Muhterem Okuyucularımız;
"Çağırmak" mânâsına gelen "Dâvet" kelimesi, terim olarak hususiyetle "İslâm dinine ve İslâm dininin esaslarının uygulanmasına çağrı" mânâsına gelmektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kur'an-ı kerim'de "Allah'ın dâvetçisi" mânâsına gelen "Dâiyallah" olarak vasıflandırılmıştır.
"Ey kavmimiz! Allah'a çağıran (Muhammed'e) uyun ve ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azaptan korusun." (Ahkâf: 31)
Onun size yaptığı iman çağrısını kabul edin ki, en şiddetli cehennem azabından sizi kurtarsın.
Peygamber'e gereken, yükümlü olduğu tebliğ vazifesini yapmak, bu ilâhi dâveti duyanlara gereken de, yükümlü oldukları şekilde ona inanmak, dinlemek, itaat etmek ve emirlerine uymaktır. Zira Allah-u Teâlâ ve O'nun yüce Resul'ü mutlaka iyiyi ve doğruyu emreder.
"Eğer yüz çevirirlerse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız tebliğ etmektir." (Şûrâ: 48)
Nitekim Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Benim misâlimle sizin misâliniz şu temsile benzer: Bir adam var ateş yakmış. Ateş etrafı aydınlatınca pervaneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onları kurtarmaya (mâni olmaya) çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak çoklukla ateşe atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmemeniz için belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe ateşe koşuyorsunuz." (Buhârî, Müslim)
Allah-u Teâlâ, Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'den sonra da peşpeşe vekillerini gönderdi. Her asırda ikaz ve irşadda bulundurdu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır. Fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Fakat her yüzyıl başında gönderilenlerden ziyade, bin senede bir gönderilenler de vardır, bin seneden sonra gönderdiği ikinci bin yılın müceddidi onlara katiyyen benzemediği için ona ayrı bir ilim verilmiştir. Ona verilen kemâlât çok büyüktür. Yüz senede bir gönderilenlerle bin seneden sonra gönderilen arasındaki farkın büyüklüğü buradan doğmaktadır.
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrâil'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Resulullah Aleyhisselâm'a emir buyurulan tebliğ vazifesi, dini tebliğe ve tazelemeye memur oldukları için, bu peygamber vârislerine de şâmildir.
Hususiyetle bu âhir zamanda durum çok daha korkunçtur. Son sayılarımızda arzettiğimiz hakikatlere, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere dikkat ederseniz bu zamandaki insanların ve imanların bu korkunç durumlarını daha iyi kavramış olursunuz.
İşte bütün bu neşriyat, bu ateşe düşülmemesi için bir davettir. İçimizden kopup gelen bir haykırmadır. "Ey insanlar! Ey müslümanlar! Nereye gidiyorsunuz? Neresi için çalışıyorsunuz?"
"Asıl hayat, ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilmiş olsalardı." (Ankebût: 64)
"Onlar dünya hayatının yalnız görünen dış kısmını bilirler. Ahiretten ise tamamen habersizdirler." (Rûm: 7)
Allah-u Teâlâ işte bizi bu gerçek ve sonsuz hayattan haberdar etmek için, imtihanımızı imanla vermemiz için davetçiler göndermiş ve bizi onlara iman etmekle mükellef kılmıştır.
Bu hakiki davetçilerin insanları imana davet etmeleri, ebedî kurtuluşları için bir çırpınış gibidir. Çünkü onlar ahiretten haberdar edilmişlerdir. Bu günümüzü ve ebedî hayatı bir hayat çizgisi gibi temaşa ederler. Bizi ateşten korumak için, kurtarmak için kendilerini feda edercesine gayret gösterirler.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kur'an-ı kerim'de "Allah'ın dâvetçisi" mânâsına gelen "Dâiyallah" olarak vasıflandırılmıştır.
"Ey kavmimiz! Allah'a çağıran (Muhammed'e) uyun ve ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azaptan korusun." (Ahkâf: 31)
Onun size yaptığı iman çağrısını kabul edin ki, en şiddetli cehennem azabından sizi kurtarsın.
"Allah'a çağıran (Muhammed'e) uymayan kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde âciz bırakamaz. Kendisinin O'ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler." (Ahkâf: 32)
Onlar hidayetten mahrum kalmış kimselerden başkası değildirler.
Her müslümanın bildiği ve iman etmekle mükellef olduğu bir hakikat vardır ki; "Ölüm" bir yok oluş değil, başka bir hayata, gerçek ve sonsuz hayata intikaldir.
Hepimiz dünya denilen bu mekândayız. Görünüşte herkes aynı havayı soluyor. Ancak kimisi "iman hayatı" yaşıyor, kimisi "küfür hayatı" yaşıyor. Son nefesine göre de ahirette iki mekândan birisinde yaşayacak: Ya ebedî cennet hayatı, yahut ebedî cehennem hayatı.
"Fakat siz dünya hayatını (ahirete) tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret hayatı daha hayırlı ve daha süreklidir." (A'la: 16-17)
Oysa insanların büyük kısmı ahiret hayatından gafildir. "Müslümanım!" diyenlerin dahi ekserisi gafildir.
"Onlar dünya hayatının yalnız görünen dış kısmını bilirler. Ahiretten ise tamamen habersizdirler." (Rûm: 7)
Allah-u Teâlâ işte bizi bu gerçek ve sonsuz hayattan haberdar etmek için, imtihanımızı imanla vermemiz için davetçiler göndermiş ve bizi onlara iman etmekle mükellef kılmıştır.
Bu hakiki davetçilerin insanları imana davet etmeleri, ebedî kurtuluşları için bir çırpınış gibidir. Çünkü onlar ahiretten haberdar edilmişlerdir. Bu günümüzü ve ebedî hayatı bir hayat çizgisi gibi temaşa ederler. Bizi ateşten korumak için, kurtarmak için kendilerini feda edercesine gayret gösterirler.
Nitekim Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Benim misâlimle sizin misâliniz şu temsile benzer: Bir adam var ateş yakmış. Ateş etrafı aydınlatınca pervaneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onları kurtarmaya (mâni olmaya) çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak çoklukla ateşe atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmemeniz için belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe ateşe koşuyorsunuz." (Buhârî, Müslim)
Hususiyetle bu âhir zamanda durum çok daha korkunçtur. Son sayılarımızda arzettiğimiz hakikatlere, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere dikkat ederseniz bu zamandaki insanların ve imanların bu korkunç durumlarını daha iyi kavramış olursunuz.
İşte bütün bu neşriyat bu ateşe düşülmemesi için bir davettir. İçimizden kopup gelen bir haykırmadır. "Ey insanlar! Ey müslümanlar! Nereye gidiyorsunuz? Neresi için çalışıyorsunuz?"
"Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilmiş olsalardı." (Ankebût: 64)
Kur'an-ı kerim'de Firavun devrinde yaşayan bir mümin kişinin Hakk ve hakikata yaptığı davetin hikayesi anlatılırken bu mümin kişinin şöyle dediği haber verilmiştir:
"İman eden adam dedi ki:
'Ey kavmim! Siz bana uyun ki size doğru yolu göstereyim.
Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak geçici bir menfaatten ibarettir. Ahiret ise, devamlı olarak durulacak yerdir.'" (Mü'min: 38-39)
Biz de ahiret hayatını duyurmaya ve imanları kurtarmaya gayret ediyoruz.
"Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır." (Nisâ: 77)
Bu Allah-u Teâlâ'nın beyanıdır. Dünya hayatı geçicidir, yok olmaya mahkûmdur.
"İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür. Aranızda övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği şeyler ekicilerin hoşuna gider. Sonra o bitki kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur. İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah'ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir." (Hadîd: 20)
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı istiyor." (Enfâl: 67)
"Çağırmak" mânâsına gelen "Dâvet" kelimesi, terim olarak hususiyetle "İslâm dinine ve İslâm dininin esaslarının uygulanmasına çağrı" mânâsına gelmektedir.
"Dâvet" mefhumu Kur'an-ı kerim'de muhtelif Âyet-i kerime'lerde değişik ifadelerle belirtilmektedir:
1. "İslâm'a dâvet":
"İslâm'a dâvet edilirken Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?" (Sâff: 7)
Böyle birisinden daha zâlim hiç kimse elbetteki olamaz.
2. "İmana dâvet":
"Peygamber sizi Rabb'inize iman etmeye dâvet ettiği halde ne diye Allah'a iman etmiyorsunuz?" (Hadîd: 8)
Halbuki o sizi en kuvvetli delillerle irşad etmeye çalışıyor. Dünya saâdetine, ahiret selâmetine ermenizi istiyor.
3. "Allah yoluna dâvet":
"Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel söz ve nasihatla dâvet et." (Nahl: 125)
Hidayete ermeleri için teşvikte bulun. Kalplerinin içine ulaşacak şekilde etkili sözlerle onlara nasihat et.
4. "Allah'ın Kitab'ına dâvet":
"Kendilerine Kitap'tan bir nasip verilenleri görmedin mi? Aralarında hüküm vermek üzere Allah'ın kitabına çağırılıyorlar da, sonra onlardan bir grup yüz çevirerek dönüyorlar." (Âl-i imrân: 23)
Onlar Kitab'ın hükmüne uymanın gerekli olduğunu bildikleri halde, Kitab'a uymaya yanaşmıyorlar.
5. "Hayra dâvet":
"İçinizde insanları hayra çağıran, iyilikleri emreden, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imrân: 104)
Hayra dâvet, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. İyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısmıdır.
6. "Kurtuluşa dâvet":
"Ey kavmim! Bu başıma gelen nedir? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz!" (Mümin: 41)
Ben sizi cennete götüren imana dâvet ediyorum, siz ise beni cehenneme götüren kâfirliğe dâvet ediyorsunuz.
7. "Cennete dâvet":
"Allah esenlik yurdu olan cennete çağırır." (Yunus: 25)
Gerçek şenlik ve esenlik cennetlerdedir. Sonu gelmeyen hayat, ihtiyaç bırakmayan zenginlik, zillete yer vermeyen şeref ve itibar ancak cennette mevcuttur.
8. "Hayat kaynağına dâvet":
"Ey iman edenler! Allah ve Peygamber'i sizi, size hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman icâbet edin!" (Enfâl: 24)
Resulullah Aleyhisselâm'ın dâveti Allah-u Teâlâ'nın dâveti demektir. Çünkü Resulullah Aleyhisslâm Allah-u Teâlâ'nın emri ile bu dâveti yapmaktadır.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kur'an-ı kerim'de "Allah'ın dâvetçisi" mânâsına gelen "Dâiyallah" olarak vasıflandırılmıştır.
"Ey kavmimiz! Allah'a çağıran (Muhammed'e) uyun ve ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azaptan korusun." (Ahkaf: 31)
Onun size yaptığı iman çağrısını kabul edin ki, en şiddetli cehennem azabından sizi kurtarsın.
"Allah'a çağıran (Muhammed'e) uymayan kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde âciz bırakamaz. Kendisinin O'ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler." (Ahkaf: 32)
Onlar hidayetten mahrum kalmış kimselerden başkası değildirler.
Ayrıca pek çok Âyet-i kerime'lerde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vazifesinin ancak "Tebliğ" olduğu zikredilmektedir.
"Resul'ün görevi sadece tebliğ etmektir. Allah neyi açıklayıp neyi gizlediğinizi bilir." (Mâide: 99)
Peygamber'e gereken, yükümlü olduğu tebliğ vazifesini yapmak, bu ilâhi dâveti duyanlara gereken de, yükümlü oldukları şekilde ona inanmak, dinlemek, itaat etmek ve emirlerine uymaktır. Zira Allah-u Teâlâ ve O'nun yüce Resul'ü mutlaka iyiyi ve doğruyu emreder.
"Eğer yüz çevirirlerse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen yalnız tebliğ etmektir." (Şûrâ: 48)
Onları zorla inandırmakla yükümlü olmadığı gibi, İslâm'ı din olarak seçmemelerinin sebebi de kendisinden sorulmayacaktır. İman ederlerse menfaati, etmezlerse zararı ve mesuliyeti onlara aittir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Biz, onlara vâdettiğimiz (azabın) bir kısmını sana göstersek de, yahut seni vefat ettirsek de, sana düşen ancak tebliğdir. Hesap görmek ise bize düşer." (Ra'd: 40)
Yani onlara vâdettiğimiz ceza ve azabın hepsi gerçekleşecek. Sen bazısını dünyada gözlerinle görecek olsan da, hiç birini sana göstermeden seni bu dünyadan alacak olsak da, sen buna bağlı değilsin. Sen onların başına geleceği görüp görmeyeceğini düşünmeden vazifeni yapmaya devam et. Senin işin yalnızca tebliğ etmektir. Yaptıklarının cezasını vermek bize aittir. Binaenaleyh bu uğurda can vermek gerekse bile tebliğini yap, gerisini bize bırak.
•
İslâm'da savaşın "Cihad" diye adlandırılması, savaşın gayesinin insan öldürüp üstünlük sağlamak olmayıp, insanları Hakk'a ve hakikata dâvet etmek, onların doğruyu bulmaları için gerekli yolları açmaya ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışmak olduğunu gösterir.
Zira cihadın ilk safhası dâvet olup, dâvet imkânının olması halinde silâhlı savaşa gerek kalmaz. Dâveti kabul edenler artık müslümanların kardeşleridir.
Dünya ve ahireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratan Allah-u Teâlâ, bunun içindir ki ilk insanı ilk peygamber kılmış, insanlar arasından seçtiği ve görevlendirdiği peygamberleri vasıtası ile insanları varlığından haberdar etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Biz peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Tâ ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın." (Nisâ: 165)
Bu âyet-i kerime'de peygamberler gönderilmesinin insanlar için bir zaruret olduğu, daha sonra insanların: "Ey Rabb'imiz! Vaktiyle bize hükümlerini bildiren bir elçi gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tâbi olsaydık, bu felâketler başımıza gelmeseydi!" gibi ortaya atacakları bahanelere yer verilmeyeceği anlaşılmaktadır.
İnsan akl-ı selim sayesinde her ne kadar iyiliklerin faydalarını, kötülüklerin zararlarını idrak edebiliyorsa da, çoğunlukla insanlar onlardan gaflette bulunmaktadırlar. Dolayısıyla insanlar hak yolunu bilen, kendilerine o yola girmelerini emreden ve bu hususta teşvikte bulunan, muhalefet halinde uyaran bir öndere muhtaçtırlar. Çünkü insanlar kendi leh ve aleyhlerinde olan şeylerin bilgisini ancak aracı yoluyla alacak kabiliyette yaratılmışlardır.
İnsanlardan bir kısmı hem sapar hem de saptırırlar. Toplumun düzeni, ancak bunlara dur denilmesi ve hizaya getirilmeleri yoluyla mümkün olabilir.
Bir kısmı ise kısmen isabetli görüşlere sahiptirler. Bunlar doğru yola tam mânâsıyla ulaşamazlar. Bir şeyi elde ederlerse, pek çok şeyi kaçırırlar. Bunlar kendilerini kemal mertebesine ulaşmış, rehbere ihtiyacı olmayan mükemmel insanlar şeklinde görürler. Dolayısıyla onlara içerisinde bulundukları cehaleti hatırlatmak ve onları uyarmak gerekir.
Allah-u Teâlâ'nın yüce hikmeti, zaman zaman hak ve hakikat bilgisine sahip üstün insanlardan birini göndermeyi gerekli kılar. Allah-u Teâlâ onların gönderilmesini insanların karanlıklardan aydınlığa çıkmaları için bir sebep kılar ve kullarına hem kalplerini hem de yüzlerini ona çevirmelerini farz kılar. Mele-i âlâ'da ona itaat eden ve ona katılan kimseye karşı hoşnutluk; karşı çıkan ve düşmanlık edene karşı ise lânet tahakkuk eder. Allah-u Teâlâ insanlara bu durumu haber verir ve gönderdiği kimselere uymalarını emreder. İşte bu zevât-ı kiram'a peygamber adı verilmektedir.
"Allah Azîz'dir, hükmünde hikmet sahibidir." (Nisâ: 165)
Hükmüne karşı gelinmez, yaptığını hikmetiyle sağlam yapar. Peygamber gönderip kitap indirmek de bu hikmetler arasındadır.
Allah-u Teâla peygamber gönderip de emir ve yasaklarını duyurmadıkça hiç bir ferde ve topluluğa azap etmez. Eğer edecek olsaydı onlar şöyle diyebilirlerdi:
"Ey Rabb'imiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, böyle zelil ve rezil olmadan evvel âyetlerine uysaydık!" (Tâhâ: 134)
Bu duruma göre kıyamet günü hiç bir ferdin mâzeret beyan edip uhrevî mesuliyet ve felâketten kurtulması mümkün olmayacaktır.
Allah-u Teâlâ onları yol gösterici ve öğüt verici olmaları için bizzat kendisi terbiye etmiş, din ve dünya işlerinde önder kılmıştır. Onlar insanların en hayırlıları ve en seçkinleri, beşeriyetin ilk mürebbileridirler. Her biri birer numunedirler.
İnsanları Allah yoluna çağırdılar. O'nun emir ve yasaklarını dinlemeye ve itaat etmeye teşvik ettiler. Yoldan sapanların âkibetlerinin kötü olacağını, dünya saâdetinden ve ahiret selâmetinden mahrum olacaklarını haber verdiler. "İşittik, itaat ettik!" diyenleri a'lây-ı illiyyîn'e çıkardılar, söz dinlemeyenleri kendi halerine bıraktılar.
Üzerlerine aldıkları bu ağır vazifeden dolayı dünyevî hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık beklemediler; Livechillâh, rızâen lillâh yaptılar. Almak için değil, vermek için; yaşamak için değl, yaşatmak için gönderilen bu mübarek hidayet kandilleri her türlü gösterişten ve debdebeden uzak oldular.
Yol onlarla aydınlandı, yön onlarla tayin edildi.
Sayıları 124 bini bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i ilâhî'nin birer tecellileridirler. Hâlik-ı azîmüşan'ı en iyi bilenler onlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Geçmiş her ümmet için mutlaka bir uyarıcı peygamber gelip geçmiştir." (Fâtır: 24)
Kur'an-ı kerim'de isimleri geçen ve kıssaları az veya çok anlatılan peygamberler olduğu gibi, isimleri anılmayan ve kıssaları anlatılmayan peygamberler de vardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bir kısım peygamberlerin kıssalarını sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık." (Nisâ: 164)
Acziyetlerini her zaman için itiraf eden, azamet-i ilâhî karşısında korkan ve titreyen bu peygamberler, insanları Allah-u Teâlâ'nın birliğine dâvet ve kul olmaya teşvik ettiler.
Hiç şüphe yoktur ki Allah-u Teâlâ'nın rahmeti ve merhameti gadabından üstündür.
Âyet-i kerime'sinde:
"Rahmetim her şeyi kuşatmıştır." buyurmaktadır. (A'râf: 156)
O'nun rahmetinin dışında bir şey tasavvur etmek mümkün değildir. Hiç bir müslüman ve kâfir yoktur ki, dünyada O'nun rahmetinin ve nimetlerinin eserleri üzerlerinde bulunmasın.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah mahlûkatı yaratınca Levh-i mahfuz'daki, yani Allah katında Arş'ın üstündeki kitabına 'Muhakkak ki rahmetim gadabıma üstündür.' diye yazmasını (Kalem'e) emretti." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1319)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ kullarına bir ikram ve ihsan olarak peygamberler göndererek, o mübarek şahsiyetler vasıtasıyle sapanları yoluna dâvet etmiştir.
Âyet-i kerime'de:
"Her toplumun hidayet rehberi bir yol göstericisi vardır." buyuruluyor. (Ra'd: 7)
Peygamberlerin dâvetinden uzak kalmış hiçbir topluluk yoktur.
•
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'den sonra da peşpeşe vekillerini gönderdi. Her asırda ikaz ve irşadda bulundurdu.
Allah-u Teâlâ bu ümmetin çölağacı misali otlardan olmadığına, diğer ümmetler gibi yalnız kendi maslahat ve menfaati için değil, beynelminel bir vazife için çıkarıldığına işaret ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i imrân: 110)
Sizin bu faziletiniz Hakk katında malumdur ve Levh-i mahfuz'da yazılmıştır. Size bu lütfu bahşederek bütün ümmetlerden üstün kılmıştır.
"İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Bu efdal ümmetin bütün ümmetlerden üstün olması; tâbi oldukları âlicenap peygamberin bütün peygamberlerden hayırlı olmasından dolayıdır.
Allah-u Teâlâ bu ümmeti en seçkin ümmet yapınca; onlara dinlerin en mükemmelini, yolların en güzelini bahşetti. Her şeyin en iyisini lütfetti.
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yani hiçbir peygamberin ümmetine "Emr-i bil-ma'ruf ve nehy-i anil-münker" vazifesi verilmemiş, ancak bu vazife ümmet-i Muhammed'e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İşte bundan ötürü sen onları tevhid'e, birliğe dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma!" (Şûrâ: 15)
Bunlar ümmet-i Muhammed'in öncüleridir.
Hiçbir ümmet yoktur ki arzularının peşine düşmesin; mide ve şehvetlerine bağlı olup, onlar için yaşayıp, onlar uğruna ölmesin.
Ümmet-i Muhammed'e gelince; bu ümmet insanların faydasına çıkarılıp "Emr-i bil-ma'ruf ve nehy-i anil-münker" yapan, Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanıp O'nun uğruna cihad eden mümtaz bir ümmettir. Allah-u Teâlâ onları kullara tapmaktan kurtarıp Hakk'a kul olmaya, bâtıl dinlerin zulmünden kurtarıp İslâm'ın adaletine çıkarmak için göndermiştir.
Muhammed Aleyhisselâm'ın yolundan başka bütün yollar kapalıdır. Hidayet rehberi odur. Hazret-i Allah'a varan hedefe onun yolundan gidilir. O, hakikatin köprüsüdür. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı onun irşad sahası içindedir.
Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre;
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)
Âyet-i kerime'lerinden o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor. O ise Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyan vekilleridir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır. Fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrâil'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Resulullah Aleyhisselâm'a Mâide sûre-i şerif'inin 67. Âyet-i kerime'si ile emir buyurulan tebliğ vazifesi, dini tebliğe ve tazelemeye memur oldukları için, bu peygamber vârislerine de şâmildir.
Enbiyâ-i izâm Aleyhimüsselâm Hazeratı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiya olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a dâvet ederler, ahkâm-ı ilâhîyi takviye ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İçinizde insanları hayra çağıran, iyilikleri emreden, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imrân: 104)
Hem kendileri kurtulur, hem de başkalarının kurtuluşuna vesile olurlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve 'Doğrusu ben müslümanlardanım.' diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet: 33)
Âyet-i kerime her ne kadar Resulullah Aleyhisselâm ve onun Ashab-ı kiram'ı hakkında nazil olmuşsa da; basiret ile Allah'a dâvet eden dâvetçilerin de bu kapsama dahil olduğunda şüphe yoktur.
Allah'a dâvet en güzel sözdür.
Allah-u Teâlâ bir takım kuvvetlere yemin ederek Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!" (Mürselât: 1)
"Estikçe eserek (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!" (Mürselât: 2)
"(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!" (Mürselât: 3)
"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!" (Mürselât: 4)
"(Kalplerde) Allah'ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!" (Mürselât: 5)
"Gerek (Allah'a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun." (Mürselât: 6)
"Bilin ki size vaad olunan şeyler mutlaka olacaktır." (Mürselât: 7)
Kur'an-ı kerim'in 77. suresi, "Gönderilenler" mânâsına gelen "Mürselât" sûre-i şerif'idir.
"Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!" Âyet-i kerime'si ile başlamaktadır. (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Âyet-i kerime'lerden açıkça anlaşılıyor ki, bütün bunların hepsi O'nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O'nun emri ile hareket eder. Zira yarakmak da emretmak de Allah'a mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
•
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir.
Bu gönderilme hususunu size şöyle arzedelim: İsâ Aleyhisselâm Antakya halkını Tevhid'e dâvet etmek için Havâriler'inden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
Allah-u Teâlâ bu hadiseyi Kur'an-ı kerim'inde şöyle haber veriyor:
"O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk'a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmedden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.
"Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik." (Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da o halkı aynı surette Tevhid'e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.
Bu üç zât Antalya halkına:
"Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi." (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisselâm gönderdi, fakat Allah-u Teâlâ "Biz gönderdik." buyuruyor. "Biz gönderdik." buyurulması, İsâ Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh bu gönderilenler Allah-u Teâlâ'nın emrini tebliğ ediyorsa, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor. Niçin? Gönderilmiş olduğu için.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir. "Ey kulum! Benim ahkâmım sana duyurulmadı mı? Benim ahkâmıma mı iman ettin, yoksa imamına mı iman ettin?"
Âyet-i kerime'de:
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız." buyuruluyor. (İsrâ: 71)
Binaenaleyh hiç şüphe yok ki bu azgınları da yola getirmek için Allah-u Teâlâ bir ikazcı gönderir. Bu ikazcı O'nun tarafından gönderilir ve kıyamete kadar bunları eksik bırakmaz.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Sehm-i nübüvvet" ve "Sehm-i velâyet"inden nasip alanlar Hakk iledirler ve Hakk'tan bahsederler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde onları şöyle tarif ediyor:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâmın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ'nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.
Onlar hem ahkâm-ı ilâhiyi tebliğ ederler, hem de Allah-u Teâlâ'nın onlara hususi duyurduğu ilmi yayarlar.
Onlar Allah-u Teâlâ'nın hüccetini ayakta tutmakla görevlidirler.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud: 4391)
Fakat bin seneden sonra gönderdiği ikinci bin yılın müceddidi onlara katiyyen benzemediği için ona o ilim verilmiştir. Ona verilen kemâlât çok büyüktür. Yüz senede bir gönderilenlerle bin seneden sonra gönderilen arasındaki farkın büyüklüğü buradan doğmaktadır.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususa işaret ederek şöyle buyurur:
"Bilesin ki, her yüz başında bir müceddid gelip geçti. Ne var ki, yüz senelerin başında gelen müceddid ile, bin senenin başında gelen müceddid bir değildir. Bunların arasındaki fark, bin ile yüz arasındaki fark gibidir. Hatta daha da fazla...
Müceddid o zâttır ki: O müddet içinde ümmete her ne gibi feyz varidatı gelirse onun vasıtası ile gelir. İsterse o vaktin kutupları, evtadı, ebdali ve nücebası bulunsun." ("Mektûbât"; 317. Mektûb)
Yani bu zaman ayrı bir zamandır, ulü'l-azm peygamberlerin zamanı gibi bir zamandır. Allah-u Teâlâ ikinci bir devri açmıştır.
İşte beşeriyetin içinde bu ikinci ilimden yararlananlar bunlardır.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın kendi dinini ayakta tutmak için hüccet verdiği kimselerdir.
Diğer bir beyanları da şöyledir:
"Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü'l-azm peygamberlerin işini görür." ("Mektûbât"; 234. Mektûb)
Allah-u Teâlâ ulü'l-azm peygamberlerine vazife yaptırdığı gibi, bunları da vazifeli kılar ve dininin emirlerini hatırlatmaya, hidayetinin artırılmasına, nurunun yayılmasına vesile eder.
Hadis-i şerif'te geçtiği üzere yüz senede bir gelecek irşad memurları vardır. O devir başka idi, bu devir başkadır. Burada tarif edilen, bin senede bir gelecek olandır. Gelen ulü'l-azm peygamberin vazifesi ile geliyor. Artık o zaman geride kaldı, yeni zamanı tanıtmaya çalışıyoruz.
Bin seneye kadar hudut vardı, bin sene sonraki icraat ise budur. Ulü'l-azm peygamberleri gönderdiği gibi, ona denk olan vazifedarları da gönderir.
Bunlar bu devirdeki bozukluğu düzeltmek için gönderilmiştir. Ulü'l-azm peygamber gibi.
Allah-u Teâlâ Yahya Aleyhisselâm'a, son Peygamber'in ümmetinden olan bu büyük zâtı müjdeleyerek nebilerin ve resullerin dahi gıpta edeceği bir kemâlatla göndereceğini vahyetmiş ve beyanlarının bir noktasında şöyle buyurmuştur:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!" ("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 22-23)
Gıbta etmelerinin sebebi ve hikmeti; onu Allah-u Teâlâ gönderdiği için, irşadını O yaydığı için, bu nuru bütün dünyaya O sirayet ettirdiği içindir.
Zira Allah-u Teâlâ diğer nebileri ve resulleri yakınlarına, yahut kendi kavimlerine, kendi muhitlerine, kendi mıntıkalarına gönderdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ise umuma gönderdi. Bu ise Rahmeten lil-âlemîn olan Hâtem-i nebi'nin vekili olduğu için, onun irşadını hem dünyaya sirayet ettirdi, hem âlemlere sirayet ettirdi. Onun vazifesi olduğu gibi nakledildiği için, umumî bir irşad var.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhü'l-Gayb" adlı eserinde buyurur ki:
"O resul ve nebilerin vekilidir, peygamberler bunu vekil etmişlerdir." (33. Makale)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ahirete intikal ettikten sonra zamanın uleması, onu gördükleri için ikinci bin yılın müceddidi olarak onu ilân ettiler, ilerisini göremediler. O ise çok ilerisini gördüğü için "O benim." demiyor, kendisinden dört yüz sene sonra gelecek zâtı tarif ediyor ve ona neler verileceğini de ifşâ ederek şöyle buyuruyor:
"Kutb-u irşad, ferdî kemâlâtı dahi üzerinde topladığı için pek değerli bir şahıstır.
Nice uzun asırlardan ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir." ("Mektûbât"; 260. Mektûb)
Bu büyük veli bu ilmin geleceğini görmüş ve bu ilmi duyurmak istiyor. Aynı zamanda kendisinin o olmadığını belirterek Hâtem-i veli'ye işaret ediyor. Çok ileriyi görmüş ve çok ileriyi tarif etmiş. Kendisinin "İkinci Bin Yılının Müceddidi" olmadığını, onun çok uzun asırlardan sonra geleceğini beyan ediyor. Nitekim dört asır sonra geldi.
Hazret "Mektûbât" adlı eserinin "209. Mektûb"unda ikinci bin yılın en faziletlileri olan Hâtem-i veli, Mehdi Resul ve İsa Aleyhisselâm'ın geçmiş velilere kıyasla üstünlüğünü, fitne-fesad zamanlarında gönderilen ulü'l-azm peygamberler gibi dini kuvvetlendireceklerini beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Bizden evvelki şeriatlerde, bir ulü'l-azm peygamberin vefatından sonra bin sene içinde, enbiyâ-i kiramdan veya rüsul-ü izâmdan bir peygamber gönderilir, bunlarla o peygamberin dini kuvvetlendirilirdi. Onun devresi tamamlanınca, ulü'l-azm peygamberlerden bir başkası gönderilirdi.
Muhammed Aleyhisselâm peygamberlerin sonuncusu olduğu için ve onun dini nesihten ve değiştirilmekten korunduğu için onun ümmetinin âlimlerine enbiyâ hükmü verildi. İslâmiyet'i kuvvetlendirme işi bunlara bırakıldı. Bunlardan başka ulü'l-azm bir peygamber (İsa Aleyhisselâm) da onun şeriatine sokuldu. Onun şeriatini kuvvetlendirme işi buna da verildi.
Anlatılan mânâ üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'de şöyle buyurdu:
"Bir zikir olan Kur'an'ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr: 9)
Bilesin ki;
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in vefatından bin sene geçtikten sonra, ümmetinden gönderilen âlimlerin sayısı az ise de, bu şeriati tam kuvvetlendirmeleri için, çok yüksek olacaklardır.
Zaten bunun için Resulullah Aleyhisselâm Mehdi'nin teşrif edeceğini haber vermiştir, bin sene sonra gelecektir. İsa Aleyhisselâm da aradan bin sene geçtikten sonra gökten inecektir.
Bin sene sonra gelen evliyânın yükseklikleri, Ashâb-ı kiram'ın yüksekliklerine benzemektedir.
Her ne kadar peygamberlerden sonra en üstün Ashâb-ı kiram ise de, sonra gelenler bunlara çok benzedikleri için, hangilerinin daha üstün oldukları anlaşılmaz gibi olmuştur.
Bu mânâ icabı olarak Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
'Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.' (Tirmizî)
Bunu böyle anlatırken: 'Bilemiyorum, evvelkiler mi daha üstündür, sonrakiler mi?' buyurmadı. Çünkü hangilerinin daha üstün olduğunu biliyordu.
Yine anlatılan mânâ icabı olarak şöyle buyurdu:
'İnsanların hayırlısı benim zamanımdaki müslümanlardır.' (Buhârî)
Fakat çok benzedikleri için, tereddüt hasıl olduğundan: 'Bilinmez' tabirini kullandı.
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
'Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'ın zamanından sonra tâbiîn asrının yüksek olduğunu söyledi. Onlardan sonra da tebe-i tâbiîn asrının üstün olduğunu bildirdi. Bunların da bin sene sonra gelenlerden daha üstün oldukları anlaşıldı. Sonra gelenlerin Ashâb-ı kiram'a çok benzemesi nasıl olur?'
Bu soruya şöyle cevap verebilirim:
O iki asrın, bu son gelenlerden daha üstün olması, belki onlarda evliyâ sayısının çok ve bid'at sahiplerinin az olduğu için olabilir. Bunun için, sonra gelenler arasında birkaç evliyânın, o iki asırda bulunan evliyâdan daha yüksek olduğunu söylemek yanlış olmaz. Misal olarak Hazret-i Mehdi'yi söyleyebiliriz." ("Mektûbât"; 209. Mektûb)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu ilmin Allah-u Teâlâ tarafından geldiğini ve bu devrin Asr-ı saâdet'e benzeyeceğini, diğer Evliyâullah Hazeratı'nın bu ilmi açıklamadığını, gizli ve kapalı sırların açılacağını ve izahının yapılacağını ve fakat birçok kimsenin anlamayacağını bir başka mektuplarında beyan etmişlerdir.
Buyururlar ki:
"Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki, baş tarafa benzemektedir.
Herhalde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bunun için:
'Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.' (Tirmizî)
Buyurdu da: 'Başlangıcı mı hayırlıdır, ortası mı?' buyurmadı. Demek ki sonra gelenlerin öncekilere daha ziyade benzediğini gördü, bu arada bir tereddüt oldu.
Diğer bir Hadis-i şerif'inde:
'Ümmetimin en faziletlileri önde ve sonunda gelenlerdir, ikisinin arası bulanıktır.' buyurdu. (Câmiu's-sağîr: 4056)
Evet... Bu ümmetin son gelenleri arasında baştakilere çok benzeyenler olacaktır. Fakat sayıları azdır, hatta azdan dahi azdır. Ortada gelenlerde o kadar benzeyiş yok ise de miktarları çoktu, hem pek çoktu. Fakat sondakilerin az oluşu kıymetlerini daha da arttırmış, öncekilere daha da yaklaştırmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları şu Hadis-i şerif'i ile müjdeli kıldı:
'Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu gariplere!' (Müslim)
Bu ümmetin sonu, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefatından bin sene sonra, yani ikinci binin başlaması ile başlamıştır. Çünkü aradan bin sene geçmesi ile insanlarda büyük bir değişiklik ve eşyada kuvvetli bir tesir meydana çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ bu dini kıyamete kadar değiştirmeyeceği için, ilk zamanda gelenlerin tazelikleri sondakilerde de görülmekte ve böylece ikinci bin yılın başında bu dini kuvvetlendirmektedir.
Bu iddiâyı ispat etmek için iki kuvvetli şahit olarak İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Hazretleri'nin bu bin içinde var oluşlarını gösterebiliriz.
Bir şiir:
'Alsaydı kudsî ruhtan eğer yardımını,
İsa'dan başkası da yapardı onun yaptığını.'
Ey kardeşim! Bugün bu sözler pek çok kimselere ağır gelir, anlayışlarından uzak görülür. Fakat onlar bilgileri, mârifetleri insaf ile ölçerlerse ve İslâmiyet'le karşılaştırırlarsa, İslâmiyet'e hangisinin daha çok tazim ve hürmet ettiğini görüp kabul ederler." ("Mektûbât"; 261. Mektûb)
Her yol yoldur, bu yola varıncaya kadar. Bu yol ise başa benzediği için şekli değişiyor.
Geçmiş Enbiyâ-i izam Hazerâtı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini, yapacağı icraatları haber vermişlerdi. Hâtem-i veli de böyle oldu. Gerek Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, gerek İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri, gerekse diğer birçok evliyâullah da ondan haber verdiler. İkisi de hep bir noktaya geliyor.
Hazret yine bir mektuplarında:
"Bu ilimlerin ve mârifetin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara gizli bir mânâ değildir." buyuruyor. ("Mektûbât"; 317. Mektûb)
Yani onu görmüyorsan, ona Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiğini de mi görmüyorsun, oradan da mı tanımıyorsun?
Buradan anlaşılıyor ki bu doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş, desteklenmiş, O'nun ilmi ile mücehhez olmuş.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinin 1. cildinin 436. sayfasında onun kitaplarının Hazret-i Kur'an'la dolu olacağını, bu ilmin has bir ilim olduğunu iki asır öncesinden haber vermekte, o devirde yaşayacak bütün ehl-i imanı bu zâta tâbi olup kurtulmaya teşvik etmektedir:
"Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir.)"
Bütün ilâhî kitapların hülâsası Kur'an-ı kerim'dir. Kur'an-ı kerim'in bütün Âyet-i kerime'leri girdiğine göre kütüb-i semâviye bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir.
Nitekim Süleyman Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'ya şöyle niyazda bulunmuştu:
"Ey Rabb'im! Beni bağışla! Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver!" (Sad: 35)
Bu da mânevî saltanattır, Allah-u Teâlâ kıyamete kadar başkasına vermeyecek, artık kıyamete kadar böyle bir kitap yazılmayacak. Niçin? Devir Hâtemü'l-evliya ile kapandığı için. Üçüncü bir hâtem yok.
Nitekim Bediüzzaman -kuddise sırruh- Hazretleri "Emirdağ Lâhikası" isimli eserinde Hazret-i Mehdi'nin vazifesinden bahsederken, Hazret-i Mehdi'den önce gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitapların Hazret-i Mehdi'ye hazır bir program olarak hazırlandığını işaret etmiştir.
"O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak." (sh. 259)
•
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri küllî ilâhî tecellî'nin Hâtemü'l-velâye'nin hakikatine yerleştirildiğini ve aslî vâroluş maddesi olan bu velâyeti vâsıtasız olarak Allah'tan aldığı için, onun Resulullah Aleyhisselâm'ın halifesi değil, doğrudan doğruya Allah'ın halifesi olduğunu beyan buyurmuştur:
"Onun velâyeti bâtında Hâtemü'l-velâye'ye en şümullü, en tam şekilde mazhar olan, zâhirdeki en kâmil vârisinde zuhûr eder. Bu itibarla böylece o da, Hâtemü'r-rüsul'ün hasenâtından bir hasene olur.
Ancak, vasıtasız olarak Allah-u Teâlâ'dan alması nedeniyledir ki; o Resulullah'ın halifesi değil, bizzat Allah'ın halifesidir." ("Şerhü'l-Fusûs li'l-Bosnevî"; Nâfiz Paşa, no: 536, 500. yp.)
Size bunun böyle oluşunun sebebini ve hikmetini arzedelim:
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vazifede iken Allah-u Teâlâ'nın himayesi altında idi, O'nun emri ile desteği ile yürüyordu. Fakat ahirete irtihal edince artık onun dinlenme vakti gelmiştir. O vazifesini bitirmiş, istirahat hâlindedir. Dinlenmeye ve seyretmeye hak kazanmıştır, çünkü o çok çalıştı. Fakat o her şeye vâkıftır. Şimdi ise Allah-u Teâlâ onu değil de ikinci kandili çalıştırıyor, o kandile nazar ediyor, emrini ve hükmünü o kandilde yürütüyor. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ'nın halifesi olmuş oluyor. İşte görülüyor ki vazife de ayrıldı, hilâfet de ayrıldı, Resulullah Aleyhisselâm'ın durumu da ayrıldı.
Allah-u Teâlâ ona kendisini bildirmiş, onu kendisine vâkıf ettirmiş, her şeyin O'ndan olduğunu duyurmuş. O'nu biliyor, yaratılanların da O'ndan olduğunu biliyor. Bunun sırrı da budur. İlâhî olduğu için, ilâhî kelimesinin içinde bu işler oluyor.
Onun yaptığı her iş ve icraatlardan Resulullah Aleyhisselâm yetinir.
Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bizzat onunla yetinip karar kılar." (Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resul c. 1, s. 619)
Bu hallere nazar eder, yaptığı her iyi işten memnun olur, iyiliği için duâ eder, onu kötülüklerden mahafaza etmesi için Cenâb-ı Hakk'a niyaz eder. Fakat ona güvendiğinden ve memnuniyetinden ötürü hiçbir işine karışmaz, hiçbir icraatına müdahale etmez. Allah-u Teâlâ onu yönettiği için buna lüzum görmez. O şimdi seyir hâlinde bulunuyor. Her şeyden haberdardır, fakat hiç karışmaz.
Çünkü imtihan sahasında Hâtem-i veli var. Şimdi o imtihan sahnesindedir ve imtihanını vermek zorundadır. "İyi mi verecek, kötü mü verecek? Nasıl çalışacak?" İmtihanda olduğu için karışmaz işine. Niçin? İmtihanda olduğu için, başlıbaşına da bir kandil olduğu için ve Allah-u Teâlâ'nın da halifesi olduğu için, işine karışmaz. İşe karışsa onun halifesi olacak. İşe karışmaz ki Allah-u Teâlâ'nın halifesi olduğu belli olsun.
Bizzat O'nun halifesi olduğu için, zaten vazifeli idi; bunun üzerine bir de Rahmeten lil-âlemîn'in bütün emaneti yüklenince, yaratılışı öyle olduğu için onun emaneti ile yürüdü, o vazife ile yürüdü.
Daha doğrusu hem Allah-u Teâlâ'nın halifesi, hem de Resulullah Aleyhisselâm'ın bâtınî vârisidir. Ona da lütfetmiş, ona da lütfetmiş. Ona ayrı lütfetmiş, ona da lütfetmiş. Aynı zamanda onun vârisi.
Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyurmaktadır:
"Veliliğin tam zuhuru da 'Velilerin sonuncusu' ile olacak. İki âlem de onunla tamamlanacak, onunla kemâl bulacak. Bütün velilerin varlıkları, son velinin âzâsına benzer. O küldür, öbürleri cüz. Onun 'Peygamberlerin sonuncusu'yla tam bir münâsebeti vardır. Bu yüzden umumî rahmet de onunla zuhur eder. İki âlem de ona uyar, Âdemoğulları içinde Allah'ın halifesi odur." (Gülşen-i Râz)
Niçin O'nun halifesi oluyor? İlmi O'ndan aldığı için.
Bu ilim Allah-u Teâlâ'ya âittir, ilm-i billâh'tır ve en son ilimdir. Şunu çok iyi bilin ki bu ilim Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği, ikram ettiği bir ilimdir. Doğrudan doğruya O'nun bildirdiği, O'nun duyurduğu için de İlm-i billâh'ın âlâsı, has ilmullâh oluyor.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Hatm'in durumu son derece muhteşemdir! Allah âdemoğlu içinde bir muhteşemlik kılmış ve onları çok büyük bir iş için yaratmıştır."
"Onun halifeliği de Halifelik Sahibi'nin hükümdarlığından bir şûbedir." ("Hatmü'l-Evliyâ", 14. Bölüm)
Allah-u Teâlâ onu mükemmel ve mütemmim kılmış. Ona ne verdiğini, onu nasıl kullandığını ancak O bilir.
Halkı ebedî saâdet ve selâmete, cennet-i a'lâ'ya dâvet ettiğimiz gibi; Firavun'un çevresinde de iman edenler vardı, Firavun'u ve etrafını imana dâvet ediyordu.
Firavun kudret ve saltanatını koruma çarelerini düşünmeye başlamıştı. Etrafı da az-çok işin farkındaydı. Firavun'u Musa Aleyhisselâm'a karşı tahrik ederek harekete geçirmek istediler ve dediler ki:
"Musa'yı ve kavmini yeryüzünde fesat çıkarıp bozgunculuk yapsınlar; seni de, ilâhlarını da terketsinler diye mi bırakıyorsun?" (A'râf: 127)
Bu halkın senin hakkındaki düşünce inancını bozacaklar, seni ve ilâhlarını terk edecekler, milli bütünlüğü ortadan kaldıracaklar. Hiç bunlar bırakılır mı?
Firavun, Musa Aleyhisselâm'ı öldürme cesaretini kendinde bulamıyordu. Asâdan öyle gözü yılmış, Musa Aleyhisselâm'dan öyle korkmuştu ki; Musa denildiği zaman, yerden göğe ağzını açmış, kendini yutmaya hazır bir ejderhânın üzerine atıldığının hayali zihninde canlanıyor, lâkin bu korkusunu gizlemeye çalışıyordu.
Kavminin ileri gelenlerinin fikirlerine şöyle karşılık verdi:
"Oğullarını öldürtürüz, kadınlarını sağ bırakırız." (A'râf: 127)
Nitekim daha önce de böyle bir tedbire başvurup, İsrailoğullarından çok sayıda erkek çocuklarını öldürtmüştü.
"Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz." (A'râf: 127)
İktidar bizim elimizdedir. Kahredici gücümüzle, ezici yönetimimizle istediğimiz gibi hepsini ezebiliriz. Çoğalıp başkaldırmalarına meydan vermeyiz.
Onlar Musa Aleyhisselâm'ı ne şekilde öldürecekleri hususunda görüşmeler yaparken, Allah-u Teâlâ kendi adamlarından bir iman kahramanını karşılarına çıkartmıştı.
Firavun'un yakınlarından olan bu zât Musa Aleyhisselâm'ı çok severdi. Sarayda büyümesine yardım etmişti. Daha sonra Musa Aleyhisselâm'a inanmıştı. Önceleri temkinli hareket etmiş, imanının gizlemişti. Gizliden gizliye bir süre Firavun'u avutmuş ise de, nihayet Musa Aleyhisselâm'ın kesin kararlılığı karşısında meydana çıkmak lüzumunu hissederek önce nasihata başlamış, sonra da açıktan açığa meydana atılmıştır.
Bu mümin dâvetçinin Firavun'a ve kavmine karşı olan nasihatlarını ve mücadelesini Allah-u Teâlâ Mümin sure-i şerif'inde beyan buyurmuş, bu sûreye onun adına izafe olarak "Mümin sûresi" denilmiştir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Firavun âilesinden olup olup imanını gizleyen mümin bir adam dedi ki:
"Rabb'im Allah'tır diyen bir adamı mı öldüreceksiniz?" (Mümin: 28)
Oldukça çirkin bir işi bunun için mi işleyeceksiniz? Onun Rabb'i, aynı zamanda sizin de Rabb'inizdir, sadece onun değil.
"Halbuki o Rabb'inizden size apaçık delillerle (mucizelerle) gelmiştir." (Mümin: 28)
Bütün bunlar onun doğru sözlü olduğuna şehâdet ediyor.
"Eğer yalancı ise yalanı kendisinedir." (Mümin: 28)
Allah'a yalan isnadı, başka birine yalan isnadı ile bir değildir. Eğer bir kimse haddi aşmış ve yalancı ise, Allah ona mucizelerini göstermez ve kendisini bu mucizelerle desteklemezdi.
"Eğer doğru sözlü ise, sizi tehdit ettiklerinin bir kısmı başınıza gelebilir." (Mümin: 28)
Çünkü o peygamber, sizin kendisine muhalefet etmeniz halinde, dünya ve ahirette azaba uğramakla tehdit etmektedir. Haber verdiği azapların hepsi değil bir kısmı bile size isabet edecek olsa, bu bir kısımlık azap sizin helâkiniz için yeterlidir.
"Doğrusu Allah, haddi aşan, yalancı olan kimseyi doğru yola iletmez." (Mümin: 28)
Bu sözde, Firavun'a tariz vardır. Çünkü o, Allah-u Teâlâ'ya karşı son derece haddi aşan ve yalancı birisidir. İlâhlık dâvâsında bulunmaya cüret etmiştir.
•
İman kahramanı mümin zat Allah-u Teâlâ'nın hışmından sakındırıp mülk ve saltanatları kendilerini kurtaramayacak olan çetin azabından korkutarak nasihatlarına şöyle devam etti:
"Ey kavmim! Bugün memlekette hükümranlık sizindir, başta olanlar sizsiniz." (Mümin: 29)
Siz Mısır'da İsrâiloğulları'na üstün ve galipsiniz. Bugün onları ezmiş ve köle edinmiş durumdasınız.
Allah-u Teâlâ size bu mülkü vermek, bu üstünlüğü sağlamak ve çok büyük yetkilere sahip kılmakla size nimet vermiş bulunmaktadır. Bu nimetlere şükrederek karşılık verin. Elçisini yalanlamanız halinde gelecek azabı bekleyin.
"Amma Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa, kim bizi Allah'ın hışmından kurtarır?" (Mümin: 29)
Elbette ki kimse yardım edemez. Bu orduların, bu askerlerin hiçbir faydası olmaz.
O sizi azaplandırmayı dileyecek olursa, o azabı hiçbir kuvvet geri çeviremez.
Mümin zât, kendisini de o toplumun bir ferdi gibi gösteriyordu ki, kendisini onlardan ayrı görmediğini ve hepsinin de iyiliğini düşündüğünü bilsinler. Umulur ki nasihatları dinlenir de hidayete erip imana kavuşurlar.
•
Firavun bu sözlere kızmamış, ancak söylediklerine de kulak asmamıştı. Gururu kendisini o derece kaplamıştı ki, bu sâlih kişiye cevap vermek üzere kavmine şöyle dedi:
"Ben size yalnızca kendi görüşümü söylüyorum ve size ancak doğru yolu gösteriyorum." (Mümin: 29)
Firavun yalan söylüyordu. Çünkü şiddetli bir korku duyuyordu. Fakat dışarıya karşı kendisini cesurmuş gibi gösteriyordu. Eğer korkmasaydı, hiç kimseyle aslâ istişâre etmezdi.
Firavun'un görüşündeki ısrarı karşısında mümin zât, başka bir üslupla nasihatına devam etti. Dikkatleri tarihte gelip geçen eski kavimlerin âkibetlerine çekti. Olur ki bu defa ürpirir, katılaşan kalpleri yumuşar.
"Ey kavmim! Doğrusu sizin için, Nuh kavminin, Âd, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi peygamberleri yalanlayan toplulukların uğradıkları bir günün benzerinden korkuyorum." (Mümin: 30-31)
Geçmiş devirlerde Allah'ın dâvetçilerini yalanlayan kavimlerin uğradıkları azap gününün size de gelip çatmasından çekiniyorum. Allah'ın azabı onlara gelmişti de, hiç kimse onlardan bu azabı geri çekip engelleyememşti.
Bu zât gerçekten çok büyük bir cihad yapıyordu. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cihadın en büyüğü zâlim sultana hakikati tebliğ etmektir." (Ebu Dâvud)
Hakikati söylemenin cihadın eh büyüğü olması, gerçeği söylemekten duyulan korkudur. Çünkü delil ve hüccetle yapılan cihad, silâhla yapılandan çok daha büyüktür.
"Allah kullarına zulmetmek istemez." (Mümin: 31)
Onları aleyhlerine ileri sürülecek delil sabit olmadan helâk edecek ve günahsız yere kendilerini cezalandıracak ve aralarındaki zâlimi de intikam almadan salıverecek değildir. Haddi aştıkları, azabı hakettikleri takdirde artık azabın gelmesi, adaletin yerini bulması demektir. Böylece onları görenlere ve daha sonra gelecek nesillere onların durumunu ibret olarak gösterir.
Mümin kişi daha sonra ahiret azabını da hatırlatıp sakındırmak maksadıyla nasihatlarını şöyle sürdürdü:
"Ey kavmim! Âh-u figân gününden sizin hesabınıza korkuyorum." (Mümin: 32)
Siz de peygamberinize muhalefette ısrar ederseniz, sizin de başınıza böyle bir felâketin gelmesi şüphesizdir.
Âyet-i kerime'de geçen "Tenad günü" çağrışma, bağrışma günü demektir ki, kıyamet gününün bir ismidir. Her taraftan gelen bağırıp çağırmaların birbirlerine karışıp, mahşerdeki itişme ve kakışmalardan meydana gelen manzara gerçekten çok korkunçtur.
"Arkanıza dönüp kaçacağınız gün, Allah'a karşı sizi himaye eden bulunmaz. Allah'ın saptırdığını doğru yola getirecek yoktur." (Mümin: 33)
Hidayet ancak Allah'tandır. İnsanlardan kimin hidayete layık, kimin sapıklığa müstehak olduğunu en iyi bilen O'dur.
"Daha önce Yusuf da size apaçık muziceler getirmişti. Onun size getirdiği şeyler hakkında da kuşkulanıp durmuştunuz." (Mümin: 34)
Atalarınızın o şek ve şüpheleri bugün sizin aranızda da devam edip durmaktadır.
"Hatta o vefat edince 'Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez.' dediniz. " (Mümin: 34)
İnkâr ve isyanınız üzere kalmaya devam ettiniz. Bütün bunlar bedbahtlığınızdan ileri gelmektedir.
"İşte Allah, haddi aşan şüpheci kimseleri böyle şaşırtır." (Mümin: 34)
Artık gözleri önünde parlayan nice nice hakikatleri göremez olurlar. Hiçbir hüccet ve delile dayanmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında tartışmaya girişirler.
Nitekim mütebâki Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı halde, Allah'ın âyetleri hakkında tartışırlar." (Mümin: 35)
O âyetleri bertaraf etmek ve çürütmek maksadıyla kesin delillere, ceâletleri ile karşı çıkarlar.
"Gerek Allah katında gerek iman edenlerin yanında bu davranışa karşı kızgınlık ve öfke büyümüştür." (Mümin: 35)
Allah-u Teâlâ'nın da iman edenlerin de onlara duydukları öfke alabildiğine büyüktür. Onların bu durumlarını Allah-u Teâlâ öfke ile karşılar, müminler de bu gibi kimselere karşı öfke duyar. Allah-u Teâlâ'nın âyetlerine dil uzatanlar ilâhî azaba mahkûm oldukları gibi, kalplerinde hidayete açılan kapı kapanmıştır. Böylece de sapıklık girdabına gömülüp kalırlar. Artık hiç kimse onları kurtaramaz.
"Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler." (Mümin: 35)
Kalpleri mühürlenenler ilâhi dâveti alamazlar. Kalp mühürlü olduğu için işitme kabiliyetleri de yok olmuş demektir.
İsyana dalma kalbin hastalığı olduğu gibi, inkâr da onun ölümüdür.
Akıllı kişi kalbinin mühürlenmesiyle değil, göğsünün açılmasıyla sonuçlanacak sebeplere sarılmalıdır.
•
Firavun ve kavmi sapıklık ve inkârlarında devam ederken, o mümin kişi de onları Hakk ve hakikata çağırmaya devam etti.
Buyurdu ki:
"Ey kavmimi! Size bana uyun ki size doğru yolu göstereyim." (Mümin: 38)
Öyle bir yola ki, bu yolu tutan kimse maksadına erişir, hidayete kavuşur, kurtuluşa ve cennet yoluna ulaşır.
"Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak geçici bir menfaattan ibarettir." (Mümin: 39)
Fazla geçmeden zeval bulacaktır, fânidir, orada bulunan faydalar basit ve önemsizdir. Kendisinden muvakkat bir zaman için istifade edilir. Kazanılanlar kişinin ölümü ile elinden çıkar. Dünyaya büsbütün meyletmek, her türlü fitnelerin kaynağıdır.
"Âhiret ise, devamlı olarak durulacak yerdir." (Mümin: 39)
İstikrar ve ebedîlik yurdudur, zevâlsizdir, geçici değildir. Orada ya nimetler içerisinde veya cehennemde ebedî kalmak vardır. Nazarı itibara alınıp, ehemmiyet verilmesi gereken yer orasıdır.
"Kim bir kötülük işlerse, ancak onun misliyle cezalandırılır." (Mümin: 40)
Herhangi bir artırma olmaksızın sadece kötülüğü kadar ceza görür.
"Erkek olsun kadın olsun, kim de inanmış bir mümin olarak amel-i salih işlerse, işte onlar cennete girerler ve orada hesapsız olarak rızıklandırılırlar." (Mümin: 40)
Onlara verilecek karşılık belli bir miktar ile değildir. Allah-u Teâlâ sonu gelmeyen ve tükenmeyen ecirlerle mükâfatlandıracaktır.
"Ey kavmim! Bu başıma gelen nedir? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz!" (Mümin: 41)
Ben sizi cennete götüren imana dâvet ediyorum, siz ise beni cehenneme götüren kâfirliğe dâvet ediyorsunuz.
"Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyi O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz, ben ise sizi Azîz olan bağışlaması çok olan Allah'a çağırıyorum." (Mümin: 42)
Siz beni Allah'ı inkâr etmeye, O'na şirk koşmaya dâvet ediyorsunuz; ben ise sizi bir olan, güçlü olup mağlup edilemeyen ve kullarının günahlarını çokça bağışlayan Allah'a dâvet ediyorum.
"Sizin beni kendisine ibadete çağırdığınız şeylerin, ne dünyada ne de âhirette hiçbir dâvet gücü yoktur." (Mümin: 43)
Nasıl oluyor da onlara tapıyorsunuz, körü körüne peşlerinden gidiyorsunuz?
"Hepimizin dönüşü Allah'adır." (Mümin: 43)
Öldükten sonra tekrar hayata kavuşacak, Rabb'imizin mahkeme-i kübrâsına sevkedileceğiz. O, herkese yaptığının karşılığını verecektir.
"Bütün haddi aşanlar şüphesiz ki cehennemliktirler." (Mümin: 43)
Sapıklık ve taşkınlıkta aşırı gidenler, kuşkusuz cehennemde ebedî kalacaklardır.
•
Bu imanı gür mümin, bunları canını dahi kaybedeceğini bilmesine rağmen azgın Firavun'un ve maiyetinin yüzüne karşı tereddütsüz ve korkusuzca haykırmıştır. Artık söyleyeceğini söylemiş, vicdanı rahatlamış olarak işi Allah'a bırakmaktan başka yapılacak şey kalmamıştır.
Yaptığı samimi öğütlerin pek yakında hatırlanacağını, fakat bu hatırlayışın kendilerine hiç bir fayda sağlamayacağını beyan ederek konuşmasını tamamlamış, yapması gereken ulvî vazifeyi yerine getirmiştir.
Bundan ötesi Allah'a âittir:
"Size söylemekte olduklarımı yakında hatırlayacaksınız." (Mümin: 44)
Azabı gördüğünüzde bir kısmınız diğerine benim nasihatımdan söz edecek, sözlerimin doğru olduğunu anyacaksınız. Pişmanlığın fayda vermediği bir zamanda pişman olacaksınız.
"Ben işimi Allah'a havale ediyorum." (Mümin: 44)
O'na tevekkül ediyor, O'ndan yardım diliyorum ve sizinle bütün ilişkilerimi kesiyorum.
"Çünkü Allah kullarını çok iyi görendir." (Mümin: 44)
Onların hallerinden hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.
Bu dâvetçi mümini öldürmek istemişlerse de Allah-u Teâlâ onu muhafaza etmiştir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nihayet Allah onu, onların kurmak istedikleri tuzakların kötülüklerinden korudu." (Mümin: 45)
Gizli plânlarını boşa çıkardı.
•
Bir gün Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz oldukça kalabalık bir cemaate şunu sordu:
"Bana insanların en kahramanının kim olduğunu haber verir misiniz?"
Onlar da hep bir ağızdan:
"Sensin!" diye cevap verdiler ve aralarındaki konuşma şöyle devam etti:
-Ben bugüne kadar kiminle vuruşmak üzere karşılaştımsa, mutlaka intikam almak istedim. O bakımdan siz bana en kahraman kişinin kim olduğunu haber verin.
-Bilmiyoruz. Yâ Ali! En kahramanın kim olduğunu lütfen sen söyle.
-Ebu Bekir -radiyallahu anh-dir. Çünkü Kureyş müşrikleri Resulullah Aleyhisselâm'ın etrafını çevirip kimi itip kakıyor, kimi eteğini çekip: "ilâhlarımızı tek ilâh yapan sen misin?" diyor ve bir sürü zorluk öne sürüyorlardı. Allah'a yemin ki, o en sıkıntılı günlerde Ebu Bekir -radiyallahu anh-den başka bizden hiç birimiz müdahale edemiyorduk. O tek başına koştu, kimini vurup itti, kimini bir tarafa çekti, kiminin önüne geçip engel oldu ve sesini şöyle yükseltti:
"Yazıklar olsun size! Rabb'im Allah'tır diyen bir adamı mı öldürüyorsunuz?!"
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu hadiseyi anlatırken hırkasının bir ucunu kaldırıp yüzüne doğru götürdü ve sakalı ıslanıncaya kadar ağladı ve arkasından şunu sordu:
"Şimdi Allah için söyleyin, Firavun hanedanından olan o kahraman mümin mi, yoksa Ebu Bekir -radiyallahu anh- mı daha hayırlıdır?"
Kimse cevap veremedi. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- "Cevap versenize!" dedi. Daha sonra kendi sorusunu şöyle cevaplandırdı:
"Allah'a yemin ederim ki Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın bir saati, imanını gizleyen o kahraman müminin -ki Allah onu kendi kitabında övüyor- bütün vakitlerinden daha hayırlıdır. Zira Ebu Bekir -radiyallahu anh- imanını açıklayıp bütün malını ve gücünü Allah ve Peygamber'i yolunda harcamıştır." (Ebu Nuaym. Hilye)
"İmanı gür mümin" kıssasının daha sonraki bölümünde uyarılara kulak vermeyenlerin, küfürde inat ve ısrar edenlerin âkıbetlerinden ve ölümden sonra başlarına geleceklerden bazıları beyan edilmektedir:
"Fiiravun'un kavmini ise o kötü azap kuşatıverdi." (Mümin: 45)
Ruhları sabah-akşam kıyametin kopacağı zamana kadar cehenneme sunulur. Kıyamet gününde ise ruhları ile cesedleri ateşte bir araya gelecektir.
"Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de: 'Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun!' denilir." (Mümin: 46)
Bu Âyet-i kerime berzah âleminde vuku bulacak azabı ispatlamaktadır.
Firavun hanedanı dünyada kötü bir azap ile mahvoldukları gibi, kabirlerinde ahirete kadar sabah-akşam ateşe sunulmak suretiyle dehşet içinde kalacaklar, kıyametten sonra ise asıl cezayı görecekler, azabın en çetinine sokulacaklardır.
Bu azap sadece firavuna ve kavmine mahsus olmayıp, bütün kafirler kabirlerinde kıyamete kadar aynı muameleyi göreceklerdir.
Allah-u Teâlâ'nın sâlih kullarına ise, kıyametten sonra da kendilerini bekleyen o güzel cennet manzaraları sabah-akşam gösterilecektir.
Âyet-i kerime'lerde onların cehennemde birbirleriyle atışmalarına ve çekişmelerine misaller verilmektedir:
"Ateşin içinde birbirleriyle çekişip tartışırlarken; güçsüz ve zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara 'Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin birazını olsun bizden savabilir misiniz?' derler." (Mümin: 47)
Kendilerine ne emretmişlerse emirlerini tutmuşlar, onlara uydukları için zaten bu acı sonuca varmışlar.
Onların bu sözden maksatları küfür önderlerini daha çok utandırmak ve içlerine daha çok acı vermektir. Çünkü o liderler kendilerine kuyrukçuluk edenleri uyarılara kulak vermekten alıkoyuyorlar, koyun sürer gibi sürüyorlardı.
Bütün yetkileri, makam ve mansıpları dünyada kalan, yaptıkları taprip ve tahriklerin, sapma ve saptırmaların cezası ile karşı karşıya bulunan önderler, onların bu isteklerinden ötürü büyük bir sıkıntıya düşerler.
"O büyüklük taslayanlar derler ki: Doğrusu hepimiz bunun içindeyiz. Allah kulları arasında vereceği hükmü verdi." (Mümin: 48)
Allah inananları dereceleri farklı farklı olarak cennete, inanmayanları da tabakaları farklı farklı olarak cehenneme koydu. Bu husustaki ilâhî hükme karşı koymaya hiç kimsenin gücü ve salâhiyeti yoktur. Bizler de sizler de hakettiğimiz karşılığı aldık.
Kendilerine yapılan uyarıları dinlemedikleri için bu en büyük azaba çarptırılan cehennemlikler; birbirlerine yaptıkları çağrının bir sonuç vermemesi üzerine bir fayda göremeyeceklerini anlayınca cehennem bekçilerine yönelirler. Dünya günü ile bir gün bile olsa azaplarının hafifletilmesi için Rabb'lerine talepte bulunuvermelerini onlardan isterler.
"Ateşte bulunanlar cehennemin bekçilerine: 'Rabb'inize yalvarın da, hiç değilse bir gün olsun azabı hafifletsin.' derler." (Mümin: 49)
Zebaniler onların bu isteklerini kınayarak ve azarlayarak reddederler ve:
"Size peygamberleriniz apaçık deliller getirmediler mi?" diye sorarlar. (Mümin: 50)
Küfrün ve şirkin mağfiret olunmayacak pek büyük bir suç olduğunu oraya varınca öğrenen kâfirler, yalan söylemeye mecal bulamadıkları için "Belâ = Evet" demek mecburiyetinde kalırlar.
Bekçiler onların bu isteklerini kabul edemeyeceklerini, üstelik onların kurtulmalarını da istemediklerini, onlarla uzaktan yakından bir ilgileri olmadığını bildirecekler ve şöyle diyecekler:
"O halde kendiniz yalvarın." (Mümin: 50)
Duâlarına icabet olunmayacak, isteklerine cevap verilmeyecek. Artık duâ ve yalvarma zamanı geçmiştir.
Ele geçen fırsatları, dile verilen ruhsatları kaçırdılar. Dünyada iken küfür ve nifak tohumlarını ekenler, şimdi orada azap ve gazap biçiyorlar. Küfrün neticesi işte böyle ebedî azaptan başka bir şey değildir.
"İnkârcıların yalvarışı şüphesiz boşunadır." (Mümin: 50)
Cehennem çukurlarında hiç kimsenin tahammül edemeyeceği azaplar içinde kendilerini kınayıp dururlarken cehennem bekçileri tarafından kendilerine şöyle seslenilecektir:
"Allah'ın gazabı sizin kendi kendinize olan kızmanızdan elbette daha büyüktür.
Zira siz imana çağırıldığınızda inkâr ederdiniz." (Mümin: 10)
Onlar bu sesi aldıklarında, her birinin başında çeşitli azaplar bulunmaktadır.
•
Allah-u Teâlâ uyarıcılara muhalefet edenleri çarptıracağı "Dünya azabı"nı, "Kabirdeki berzah azabı"nı ve "Cehennem azabı"nı beyan ettikten sonra, bütün bunları peygamberlerine ve müminlere yardım etmek için yaptığını belirterek şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki biz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şâhitlerin dikildiği günde yardım ederiz." (Mümin: 51)
Muhaliflerinin üzerine her yönden galip kılarız. Delillerle, zaferle ve kâfirlerden intikam ile murada erdiririz.
"O gün zâlimlere özür beyan etmeleri hiç fayda sağlamaz. Lânet onlaradır, en kötü yurt da onlarındır." (Mümin: 52)
Onların daimi ikâmetgâhları cehennemdir.
"Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir.
Sonra da ateşte yakılacaklardır." (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm'e sürüklenenirler, sonra Cahîm'e atılırlar.
"Andolsun ki biz onlara en büyük azaptan önce en yakın azabı tattıracağız." (Secde: 21)
"Azab-ı ednâ" dünya azabı, '"Azab-ı ekber" ise ahiret azabıdır.