)
•
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ve askerleri (sefer sırasında) tepeleri tırmandıkça Tekbir getirirler, inişe geçince de Tesbih'te bulunurlardı.
Namaz dahi buna göre vâzedildi." (Ahmed bin Hanbel)
Yamaçlarda "Allah-u Ekber" diye tekbir getirirler, inişlerde "Sübhânellah" diye tesbihte bulunurlardı.
Rivâyet ayrıca namazdaki tekbir ve tesbihlerin de buna benzetilerek namazda yer aldığını belirtmektedir. Yani rüku ve secde hallerinde tesbih, rüku ve secdeden doğrulurken tekbir getirilmektedir.
•
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Rabb'ini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol!" (Hicr: 98)
Çünkü insan bu sayede ruhen inşirah bulur, içi nûrlanır, ilâhî lütuflara ve yardımlara mazhar olur.
•
"Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabb'ini hamd ile tesbih et.
Gece saatleri ve gündüzleri de tesbih et ki Rabb'inin rızâsına eresin." (Tâhâ: 130)
Allah-u Teâlâ'yı hamd ile tesbih etmek, müslümanın dünya saâdeti ahiret selâmeti elde etmesinin de vesilesidir.
•
"Günahının bağışlanmasını iste! Rabb'ini akşam sabah hamd ile tesbih et!" (Mümin: 55)
Gideremediğin eksiklikleri örtmesi için Rabb'inin mağfiretini iste. İbâdet ve taatların, hamd ve övgülerin devamlı olsun.
•
"Gecenin bir kısmında ve secdelerin ardından O'nu tesbih et!" (Kâf: 40)
Her namazı müteâkip Allah-u Teâlâ'yı tesbihte, hamd ve senâda bulun.
•
"Kalkarken Rabb'ini hamd ile tesbih et! Gecenin bir kısmında ve yıldızlar kaybolurken de O'nu tesbih et!" (Tûr: 48-49)
Sabaha yakın seher vakitlerinde uykuyu istirahati terk ederek uyanmak, ibâdet ve taat için hazır bulunmak din-i mübine bağlılığın nişanesidir.
•
"Gecenin bir kısmında O'na secde et ve O'nu geceleri uzun uzun tesbih et!" (İnsan: 26)
Gece karanlığında insanlar uyurken Rabb'ine münâcaata dalıp namaz kıl, geceyi çokça ibadetle geçir.
•
"Şüphesiz gece kalkıp ibadet etmek daha tesirli ve o zaman okumak daha elverişlidir. Çünkü gündüz seni uzun uzun alıkoyacak işler vardır."(Müzzemmil: 6-7)
Allah-u Teâlâ'yı tesbih edip şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih eden, O'nu kemâl ve cemal sıfatları ile tavsif eden bir müslümanı; umulur ki Allah-u Teâlâ ahlâk-ı zemimelerden, hayvânî sıfatlardan temizler.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İhsanın karşılığı ancak ihsan değil midir?" (Rahman: 60)
Güzelliğin karşılığı güzellik, güzel iş yapanın mükâfâtı güzel sevaptır.
Her şey O'nu tenzih ve tesbih ile senâ eder. Zira her şeyi O yarattı, her şey O'nunla kâim olduğu için, Allah'tan gayrı her şey O'na muhtaçtır.
Ve fakat bu gerçeği değil sizin anlamanız, değil sizin ilimleriniz, evliyâullah hazerâtının dahi anlayamayacağını "317. Mektub"unda İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri beyan etmiştir.
Bu has olan ilmullah, ancak verilme ile mümkün olur. Aynı zamanda "Verilmiştir" ibaresi sırların özüdür. Yani bu esrarı ancak onlar bilirler.
Her şeyin O'nunla kâim olduğunu şöyle izah edelim:
Sen kendini müstakil zannediyorsun, O'nunla gördüğünü bilmiyor musun?
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O bütün gözleri ihata eder." (En'âm: 103)
Ve fakat sen bunu bilmiyorsun. O'nun ile konuştuğunu, O'nun ile duyduğunu, O'nun ile yürüdüğünü, hülâsa her şeyin O'nun ile kâim olduğunu bilmiyorsun ve görmüyorsun.
Peki sen biliyorum diyorsun da neyi biliyorsun?
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." buyuruyor. (K. Hafâ)
Sen daha kendini bilmiyorsun ki Yaratan'ı bilesin, seni donatanı, seninle olanı bilesin.
Aslında sen ancak bir maskeden ibaretsin. Yarattığı bütün âlemler de böyledir. Her şey O'nunla kâimdir, O'na perde, O'na kabuk mesabesindedir.
Amma sen O'nu bilmediğin için, O'nu görmediğin için yarattıklarında kaldın. Bu ise bâtında büyük cehâlet değil midir?
•
Şimdi şu beyanımıza dikkat et!
Kullarını imtihana çekmek için onlara dilediği kadar ömür ve ruhsat vermişti. Ruhsatı aldı, ruhunu çekti. Haydi yürü, haydi bak, haydi tut, haydi düşün!
Hani sen kendini müstakil zannediyordun? Ruhsatı aldı, ruhunu çekti. Bir saman çöpünden farksız kaldın. Biraz sonra da leş olacaksın. Hani sen kendini beğeniyordun ve her şeye benim diyordun! Meğer her icraatın O'nunla imiş, amma bunu bilemedin. Sahib-i hakiki ruhunu çekince mi bunu anlayacaksın? Oysa bunu hayatta iken anlamak gerekiyordu. Çünkü insanı mükerrem yaratmıştı. Bu güzel işleri, bu güzel düşünceleri insana bahşetmişti. Amma sen nefsine tâbi oldun, şeytana uydun ve Cenâb-ı Hakk'ı tanımaya imkân bulamadın. Dolayısıyla da hakikati bulamadın. Bütün yaşayışın zandan ibaretti.
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere zaman zaman Allah-u Teâlâ'ya hasım kesiliyordun.
Bu kadar ikramlar ihsanlar karşısında Yaratan'a hasım kesilmek insan işi midir? İnsan bunu ancak hayvandan elli derece aşağıya düştüğü zaman yapabilir.
Gerek sen ve gerekse âlemler Hakk ile kâinat arasındaki berzahtır.
Şöyle ki:
O içinde, sen perde. Sen aslında içerde nefes alıp veriyorsun. Amma Hakk'ı görmediğin için sen kendini müstakil zannediyorsun.
Ve fakat varlığını çekince nefes alabilir mi? Hayır!
Sen de böylesin, yarattığı bütün âlemler de böyle. Hepsi de Allah-u Teâlâ'ya muhtaç olduğu gibi, aslında hepsi perdeden ibarettir.
Vücud O, mevcud O...
O'nu gören böyle olduğunu görür. Yaratılanlar ise hepsi de "Ol!" emr-i şerif'inden ibarettir, o kadar.
Perdeyi kaldırabilirsen O var. Amma sen perdede kaldın. Vücud elbiseni çıkar O var. Kâinat da böyledir. Çıkaramadığın için sen kendini gördün, orada kaldın. Oysa Allah-u Teâlâ ayrıdır, perde ayrıdır. Hakk'ı gören perdeyi de görür. Perdede Nakkaş'ın âsârını da görür. O her şeyi çepeçevre çevirmiştir. "Kün!" demesi ile her şey olmuştur. O Ehad'dır, her şey O'na muhtaçtır.
Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu ilmin ineceğini ve bu ilmin "İlm-i billâh" ın hülâsası olduğunu beyan etmiştir.
"Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resûller'den görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm'ın mişkâtından görürler." (Fusûsu'l-Hikem. Çeviren N. Gençosman. Sh: 43-44)
•
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektubat" adlı eserinin "317. Mektub"unda Allah-u Teâlâ'nın ona nasıl bir ilim bahşedeceğini, diğer velilere verilen ilmin bu ilmin yanında kabuktan ibaret kalacağını, ona ise ilmin özünü ihsan edeceğini açıklamıştır.
"Bu ilim ve marifet; haller, vecdler, tecelliyat ve zuhurat libasına girmiştir. Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu marifet dahi, o kabuğun özüdür."
İşte o ilim bu ilimdir.
Âyet-i kerime'de Hızır Aleyhisselâm hakkında:
"Tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)
Buyurulan ilimdir. Marifetullah ehli "Ulül-elbâb" olmasına rağmen, bu onun özüdür.
•
1652-1728 yılları arasında yaşayan İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kenz-i Mahfi" adlı eserinin "10. Bahis"inde Hâtem-i veli'nin ilmi hususunda mühim ifşaatlarda bulunmuş; bu zâtın diğer velilerden üstün oluşuna delil olarak neşredeceği kitapları göstermiştir.
Müellif, eserinin 123. ve 162. sayfalarında, kendisinden ikiyüz sene sonra gelecek olan zâttan ve eserlerinden şöyle bahsetmiştir:
"Vâris-i nebi olanlar arasında, kendilerine ilim nasip edilen, bir de bu ilim üzerine eser yazabilen, elbette ki yazamayandan daha kuvvetlidir."
"Hâtem'ül-velî -kuddise sırruh- ise, bütün velîlerden üstündür. Çünkü, en kâmil varis odur. Buna delil ise, tasnif ettiği eserlerinin pek çok olacağıdır. Ki bu, ehline gizli değildir." (Kenz-i Mahfî)
Muhyiddin-i İbn'ü-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu husustaki tasdikini Fusûs'ul-Hikem adlı eserinde:
"O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah'tan alır." sözü ile ifade etmiştir. (Sh: 45)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Bu bir kitaptır ki, ilâhî kitapların hepsi de bunda dercedilmiştir." buyuruyor. Bütün ilâhî kitapların hülâsası Kur'an-ı kerim'dir. Bütün Âyet-i kerime'ler girdiğine göre kütüb-i semâvî bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir.
Bu zevât-ı kiram'ın ifşaatları "Nûr-î Muhammedî" ve "Sözler ve Notlar-10"adlı kitaplarımızda mevcuttur.
İyi bil ki O'nu gören, O'ndan gören, bütün âlemlerin bir kabuk, bir perde, bir maskeden ibaret olduğunu görür ve bilir.
"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisâ: 126)
Evvel O, O'ndan başka bir evvel yok. O var ki mahlûkatı yarattı.
Âhir O, O'ndan başka âhir yok.
Zâhir O, O'nunla olanlar "Ol!" demekle görülüyor, "Öl!" demekle ölüyor.
Bâtın O, O'ndan öte bir şey yok. Her şeyi çepeçevre kuşattığı için bâtın da O'dur.
Bilen O, yapan O, yaratan O... O'nun ötesinde bir şey olmadığını kavradığınız zaman Bâtın'ın O olduğunu kavramış olacaksınız.
Hep O, her şey O'nunla kâim. Vücud O, mevcut yine O...
Ve fakat O güzel Yaratıcı, O güzel Nakkaş; gerek seni, gerek bütün yarattıklarını ne güzel yaratmış, her şeyi ne güzel nakşetmiş!
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir!" (Müminûn: 14)
Yarattığı her taneye, her zerreye bir şekil, bir biçim vermiştir ve hepsi O'nu tesbih etmektedir.
"Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız." (İsrâ: 44)
Âyet-i kerime'sinden anlaşılıyor ki; zerre olsun, kürre olsun, yaprak olsun, gökler olsun, yer olsun, Arş-ı Rahman olsun... yarattığı, donattığı her şey O'nu tesbih etmektedir.
Göklere bir nazar et, direksiz tutuyor. Deniz gibi büyük bulutları havada tutuyor.
Havada tuttuğu deniz suyu kadar ağır bulutları, dilediği zaman rüzgârlar ile dilediği yerlere sevkediyor, yayıyor, sıkıştırıp dilediği yerlere yağmur yağdırıyor.
Ve o inen yağmur tanesinin içine neler koyduğunu da yalnız kendisi bilir.
İnsanı topraktan ve sudan yarattığı gibi yine ondan çıkarıyor.
Yağmur tanesinin meydana getirdiği su ile yer kabarıyor, harekete geçiyor, canlanıyor, taneler çıkmaya başlıyor. O suyun içine ne koyduysa, topraktan o çıkıyor. Gerek insanı, gerekse yeryüzüne yaydığı her canlıyı da o topraktan besliyor.
Şu gördüğün toprağın aslı nurdur.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." buyuruyor. (Nûr: 35)
Sen ise onu toprak görüyorsun. Halbuki o toprak zannettiğin yerde neler oluyor?
O topraktan seni yaratıyor, yiyeceğini çıkarıyor ve seni tekrar toprağa yutturuyor. Seni toprakta yürütüyordu, yediriyordu, toprak bu sefer de seni yiyor, eritiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabb'in ona konuşmasını emretmiştir." (Zilzâl: 4-5)
Allah-u Teâlâ'nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına:
"Yeryüzünün haberlerinin ne olduğunu bilir misiniz?" diye sordu.
"Allah ve Resul'ü daha iyi bilir." dediler.
Bunun üzerine buyurdu ki:
"Yeryüzünün haber vermesi, her erkek ve kadının neler işlediğini haber verip şahitlik etmesidir. 'Şu şu günlerde şunu şunu işlediniz!' demesidir." (Tirmizî, Kıyamet: 7)
Hani sen onu toprak olarak görüyordun, ölü zannediyordun? Sen kendin ölü olduğun için öyle zannediyordun. Demek ki yer, yer değilmiş, nur imiş. Amma onu öyle göstermiş. Sen ölüsün ki yer olarak görüyorsun. Ruhu ölenler zaten bilmez, ruhu tekâmül edemeyenler zaten görmez.
Onun aslı nurdu, her şeyden haberdar olduğu gibi, sana o gün bütün yaptığın işleri bir bir haber verecek.
Toprağın her işi emirle yaptığını ancak diri olanlar görürler.
Hesaba gelmeyen her türlü nimetleri hiçbir karşılık beklemeden gayb hazinesinden bağışlayan Allah-u Teâlâ'nın bütün buyrukları ve işleri hikmetlidir. Hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'ındır. Ne dilerse yaratır." (Şûrâ: 49)
Mülk O'nundur. İnsanlara verilenler ise emanet olarak verilmiştir. İlk sahibi de son sahibi de O'dur. Dilediğini dilediği şekilde yaratır. Dilerse çok yaratır, dilerse nâdir ve benzersiz yaratır. O'nun hükmünü geri çevirecek ve bozacak hiç kimse yoktur.
Dilediğini yaratmasının alâmeti şudur:
"O kime dilerse kız evlâtlar bağışlar, kime dilerse ona erkek evlâtlar lütfeder." (Şûrâ: 49)
Kullarından dilediğine sadece kızlar verir oğul vermez, dilediğine de kız vermez sadece oğullar verir.
"Yahut o çocukları erkekler-dişiler olmak üzere çift verir." (Şûrâ: 50)
O kuluna dilediği kadar hem oğullar hem de kızlar bahşeder. Kendi çabalarıyla hiç kimse diledikleri gibi kız veya erkek çocuk meydana getiremez.
"Kimi dilerse onu kısır bırakır." (Şûrâ: 50)
Kadın çocuk doğuramaz, erkeğin de çocuğu olmaz. Nesilsiz ve çocuksuz kalırlar. Hikmetinin iktizâsı ne ise ona göre tecellî eder.
"O her şeyi bütünüyle bilendir, her şeye gücü yeter." (Şûrâ: 50)
Ezelî ilmi, olan ve olacak olan her şeyi kuşatmıştır, kudreti her şeyin üstündedir.
Sen de böylesin, bütün yarattıkları, yeryüzüne yaydıkları da böyledir.
Ve sonra insanı yine yere götürüyor. O yer de onu aşağıda yiyip bitiriyor. Bütün bunların hepsi "Ol!" emriyle oluyor. Yer de böyle, gök de böyle.
Allah-u Teâlâ Zilzâl sûre-i şerif'inde şöyle buyurmaktadır:
"Yer müthiş bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman! Yer bütün ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman! İnsanın: 'Buna ne oluyor?' dediği zaman! İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabb'in ona konuşmasını emretmiştir.
O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhi divana) çıkarlar.
Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 1-8)
•
Gökyüzü de böyledir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ve her gökte oranın işini bildirdi." (Fussilet: 12)
Dünya göğünü kandillerle donatmış. Ay'ı bir nur yapmış, güneşin de ışık saçmasını sağlamıştır.
Güneş, kandilini her gün dilediği yerden dilediği yere çeviriyor.
Ve güneş her gün Arş-ı Rahman'ın altında Allah-u Teâlâ'ya secde ediyor, yine doğması için izin istiyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün güneşin battığı bir sırada Ebu Zerr -radiyallahu anh-e: "Güneş nereye gider bilir misin?" diye sordu. "Allah ve Resul'ü bilir." demesi üzerine şöyle buyurdu:
"Güneş gider, arşın altında secde eder ve tekrar doğmak için izin ister, izin verilir. Bir gün gelip secde edip izin ister, fakat secdesi kabul edilmeyip izin verilmez. Ona: 'Geldiğin yere git, battığın yerden doğ!' denilir. O da battığı yerden doğar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1321)
Bu hadise kıyametin kopmasının bir bakıma başlangıcı olacaktır.
O zaman tevbeler de kabul olunmayacaktır. Ey kardeş uyan, o gün gelmeden!
Bu noktada şu hakikati belirtmek istiyoruz ki, her şey Allah-u Teâlâ'nın emri ve hükmü ile yürür.
Görülüyor ki her şeye bir şekil, bir sûret vermiştir. Her şeyi her şeye şâhid tutmuştur.
Allah-u Teâlâ bütün kâinatı insana musahhar kılmış, hizmet ettirmektedir. Dağlar, denizler, ırmaklar-göller, ovalar-çöller... hep insanın emrine verilmiştir. Nebâtat, hayvanat, güneş, ay, yıldızlar hep insana hizmet ediyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Göklerde olanları, yerde olanları hepsini size musahhar kılmıştır." (Câsiye: 13)
Hepsi birer memur kılınmışlardır.
Toprağı aynı su ile suluyor. Her çeşide ayrı hassa, ayrı renk, ayrı tat, ayrı şekil koymuş.
Ey insan bir düşün! Bütün yarattıkları bir araya gelseler, birbirinden destek alsalar, bir tek yaprağı, bir tek buğday tanesini veya herhangi bir taneyi yaratabilirler mi? "Hayır" değil mi?
Bütün yaratıklar bu hususta en küçüğünden en büyüğüne kadar âciz düşer değil mi?
İşte görülüyor ki yaratıcı, yaşatıcı, donatıcı, öldürücü hep Allah-u Teâlâ'dır.
"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın şanı ne yücedir!" (A'râf: 54)
Mahlûkun hiç hükmü yoktur.
Nefis putuna dayananlar her ne kadar hasım kesilseler de hepsini yerlere serer, onları yerlere yedirir, yutturur. Yegâne galip O'dur.
"Hüküm yücelerin yücesi Allah'ındır." (Mümin: 12)
Allah-u Teâlâ her zerreyi bir hikmet tahtında yaratmıştır, hikmetini yalnız O bilir.
Arş-ı Rahman'ı yarattı. Bütün kâinatın rızkını oradan veriyor.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sizin için gökten rızık indiriyor." (Mümin: 13)
Kişiye o gün ne indireceğini yalnız O bilir. Bütün bunların hepsini Levh-i mahfuz'da beyan etmiştir.
Her zerrenin ve kürrenin var oluşunu ve ecelini belirtmiş ve orada yazmıştır. Kişinin ne yapacağını ezelden biliyordu, gideceği yeri de bilmektedir.
Arş-ı Rahman olsun, melekût âlemi olsun, kürsü olsun, Mele-i a'lâ olsun, Levh-i mahfuz olsun, her şey O'nunla kâimdir. O yaratıyor, O donatıyor. Bu noktayı da anladık mı? Meğer vücud O, mevcud O... Yarattıklarının hepsi O'na muhtaç. O Ehad'tır. Ne doğurdu, ne de doğdu.
O'nu gören, O'ndan gören, her gösterdiğini anlar, görür ve bildirdiği kadar her şeyi bilir.
Şimdi bir düşün! Cenâb-ı Rabb'ül-âlemîn olan Allah-u Teâlâ'yı mı gördün, yoksa perde olan yarattıklarında mı kaldın?
Oysa demiştik ki:
"Bu yaratıklar bir perdedir, bir maskedir, bir kabuktur."
Bu hakikati anlayamayacağınızı biliyorum. Fakat İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretlerinin "317. Mektub"undaki beyanına baktığınız zaman teselli bulacaksınız. Zira değil siz, evliyâullahın dahi içinden çıkamayacağını belirtmiştir.
•
Ne yer var, ne de gökler var. Her şeyi nurundan yaratmıştır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah göklerin ve yerin nurudur." buyuruyor. (Nûr: 35)
Amma sen O'nu görmediğin, O'nun nurunu görmediğin için, yerle göğü görüyorsun ve orada kalıyorsun. Ötesini bilmiyorsun ve görmüyorsun. Çünkü nefis derecelerini aşamadığın, ruhunu tekâmül ettiremediğin için zanda kaldın. Senin gözün körse güneşin suçu nedir?
Oysa hep O, mevcûdat O'nun nurundan birer nur.
Ve bunun böyle olduğunu gören ve bilen bunu böyle söyledi. Bakınız Cenâb-ı Fahr-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne söylüyor.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gecenin bir kısmında teheccüd namazı için kalktıklarında şöyle duâ ediyorlardı:
"Ey Allah'ım! Her hamd sana mahsustur. Göklerin, yerin ve bunlardaki her şeyin tedbir edicisi sensin. Hamd sana mahsustur. Sen göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin sâhibisin. Hamd sana mahsustur.
Sen haksın, senin vaadin de haktır. Sana kavuşmak haktır, sözün haktır. Cennetin de haktır, cehennemin de haktır.
Peygamberlerin haktır, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- haktır, kıyamet günü haktır.
Yâ Rabb'i! Ancak sana teslim oldum, sana inandım, sana güvendim, seni inkâr edenlere hasım kesildim. Seni hakem kıldım.
Yâ Rabb'i! Geçmişimi geleceğimi, gizli yaptığım âşikâr işlediğim bütün günahlarımı bağışla. İleriye geçiren, geriye götüren ancak sensin. Senden başka ilâh yoktur, yalnız sen varsın.
Hakimâne tasarruf da, tam kudret ve kuvvet de Allah ile kâimdir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 575)
Şimdi en gizli sırlardan bir sır açacağız:
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyûm'dur." (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)
Burada görülüyor ki "Lâ ilâhe"; O'ndan başka ilâh yok, yarattıkları Allah değildir, onlar "Lâ"dan ibarettir. Çünkü "Lâ" diyorsun, "Onlar Allah değil." diyorsun. Yarattığı her şey O'nunla kâim. O yaratıyor, yani O'nunla mevcuttur, O'nun iledir.
Ey kardeş!
Şunu iyi bil ki, bunların hepsi Cenâb-ı Hakk'ın göstermesiyle, bildirmesiyle, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nur ışığı ile, görerek ve bilerek söyleniyor. Sakın seni nefsin inkâra düşürmesin. Bu ilme dalma.
Yukarıda arzettiğimiz gibi, İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "317. Mektub"undaki ifşaatına bak, tutun ve kurtul. Çünkü Allah-u Teâlâ bu ilmi bugün indirdi. Seni anlamıyor diye bu ilmi açıklamayacak değilim. Zira hakikat güneş gibi zâhirdir, senin cehâletin onu örtüyorsa hakikatin suçu nedir?
•
"O Evvel'dir, Âhir'dir, Zâhir'dir, Bâtın'dır. O her şeyi bilendir." (Hadîd: 3)
O öyle Evvel ki, Zât-ı Ecell-ü A'lâ'sından başka hiçbir mevcut yok iken O vardı. Kendi nurundan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattı. O nur ile dilediği âlemleri yarattı ve donattı. Hep O, hep O'ndan, hep o nur.
Ve fakat kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu bilenler, içinde Hazret-i Allah'ın olduğunu görenler; O'ndan gördükleri için, bunun böyle olduğunu hem bilirler, hem görürler. Neden? Cenâb-ı Hakk'ı gördükleri için.
Her var ettiğini yok edecek.
"Yeryüzünde bulunan her şey fenâ bulacak. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin vechi bâki kalacak." (Rahman: 26-27)
Zâhirde her yarattığında varlığı mevcuttur. Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur, O'nunla kâimdir.
Bâtın ise; O Zât-ı Ecell-ü A'lâ yalnız kendi kendisini bilir ve kendi kendisini metheder. Ancak dilediğine dilediği kadarını bildirir. O'ndan öte hiçbir şey yok.
"O Lâtif'tir, Hâbîr'dir." (Mülk: 14)
O Lâtif'tir; en ince işleri yapan sonsuz lütufkârdır.
O Habîr'dir: Her şeyin en ince iç yüzünü bilen, gizli açık her şeyden haberdar olandır.
İçinde O var, sana haber veren O, sen O'nunla haber alıyorsun. O her şeye kâdirdir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi bir tek andır." (Kamer: 50)
Her iş bir emre bakar, ne emir buyurursa o hemen olur.
"Azamet ve ikram sahibi Rabb'inin adı ne yücedir!" (Rahman: 78)
O'ndan başka yüce yok.
Her türlü büyüklüğün ve her türlü fazl-u keremin sahibi O'dur.
Azamet, ululuk, yücelik, kibriyâ... gibi büyüklük nişânesi olan ne kadar kemâlât varsa hepsi O'na mahsustur. Her türlü övgü ve tâzim ancak O'na yaraşır.
Mahlûkat üzerindeki sayıya gelmeyen, ölçüye sığmayan nimetler ancak O'nun ikramı, O'nun ihsanıdır.
Daha önce belirttiğimiz gibi; dilediği anda bu varlıklarını, yeryüzündeki her şeyi yok edecek. O'ndan gayrı her şey fâni.
"O... Ey O!.. Ey O'ndan başka O olmayan Zât-ı kibriyâ!.."
İlmin sonu Hazret-i Allah'a dayanır. Bu ilme "İlm-i billâh" dendiği gibi, "Ledünî ilim" de denir.
Bu ilme mazhar olan Hakk'ı görür, Hakk'tan görür. Ve fakat Allah-u Teâlâ'nın tecelliyâtının sonu yoktur.
"Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez.
Şüphe yok ki Allah Azîz'dir, hikmet sahibidir." (Lokman: 27)
Kelimât-ı ilâhiye'nin sonu yoktur. Çünkü O'nun ilmine ve hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.
Hakk'ı gören ise Cenâb-ı Vâcib'ül-vücud Hazretlerinden başka hiçbir şey görmez. Yani Allah-u Teâlâ'yı gören, O'ndan başka bir şey göremez ve görmek de istemez. Zira her şey "Lâ" dan ibarettir. "Lâ mevcûde illâllah" tevhidinin sırrına vâkıf ettirdiği kimseler hem görür, hem söyler, hem de o hâl ile yaşarlar. Her hâl ve kâllerinde hikmet-i ilâhî mevcuttur. Birer numunedirler, birer Hakk adamı, Hakk dostudurlar. Onlar O'nun himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesindedirler. O'nun gözetimi altında iş ve icraat yaparlar.
Farz-ı muhal ki iki arkadaşın var. Birisi gayet sadık bir dost, hiçbir zaman arkadaşlığından inhiraf etmiyor. Böyle arkadaşlara: "Ne kadar sâdık!" denir.
Bir arkadaş böyle olursa, ya bir kul mahlûk olduğu halde Hâlik'ine sadâkatini ibraz ederse durumu ne olur? Allah-u Teâlâ: "Bu benim sâdık kulumdur." der, onun her işini halleder.
"Sâlihlerin işini O görür." (A'râf: 196)
Âyet-i kerime'si onlara mahsustur, artık onun işini O görür.
Onların gerçekten idarecisi ve yöneticisi, aynı zamanda muallimi Hazret-i Allah'tır.
Onlar O'nunla görür, O'nunla söylerler. O'nun taht-ı emri ve taht-ı tasarrufundadırlar. Bütün icraatları O'nun emri muvacehesindedir. Sırat-ı müstakim'den ayrılmazlar, O'nun emir ve nehiylerine çok dikkat ederler.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Emr-i şerif'ine güçlerinin yettiği kadar uyarlar.
Mevzunun daha iyi anlaşılabilmesi için Kur'an-ı kerim'de ve Hadis-i şerif'lerde beyan edilen, Allah-u Teâlâ'nın Musa Aleyhisselâm'ı "Has ilim"e mazhar olan Hızır Aleyhisselâm'a göndermesini arzedeceğiz.
Musa Aleyhisselâm bir gün halkı topladı ve onlara etkili bir hitabede bulundu. Kalpler yumuşadı, gözlerden yaşlar aktı. Bunun üzerine cemaatin içinden birisi: "İnsanların en âlimi kimdir?" diye sordu. O ise: "En âlim benim!" dedi. "Allah bilir" diyerek en iyi bilmeyi O'na nispet etmediği için, Allah-u Teâlâ bu sözünü hoş görmedi.
Bunun üzerine kendisine:
"İki denizin birleştiği yerde bulunan bir kulum, senden daha âlimdir." diye vahyetti. (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 102)
Musa Aleyhisselâm:
"Yâ Rabb'i! Ben o âlim zâtı nasıl bulabilirim?" diye sordu. Ona denildi ki:
"Bir zembilin içine bir balık koy, onu sırtına al. O balığı nerede kaybedersen o âlim kulum oradadır."
Musa Aleyhisselâm bunun üzerine genç arkadaşı Yûşâ bin Nûn ile birlikte zembile tuzlu bir balık koyarak yola çıktı ve balığı kaybedince kendisine bildirmesini söyledi.
Yûşâ bin Nûn, Musa Aleyhisselâm'ın ashâbının büyüklerindendir ve ölünceye kadar ondan hiç ayrılmamıştır.
O iki denizin birleştiği yer, Allah-u Teâlâ'nın Musa Aleyhisselâm'ı Hazret-i Hızır'la buluşturmaya söz verdiği yerdir. Musa Aleyhisselâm bu yeri bulabilmek için uzun zaman gideceğini söylemiş, bu has ilmi elde edebilmek için her türlü sıkıntıya katlanmaya râzı olmuştur.
Yürüye yürüye nihayet bir kayanın yanına vardılar, orada her ikisi de uyuyakaldılar.
Onlar uyurken balık harekete geçti. Zembilden ayrılarak denizin içine doğru kayıp gitti. Allah-u Teâlâ ondan suyun akıntısını kesti, öyle ki su kemer gibi oldu. Balık için bir kanal meydana gelmişti. Her ikisi de bu manzaraya şaşırdılar. Zira buluşma yerine gelmişlerdi, lâkin farkında değillerdi.
Günlerinin geri kalan kısmı ile o gece boyu da yürüdüler. Aradıklarını bulmak için alâmet olacak olan balığın ne halde olduğuna dikkat etmek hatırlarına gelmedi.
Sabah olunca Musa Aleyhisselâm genç arkadaşına:
"Yemeğimizi getir, şu yolculukta yorulduk." dedi. Halbuki emrolunan yere gelinceye kadar yorgunluk duymamıştı.
Yemek istesin diye, kendisine açlık ve yorgunluk verilmişti.
Yûşâ bin Nûn, kayaya sığındıkları sırada balığı unuttuğunu, balığın canlanarak, denizde şaşılacak bir şekilde yolunu bulup gittiğini gördüğünü söyledi. Bunun içindir ki varacakları yere vardıklarının farkına varamayarak geçtiler gittiler. Musa Alayhisselâm: "İşte aradığımız o idi." dedi. İzlerinin üzerine hemen geri döndüler.
Geldikleri zaman yolda bıraktıkları izleri araştırarak onları takip ettiler. Çünkü balığın kaybolması, aradıkları zât ile kavuşmanın bir belirtisi olacaktı. Nihayet balığın canlanıp denize atladığı kayaya kadar geldiler.
"Derken kendisine nezdimizden bir rahmet verdiğimiz, tarafımızdan has bir ilim öğrettiğimiz bir kulumuzu (Hızır'ı) buldular." (Kehf: 65)
Bu kul elbisesine bürünmüştü. Musa Aleyhisselâm ona selâm verdi ve konuştular:
- Burada selâm ne gezer?
- Ben Musa'yım!
- Benî İsrail'in Musa'sı mı?
- Evet! Benî İsrail'in Musa'sı!
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Musa ona: 'Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden bana da tâlim etmen için sana tâbi olayım mı?' dedi." (Kehf: 66)
Musa Aleyhisselâm Hızır Aleyhisselâm'la karşılaştıktan sonra, kendisine bazı gizli bilgileri öğretmesi için arkadaşlık teklifinde bulundu. Onun öğrenmek için böyle söylemesi, tâbi olmanın değeri ve yüceliği hususunda en bâriz delildir. O ulül-azm bir peygamber olduğu halde Hızır Aleyhisselâm'a tâbi olmakla bunu göstermiş oldu.
Allah-u Teâlâ Hızır Aleyhisselâm'a kendi katından bir fazilet ve salâhiyet vermiş ve yine onu vasıtasız bir şekilde bir takım ilimlerle mücehhez kılmıştı. Ona öğretilen ilim, Musa Aleyhisselâm'ın ilminden bambaşka bir ilim, hususi ve has bir ilim idi. "İlm-i Ledün" ve "İlm-i Bâtın" gibi değişik isimlerle ifade edilen, geçmiş ve geleceğe şâmil bir ilimdir. Bu ilim, ilm-i zâhir ehlince meçhuldür. Bu ilim kesble elde edilmez, mevhibe-i ilâhî'dir. Allah-u Teâlâ'nın, kendisine yakınlık tahsis ettiği kimselere verdiği lütfudur.
Eğer bir kimse ilimle yetinecek olsaydı, Musa Aleyhisselâm yetinirdi. Fakat o yetinmedi, Hızır Aleyhisselâm'a uymak istedi.
Bu izin istemeye cevap olarak dedi ki:
"Hakikatini kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredebilirsin?" (Kehf: 68)
Benimle beraber olduğun zaman bir takım şeyler göreceksin ki, sır ve hikmetinden haberin olmayacak, dış görünüşe göre şeriata muhalif görünecek. Sen bir şeriat sahibi olman itibariyle, onları dış görünüşlerine göre uygun görmeyip itiraz etme gereği duyacaksın.
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'a şöyle söyledi:
"Ben Allah'ın bana kendi ilminden verdiği bir ilim üzere yürüyorum ki sen onu bilmezsin. Allah'ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem." (Buhârî)
Musa Aleyhisselâm Ulül-azm bir peygamberdi, Allah-u Teâlâ ile konuşmuş ve "Kelîmullah" lakabıyla müşerref olmuştu. Fakat Allah-u Teâlâ onu bu has ilme erdirmemişti. Bu sırra vâkıf değildi.
Musa Aleyhisselâm'ın anlamadığı ilmi sen mi anlayacaksın?
Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu ilim verilmedir, kişide hiçbir şey yoktur.
Hızır Aleyhisselâm'ın bu beyanı şâyân-ı hayrettir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu böyledir. Musa Aleyhisselâm'ın, Hızır Aleyhisselâm'ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi "Ledün ilmi" idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatları ona açtı. Musa Aleyhisselâm o zaman gerçeği anladı.
Hızır Aleyhisselâm ilim öğrenmesi şartıyla ona tâbi olmasına izin verdi. Fakat kendisiyle arkadaşlık yapması esnasında uyması gereken bazı şartları da istedi.
"O kul dedi ki: O halde eğer bana tâbi olacaksan, ben sana anlatmadıkça, herhangi birşey hakkında bana soru sorma!" (Kehf: 70)
Musa Aleyhisselâm, takınılması gereken edebe riayet etmek için onun bu şartını kabul etti. Bunun üzerine kalkıp yola koyuldular.
Her ikisi de gemiye bininceye kadar deniz sahilinde yürüdüler. Nihayet yanlarından bir gemi geçti. İçindekiler Hızır Aleyhisselâm'ı tanıdıkları için ücretsiz olarak gemiye aldılar.
Nihayet bir gemiye bindiler. Hızır Aleyhisselâm gemiyi deliverdi. Musa Aleyhisselâm: "İçindekileri boğmak için mi gemiyi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın." dedi.
Bu gemi her ikisiyle beraber birçok kimseleri taşıyordu. Zâhiren bakıldığı takdirde bu yapılan hareket hem gemiyi hem de yolcuları boğulma tehlikesiyle yüz yüze getirebilirdi. Musa Aleyhisselâm bu durum karşısında, verdiği sözün ne olduğunu hatırlamamıştı.
O bu sözleri söyleyince, Hızır Aleyhisselâm da daha önce geçen şartı nazik bir şekilde hatırlattı: "Ben sana: 'Benimle beraber olmaya sabredemezsin!' demedim mi?' dedi."
Bu yolculuklarında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına konmuştu. Denizden bir-iki damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Yâ Musa! Benim ilmimle senin ilmin, Allah'ın ilmi yanında şu serçenin denizden aldığı kadardır." (Buhârî)
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'a Allah-u Teâlâ'yı tarif ediyor. Çünkü o: "En âlim benim." demişti. Ona kimin en âlim olduğunu öğretiyor. Ne sen biliyorsun, ne de ben biliyorum. Âlim olan Allah-u Teâlâ'dır, âlim O'dur.
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'ın ricası üzerine mazeretini kabul etti, sahile geldiklerinde gemiden indiler.
Yolculuklarına devam ederken oyun oynamakta olan bazı çocuklara rastladılar. İçlerinde parlak yüzlü ve sevimli bir çocuk vardı. Hızır Aleyhisselâm onu perçeminden tuttuğu gibi başını gövdesinden ayırdı.
Musa Aleyhisselâm bunu görünce dayanamadı, birincisinden daha şiddetli bir şekilde tepki gösterdi. Verdiği söz kendisine hatırlatılmasına rağmen şöyle dedi:
"Mâsum bir canı, bir cana karşılık olmaksızın mı öldürdün? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın!"
Musa Aleyhisselâm hemen kendine geldi, iki defa sözünden döndüğünü anladı. Son bir fırsat daha verilmesini istirham etti.
Yine yürüyüp gittiler ve nihayet bir memleket halkına varıp, onlardan yiyecek istediler. Halk kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Halbuki her ikisi de aç idiler.
Derken, orada yıkılmak üzere olan bir duvarla karşılaştılar. Hızır Aleyhisselâm onu doğrultuverdi.
Eliyle işaret etmek suretiyle, eski hali gibi dümdüz yapıverdi.
Musa Aleyhisselâm bunu görünce: "İsteseydin, elbette buna karşılık bir ücret alırdın." dedi.
Yiyecek istemek gibi acı bir ihtiyacın gerçekten olduğu bir sırada, mümkün olan bir kazancı bırakıp, boşu boşuna bir iyilik yapmaya kalkışmak Musa Aleyhisselâm'a mânâsız gibi göründü ve sabrını tutamadı.
Onun için Hızır Aleyhisselâm da: "İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır." dedi.
Bu üç meselenin hakikati Kur'an-ı kerim'de şu şekilde izah ediliyor:
"Şimdi sana dayanamadığın işlerin içyüzünü haber vereyim. Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula ait idi. Ben onu (tamire muhtaç) ayıplı göstermek istedim. Çünkü gideceği yerde her güzel gemiyi zorla alan bir kral vardı." (Kehf: 78-79)
"Çocuğa gelince; onun ana ve babası mümin insanlardı. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. İstedik ki Rabb'leri onlara o çocuktan daha temiz ve daha çok merhametli bir evlât versin." (Kehf: 80-81)
"Duvar ise; o şehirde iki yetim oğlana âitti. Duvarın altında bu oğlanlar için saklı bir hazine vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabb'in diledi ki onlar erginlik çağına ulaşsınlar ve Rabb'inden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin iç yüzü budur." (Kehf: 82)
Kaldırılan perdenin ve ortaya dökülen sırların cezbesi içerisinde Hızır Aleyhisselâm birden gözlerden kayboldu.
Bu ilâhî beyanlardan anlaşıldığına göre; Musa Aleyhisselâm'ın görünürde zararlı ve beğenilmez gördüğü şeyler, hakikatte öyle değilmiş. Onun hoşlanmaması, hikmetini kavrayamamasından ileri geliyormuş. Öyle ki o gizli sebepler açıklanınca zâhir ve bâtın birleşiyor, hiçbir çelişme kalmıyor.
Ve fakat Cenâb-ı Hakk onu bu hale erdirmediği halde, kendisini onlar gibi göstermeye çalışan kimseye gelince;
Hem yalancıdır, hem riyâkârdır. Yalan ile iman bir arada durmaz, riyâ ise zaten imanı giderir.
Bu gibi kimseler sahtekârdırlar, Allah yolunun yol kesicisidirler, Hakk'a ulaşmak isteyenlerin eşkiyasıdırlar.
Şeytanın dahi yapamadığını bu türlü riyâkârlar yapar. Şeytan bu gibi kimselerin vasıtasıyla her kötülüğü yapar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." buyuruyor. (A'râf: 86)
Bunlar her yolun başında otururlar, Allah'a varmak isteyenleri sapıtırlar.
Bu sapıtıcılar ve onlara uyanlar şeytanın dostu ve askeridirler, şeytan taraftarıdırlar. Dost edindikleri şeytanla birlikte cehenneme atılacaklardır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis'in bütün askerleri de." (Şuarâ: 94-95)
"Onlar" imamlardır, "Azgınlar" ise etrafında olanlardır. İşte onların sonu budur.
O zamana kadar arkadaş idiler. Fakat oraya atıldıklarında şöyle diyecekler:
"Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen!" (Zuhruf: 38)
Onlara tâbi olanlar, kendilerini sapıtıp cehenneme götürenlere lânet ederler ve en büyük düşman kesilirler. Nedâmet çok, faydası hiç yok. Hep birlikte ebedî olarak cehennemdedirler.
Niçin? Cenâb-ı Hakk'ın emir ve nehiylerine inanmayıp şeytana tâbi olan imansız insan şeytanlarına uydukları için.
Bu saptırıcı imamlar Allah yolunun başına oturdukları için ümmet-i Muhammed'i imandan soyarlar, Allah-u Teâlâ'nın dininden çıkararak kendi dinlerine çevirirler. Allah-u Teâlâ'dan koparırlar, kendilerine bağlarlar. Bunlara bağlananlar ise, bunların arzularına tâbi oldukları için, bunları ilâh edinmişlerdir.
Bunlar en aşağılık olanlardır. Münâfık oldukları için esfel-i sâfiline giderler. Kendilerine destek verenleri de peşlerinden götürürler. Şeytandan daha korkunçturlar, Deccal'den daha tehlikelidirler. Bu büyük sahtekârlar ortalığı yaygara ile dolduruyorlar.
"Sen o münâfıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin." (Münâfikûn: 4)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, siz onları ilâh edindiğiniz için kalıplarına ve sözlerine bakarsınız, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini görmezsiniz.
Bunlara bakarsın güya ibadet de ederler, müslüman gibi de görünürler. Fakat Allah-u Teâlâ kalbe ve niyete bakar.
Ümmet-i Muhammed yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Hadis-i şerif mucibince; yetmiş ikisinin cehennemlik olduğu da unutulmamalıdır.
Surette kalmış bir imanla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'ya ve O'nun Resul'üne kâmil bir imanla iman edenler, O'nun;
"Sebeb-i Mevcûdat" olduğunu,
"Rahmeten Lil-âlemîn" olduğunu,
"Asluhu nur, cismuhu âdem" olduğunu bilenler o bir fırkadandırlar. Cennet-i a'lâ'ya girecek olanlar da bunlardır.
Allah ehli olanlar Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Âyet-i kerime'si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk'ı ve hakikati bilir ve bulur.
Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.
Onlar Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk'tan beklemişler, daima iltica hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhiye ve feyz-i samedâniyeye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ'nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilaflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Onların ilmi mükâşefe ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Naklî ve aklî delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvallerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.
Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiâtı ile tabiâtlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.
Ayrıca onlar Resulullah Aleyhisselâm tarafından "Fırka-i nâciye" yani kurtulmuş fırka lakâbıyla müşerref kılınmışlardır.
Bu kalpleri diri hakikat ehilleri Resulullah Aleyhisselâm'ın yolundan; Ashâb-ı kiram'ın, Selef-i sâlihin'in yolundan yürümüşler, Sırat-ı müstakim'den bir an bile ayrılmamışlardır.
Bugüne kadar bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." buyurmaktadır. (Mâide: 48)
Âyet-i kerime'de geçen "Minhâc"ın mânâsı "Münevver bir yol" demektir.
Bu münevver yol sebebiyle yüzbinlerce evliyâullah yetişti, Hakk'a vâsıl oldular ve Âyet-i kerime'lerdeki bu lütf-u ihsana ve iltifât-ı ilâhîye nâil oldular.
Allah-u Teâlâ veli kulları hakkında Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." (Yunus: 62)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın dostluğunu kazanmıştır, dost olarak yalnız O'nu bilirler, dünyaya iltifat etmezler, ahirete rağbet etmezler. Allah-u Teâlâ da sevdiğinden ötürü onları korkutmaz, onları mahzun bırakmaz, onları üzmez.
Çünkü onlar dünyada Allah-u Teâlâ'dan korktular ve ahkâm-ı ilâhî mucibince iş ve harekette bulundular.
"Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır." (Yunus: 63)
Kemâl-i iman ile iman ettikleri gibi, bütün ilâhî emirleri ve hükümleri kabul ve tasdik ettiler. Allah'tan başka bir şey de sevmediler.
"Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır." (Yunus: 64)
Dünyadaki müjde Allah-u Teâlâ'nın dostluğu ve onlara olan teveccühüdür. Bundan daha büyük müjde olur mu?
Onlar ahirette de O'nunla olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlar:
"Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i İlâhî'ye sabah ve akşam nazar ederler." (Tirmizî: 2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime'leri okumuşlardır:
"Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb'lerine bakarlar." (Kıyâmet: 22-23)
Bunlar mukarreblerdir ve Adn cennetinin ehlidirler.
"Allah'ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur." (Yunus: 64)
Verdiği söz mutlaka yerine gelir.
"Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir." (Yunus: 64)
Evliyaullahın dünyada ve âhirette müjdelenmiş olmaları öyle bir ihsan-ı ilâhîdir ki, bunun fevkinde bir nimet tasavvur edilemez.
Çünkü onlar peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraber bulunurlar. En büyük saâdet ise; Allah-u Teâlâ'nın cemâl-i bâkemâli ile müşerref olurlar. İşte bundan daha büyük saâdet olamaz.
Allah-u Teâlâ onları zâtına yaklaştırmış, Hakk'a tekarrüb etmişler, O'nun dostluğunu ve hoşnutluğunu kazanmışlar, muhsinler vasfını almışlardır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır." (Nahl: 128)
Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ'dır. Bu, hususi bir beraberliğin ifadesidir.
"Allah dilediği kulunu zâtına seçer." (Şûrâ: 13)
Allah-u Teâlâ onları sevdiğinden ötürü "Ebrar" haline koymuş ve bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Tasavvur buyurun Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var.
Bunun temsilini arzedelim:
Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri diğer bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim.
Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir.
Gören gözü olurum, o benimle görür.
Eli olurum, o benimle dokunur.
Ayağı olurum, o benimle yürür.
(Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.)
Ne dilerse onu yerine getiririm.
Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın has kulları olduğu için: "Bu benimdir, ona dokunmayın, ona dokunursanız bana dokunmuş olursunuz." buyuruyor.
•
Gerek İmâm-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretlerinin hakiki tasavvuf ehilleri hakkındaki beyanı ve meth-ü senâsı, gerekse İmâm-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri'nin:
"Eğer şu iki senem olmasaydı, Numan helâk olurdu."
Buyurması ve anlayanlara duyurması, ehli için çok mühim ifşaatlardır. Bu beyanları ile büyük bir kurtuluş yolunu hem tarife çalışıyorlar, hem de kurtuluşun bu yol ile kâim olduğunu açıklayarak beşeriyete nur saçıyorlar. Halkı irşad ediyorlar, Hakk'a götürmeye çalışıyorlar.
Bunun böyle olduğunu Bediüzzaman Hazretlerinin ifşaatından olduğu gibi okuyun, görün ve hakikatleri bilin...
Muhtelif fırkaların hepsini tam susturacağına dair ifşaatı gerçekten tahakkuk etti.
Emirdağ Lâhikası isimli eserinin 259. sahifesinde Mehdi Aleyhisselâm'ın vazifesinden bahsederken, Mehdi Aleyhisselâm'dan evvel gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitapların Mehdi Aleyhisselâm'a hazır bir program olarak hazırlandığını işaret ve ifade ederek şöyle buyurmuştur:
"Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.
Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade etmez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (Aleyhisselâm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor.
Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.
Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar."
Nitekim Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu ilmin ineceğini ve bu ilmin "İlm-i billâh" ın hülâsası olduğunu beyan etmiştir.
Onun bizzat kendi beyanını olduğu gibi naklediyorum:
"Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resûller'den görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm'ın mişkâtından görürler.
Velilerden görebilenler de ancak onun mirasçısı olan Hâtem-i veli'nin mişkâtından (kandilinden) görürler, hatta peygamberler, o ilmi ne zaman müşahade etseler ancak Hâtem-i velâyet kandilinin ışığıyla görürler.
Çünkü Resullük ve Nebilik keyfiyeti sona ermiştir. Velilik ise aslâ nihayete ermez. Kitap ile gönderilen peygamberler aynı zamanda velilerden olduklarından bahsettiğimiz ilmi ancak Hâtem-i evliya mişkâtından alırlar.
Şu hale göre onlardan aşağı mertebede bulunan veliler nasıl olur da bu ilmi o kaynaktan almazlar?
Her ne kadar Hâtem-i evliya hükümde Hâtem-i resul'ün teşri'den getirdiği şeye tâbi ise de bu, onun makamına noksanlık vermez. Ve bizim gittiğimiz yola da aykırı değildir. Binaenaleyh o (Hâtem-i evliya) bir cihetten enzel (geri) olur, bir cihetten a'lâ (yüksek) olur." (Fusûsu'l-Hikem. Çeviren N. Gençosman. Sh: 43-44)
Diğer taraftan Din-i İslâm'ın tazeliğini getirmek için bugün bu ilim indirildi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu o gariplere!" (Müslim: 145)
İslâm bugün garip bir duruma düşmüştür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz böyle buyurdu, Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de bunu teyid ederek şöyle söyledi:
"Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil'at-pûş
Mustafa geldi yine cümleniz iman ediniz."
Bu, Allah tarafından gönderildiğinin apaçık beyanıdır. Yani ona hemen uyun ve kurtulun! Dünya saâdetine, ahiret selâmetine ermeniz için bu bayrağın altına girin.
Bu ilmin bugün indiğine delâlet eden Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir başka beyanını da gözünüzün önüne seriyorum:
"Bir vakitte Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e nebilik tuğladan yapılmış bir duvar şeklinde temsil olundu. O duvarda ancak bir tuğla eksik idi. Peygamber Aleyhisselâm da bu son tuğla oldu. Şu kadar ki Allah'ın Resul'ünün buyurduğu gibi o, ancak eksik olan bu tuğladan başkasını görmedi.
Hâtem-i evliya'ya gelince; onun için de bu rüya sahihtir. Binaenaleyh o da Peygamber Aleyhisselâm'a temsil olunan şeyi görür. Hatta o duvarda iki tuğla yerini görür ki bunların biri altın biri gümüştendir. Duvarda eksik olan ve onun yerini tamamlayan tuğlanın birini altından birini de gümüşten görür. Böyle olunca da onun kendi nefsini bu tuğlaların konulduğu yerde aksetmiş görmesi lâzımdır.
Şu halde Hâtem-i evliya bu iki tuğlanın timsali olup duvar tamam olur. Hâtem-i evliya'nın onu iki tuğla görmesinin sebebi de zâhirde Hâtem-i enbiya'nın şeriatına bağlı olmasıdır. Ona bağlılığının timsali ise gümüş tuğladır; bu da zâhirdir ve hükümlerde ona tâbi olmasını gerektiren şeydir. Nitekim o zâhirde tâbi olduğu hükmü bâtında Allah'tan alır. Çünkü o, emri, olduğu hal üzere görür ve böyle görmesi zaruridir. Bu görüş ise bâtını temsil eden tuğlanın mahallidir.
O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm'a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır. Eğer işaret ettiğim bu nükteyi anlayabildiysen senin için faydalı bir bilgi hasıl olmuştur." (Fusûsu'l-Hikem Çeviren N. Gençosman. Sh: 45)
İşte bu bilgi, senin hakikati bulmana vesile olur.
Aynı zamanda bu ilmin Hakk Celle ve Alâ Hazretleri tarafından geldiğini ve bu devrin Asr-ı saâdet'e benzeyeceğini, diğer evliyâullah hazeratının bu ilmi açıklamadığını, gizli ve kapalı sırların açılacağını ve izahının yapılacağını ve fakat birçok kimsenin anlamayacağını İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "261. Mektup"unda beyan etmişlerdir.
Bu zât-ı muhteremin ifşaatını olduğu gibi veriyorum.
"Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki, baş tarafa benzemektedir.
Herhalde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bunun için:
"Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizî)
Buyurdu da "Başlangıcı mı hayırlıdır, ortası mı?" buyurmadı. Demek ki sonra gelenlerin öncekilere daha ziyade benzediğini gördü, bu arada bir tereddüt oldu.
Diğer bir Hadis-i şerif'inde:
"Ümmetimin en faziletlileri önde ve sonunda gelenlerdir, ikisinin arası bulanıktır." buyurdu.
Evet... Bu ümmetin son gelenleri arasında baştakilere çok benzeyenler olacaktır. Fakat sayıları azdır, hatta azdan dahi azdır. Ortada gelenlerde o kadar benzeyiş yok ise de miktarları çoktu, hem pek çoktu. Fakat sondakilerin az oluşu kıymetlerini daha da arttırmış, öncekilere daha da yaklaştırmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları şu Hadis-i şerif'i ile müjdeli kıldı:
"Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu gariplere!" (Müslim)
Bu ümmetin sonu, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefatından bin sene sonra, yani ikinci binin başlaması ile başlamıştır. Çünkü aradan bin sene geçmesi ile insanlarda büyük bir değişiklik ve eşyada kuvvetli bir tesir meydana çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ bu dini kıyamete kadar değiştirmeyeceği için, ilk zamanda gelenlerin tazelikleri sondakilerde de görülmekte ve böylece ikinci bin yılın başında bu dini kuvvetlendirmektedir.
Bu iddiâyı ispat etmek için iki kuvvetli şahid olarak İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Hazretleri'nin bu bin içinde var oluşlarını gösterebiliriz.
Bir şiir:
"Alsaydı kudsî ruhtan eğer yardımını,
İsa'dan başkası da yapardı onun yaptığını."
Ey kardeşim! Bugün bu sözler pek çok kimselere ağır gelir, anlayışlarından uzak görülür. Fakat onlar bilgileri, mârifetleri insaf ile ölçerlerse ve İslâmiyet'le karşılaştırırlarsa, İslâmiyet'e hangisinin daha çok tazim ve hürmet ettiğini görüp kabul ederler." (261. Mektup)