Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından EMİN BİR KİŞİ VARMIŞ, NE AKILLI, NE TEDBİRLİ, NE ZARİF, NE KAHRAMAN ADAMDIR, ALLAH’TAN ÇEKİNİR.’ DERLER. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.” (Buhârî)
Allah-u Teâlâ dünyayı bir imtihan sahnesi olarak yaratmıştır.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
İnsan son nefesine kadar imtihandadır. “İnandım!” demesi insanın kurtuluşu için kâfi değildir:
“İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebût: 2)
Binaenaleyh herkes “İnandık!” diyor. Ancak kimisi menfaat için, kimisi dünya için, kimisi kadın için, kimisi nefsi için, kimisi imamı-önderi için hükm-ü ilâhi’yi arkasına atıyor. Böylece dinden çıkıyor. Oluyor münafık! Zira dışı müslüman ama içi kâfir.
İmanın en büyük alâmeti Allah-u Teâlâ’nın hükmüne teslim olmaktır, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü dünyaya ve nefsin arzularına tercih etmektir. Bu mihenktir. Birçokları buradan soyulmuştur. İsmi İslâm’dır, görüntüsü takvadır ancak nefsine hoş geleni, dünya hayatını Allah-u Teâlâ’nın hükmüne tercih eder.
“Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler.” (Nahl: 107)
Dünyayı tercih etti, gitti.
Öyle bir zamandayız ki; ufacık dünyalık için nice imanlar kayıyor. Öyle bir devir ki; ufacık menfaat için nice kimseler cehennemi boyluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek.”
Ashâb-ı kiram: ‘Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?’ diye sorunca şöyle devam ettiler;
“Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı.” (Irakî, Muğni lll. 204)
İşte bugünkü zaman.
İman buradan kayıyor! “Para, mülk, kadın!” Bu üç yerden imanını değiştiriveriyor.
Bugünkü durum bu.
Arzettiğimiz Hadis-i şerif’te Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hülâsa olarak; “Bir insanın dağlar kadar ameli olacak, fakat dünya muhabbetinden ötürü hepsi yok olacak.” buyuruyor.
İşte dünyanın durumu. İşte dünya muhabbetinin, menfaatin verdiği zarar...
“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” (Yusuf: 106)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle haber vermişlerdir:
“Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından EMİN BİR KİŞİ VARMIŞ, NE AKILLI, NE TEDBİRLİ, NE ZARİF, NE KAHRAMAN ADAMDIR, ALLAH’TAN ÇEKİNİR.’ DERLER. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2039 - İbn-i Mâce: 4053)
Gün bu gündür. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu günü tarif ediyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Onların kazanmakta oldukları kötülükler kalplerini paslandırıp körletmiştir.” (Mutaffifîn: 14)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilmiş olsalardı.” (Ankebût: 64)
“Şu aşağılık dünya...” (A’raf: 169)
Dünyanın durumu budur. Dünyayı tercih eden aşağılığı tercih etmiştir. Safını değiştirmiştir.
Müslüman olduğunu kanaat getirecek fakat küçücük menfaati gördüğü zaman o saftadır. Bunlar hâlis münafıktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hâlis münafıkların alâmetlerini şöyle haber veriyor:
“Dört şey her kimde bulunursa hâlis münafık olur. Her kimde bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde münafıklıktan bir huy var demektir: Emanet edilince hiyanet eder; söz söylerken yalan söyler; söz verince sözünde durmaz; husûmet zamanında haddi aşar (haktan ayrılır).”(Buhâri)
Alâmetlerine bakarsan bunları tanırsın. Kimse “Ben münafığım!” demez. Alâmetlere baksın kendisini görsün. Dikkat et! İnsan mısın, hayvan mısın? Müslüman mısın, münafık mısın? Bugün sıfat-ı insaniyede çok az insan var.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyururlar:
“Üç şey yardır ki, bunlardan biri kimde bulunursa, namaz kılsa da, oruç tutsa da münafıktır. Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine verilen emanete hıyanet eder.” (Camiu’s-Sağir)
Münafık kime derler?
Münafık dıştan müslüman görünen ancak içi kâfir kimselere verilen isimdir. Arapça nifak kökünden gelir. Nifak çıkartan anlamındadır.
Türkçesi; “İki yüzlü”. Fakat iş sahasında “Kalleşlik” manasına da geliyor. Yani sözünde durmayan, göründüğü gibi olmayan, hile yaparak aldatan, döneklik eden kimse.
Münafığın tarifi budur.
Münafık olan kimse içinde bulunduğu toplulukta nifak çıkartmaya çalışır. İnsanların Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine olan bağlılığını kopartmaya çalışır. Kendisi koptuğu gibi etrafındakileri de kopartmak ister.
Aslı kâfir olduğu halde İslâm memleketine nifak sokmak için müslüman gibi görünen münafıklar olduğu gibi; imanlı bir kimse iken Allah-u Teâlâ’nın hükmünü dünyaya tercih etmek suretiyle küfre düşen münafıklar da vardır. Sahayı da bunlar işgal etmiştir.
“Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikûn: 3)
Bu cürümlerinden dolayı Allah-u Teâlâ onların kalplerini mühürlemiştir:
“Bunun üzerine Allah, onların kalplerini mühürledi.” (Münâfikûn: 3)
Allah-u Teâlâ’nın mühürlediği bir kalbi O’ndan başka açacak kimse yoktur. Küfründe ve nifakında devam eden kimselerin bu mührün açılmasını istemeye nasıl yüzleri olabilir?
“‘İtaat ettik!’ derler. Fakat senin yanından ayrıldıktan sonra, içlerinden bir kısmı, sana söylediklerinin tersine geceleyin plân kurarlar. Allah da onların geceleyin tasarladıklarını yazmaktadır. Onlardan yüz çevir ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter!” (Nisâ: 81)
Nimet sadece ekmek demek değildir. İman ve hidayet en büyük nimettir.
İslâm Allah-u Teâlâ’nın en büyük bir nimetidir. Allah-u Teâlâ Resul’ünü gönderdi, dinini gönderdi. Nimetini tamamladı.
“Bugün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” (Mâide: 3)
Bu nimetin şükrü evvelâ iman ile başlar. İman olmadan hiçbir şey olmaz. İman etmeyen Allah-u Teâlâ’nın ihsan ve ikramına, nimetine nankörlük etmiş olur. Kâfir olur.
İşte gerçek nimet budur; “İslâm”dır, “İman”dır. İman bu nimetin kadrini bilmektir, çok büyük bir lütf-u ilâhidir.
Allah-u Teâlâ iman nimetini lütfettikten sonra yoldan çıkmak ise çok büyük bir bedbahtlıktır.
“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyin.
Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır ve büyük mükâfat Allah’ın yanındadır.” (Enfâl: 27-28)
Bakıyoruz en yakınlarımızdan dünya yüzünden imandan kayanlar oluyor. Bunu ne yaptı? Dünya yaptı.
Daha doğrusu iman arıyoruz. Kimde olduğu belli değil. Ama bilmiyorum kimde var, kaç kişide var?
Şu dökülenler bu yüzden döküldü. Onun için dön dolaş iman. Kimde var o aranıyor. Küçücük bir menfaat bir ebediyatı götürüyor.
Bu yolda hile yapan, Hazret-i Allah’ın kasasından para çalan demektir.
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.
Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 101-102)
Allah-u Teâlâ’ya çok sığınmamız lâzım.
O kadar büyük fitneler var ki, kurtulmak mümkün değil.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar. BİRÇOK KİMSELER AZICIK BİR DÜNYALIK KARŞILIĞINDA DİNLERİNİ SATARLAR.” (Tirmizî: 2196)
Bunu Resulullah Aleyhisselâm buyuruyor.
Dünya için imanlar gidiyor.
İşte bu devir. Azıcık bir dünyalık için ne imanlar kayıyor!
Eskiden nehir düz akıyordu, dünya insanı bu kadar kuşatmış değildi. Bugün ise nehir ters akıyor. Üstelik önünde durulmaz bir afat olarak akıyor. Kurtulmak imkânsız.
Bununla beraber nasıl ki Allah-u Teâlâ kurtulmanın imkânsız olduğu bir afatta Nuh Aleyhisselâm’a ve inananlara kurtulmanın yolunu bahşetmişse, bugün de bahşetmiştir. Bu da hükm-ü ilâhi’ye sarılmakla olur. Hükm-ü ilâhi gemisine binmekle olur. Bu gemiye davet edenlerin davetine icabet etmekle olur.
İşte Hadis-i şerif’ler işte bugünkü durum.
İmandan kayan öyle kimseler var ki, üzülmemek, gözyaşı dökmemek elde değil.
Bunu ne yaptı? Dünya yaptı.
Nasıl yaptı?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünya mal ve şerefine karşı kişinin içinde beslediği hırsı; dinine, koyun sürüsüne saldıran iki kurttan daha zararlıdır.” (C. Sağir)
Dünyada, insanlar arasında şerefli olayım, itibarlı olayım diye benlik deryasına düşeceksin, böylece Allah katındaki, ahiretteki şerefini kaybedeceksin; dünyada malım olsun, çoluk-çocuğumun parası olsun diye cifeye daldıkça dalacaksın, böylece ahiretteki nimetlerden olacaksın! Şerefini, imanını kaybedeceksin.
Kurdun koyun sürüsüne daldığı gibi, şeytan da böyle böyle insanın imanına, şerefine dalar.
Nefsini yükseltmek isteyen imanını alçaltır. Nihayetinde imanını kaybeder.
Değer mi? Değmez! Hiç değmez!
Değmeyen bir dünya için çabalıyoruz. Allah’ım kimseye muhtaç etmesin. Fakat fazlası da bizim için zarar getirir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle bir duası var: “Allah’ım ıyalime yetecek kadar rızık ver.”
Ne kadar güzel. İnsan ihtiyacını temin ettiği zaman, her şeyi yerine gelmiş oluyor, ötesi yük. Hesabı çok, azabı şiddetli. Değmez... Bu da bize ölçü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Eğer, siz ölümden sonra ne gibi tehlikelerle karşılaşacağınızı bilseydiniz, tam istekle yiyip içmez, huzur içinde eve girip oturmaz, bilâkis yollara düşüp göğsünüze vurarak ağlardınız.” (Camiu’s-Sağir)
Kimse bu durumun farkında değil.
“Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir.” (Ahzâb: 72)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan ihtiyacından fazlasını alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)
Sehl İbnu Sa’d -radıyallâhu anh-den rivayet edilen bir diğer Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Eğer dünya Allah nazarında sivri sineğin kanadı kadar bir değer taşısaydı tek bir kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” (Tirmizî)
Nefsin ve şeytanın hoş gösterdiği bu değersiz ve melun dünyayı tercih edenlerin, nasıl farkına bile varmadan dinden ve imandan kaydıklarını, imanlı bir kimse iken nasıl münafık olduklarını anlatan bir başka Hadis-i şerif’lerinde Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyururlar:
“Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hasıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan kendisine ne yutturulmuşsa onu (hak veya batıl) bilir.” (Müslim)
Dikkat ederseniz ortalığı bugün fitneler ve bu fitnelerle kalpleri kararmış münafıklar istilâ etmiştir. Bu gibileri etrafınızda da görebilirsiniz.
Nitekim böyle fert fert dinden çıkmalar olduğu gibi, zümre zümre dinden çıkmalar da oluyor. Hadis-i şerif’lerde bu dinden çıkmaların farkına varmadan, iz bırakmadan olduğuna işaret edilmesi tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizin aranızda öyle zümreler türeyecektir ki; siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, oruçlarının yanında kendi oruçlarınızı, iyi işleri yanında kendi iyi işlerinizi küçük göreceksiniz. (Yani onların yaptığı işler dıştan sizinkinden üstün gibi görünecektir.)
Onlar Kur’an da okuyacaklar. Fakat Kur’an(ın) feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir (yalnız dilde kalacaktır). Nitekim onlar, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Okun sahibi (avı delip geçen) okun demirine bakar (kana benzer) bir şey göremez. Sonra ağaç kısmına bakar, bir şey göremez, yelesine bakar, orada da bir kan izi göremez. Daha sonra (Acaba ava dokunmadı mı?) şüphesiyle, kirişe gelen ve fok denilen çatal yerine bakar, orada da bir iz göremez.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1783)
Hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki, bu kadar ibadet ve taatlarına, Kur’an-ı kerim de okumalarına rağmen ok yaydan çıktığı gibi dinden çıkıyorlar. Neden dinden çıktıklarına dair hiçbir iz de yok gibi görünüyor? Fakat Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler incelendiği zaman göreceksiniz ki Allah-u Teâlâ onları dinden çıkarıp atmıştır. Artık zanlarının hükmü yoktur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gelecekle ilgili hadiseler hakkında bilgi verirken bir noktasında şöyle buyuruyorlar:
"Bir kimse hakkında ne kadar kahraman zâttır, ne kadar zarif kişidir, o ne kadar akıllı kimsedir diye övülür. Halbuki onun kalbinde hardal tanesi kadar iman yoktur." (Müslim, İman)
Bu Hadis-i şerif’leri arzetmekteki gayemiz, siz bunları dıştan dinde kahraman gibi görürsünüz. Oysa ki bunlar imansız olarak yaşarlar, bütün iş ve icraatları gösterişten ibarettir.
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikûn: 4)
Bu münafıklar kalplerindeki nifakı gizliyorlar. Ancak her şeyi bilen Allah-u Teâlâ kalplerin gizlediklerini de en iyi bilendir.
“Size geldikleri zaman: “İnandık!” derler. Halbuki yanınıza kâfir olarak girip kâfir olarak çıkmışlardır. Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir.”(Mâide: 61)
“İyi bilin ki onlar, içlerindekini O’ndan gizlemek için göğüslerini çevirirler. İyi bilin ki onlar elbiselerine büründükleri zaman da, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da bilir. Şüphesiz ki O, göğüslerin özünü bilendir.” (Hûd: 5)
“Allah, gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir.” (Nahl: 19)
Allah-u Teâlâ bu bilgisinden Zât’ına yaklaştırdığı kimseyi haberdar etmekten de aciz değildir.
“Allah’ım hidayetimizi artır. İmanımızı kemâlleştir. Rahmetini gönlümüze yerleştir. Nûrunu kalbimize akıt. Hakk ile bâtılı bildir ve yaşamamızı nasib eyle.”
Buradaki esrar, herşeyi Hazret-i Allah’tan istemek, O’ndan beklemek ve dilemektir. İmanı ve hidayeti Cenâb-ı Hakk’tan bütün sâdık kullar dilemişlerdir.
“Ey Rabb’imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en çok olan sensin.” (Âl-i imran: 8)
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Ey Rabb’imiz! Biz şüphesiz inandık, günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!” (Âl-i imran: 16)
“Ey Rabb’imiz! Nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kâdirsin.” (Tahrim: 8)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu mübarek duâları ne kadar arza şayandır:
“Allah’ım! Kalbimde bir nûr kıl, gözümde bir nûr kıl, kulağımda bir nûr kıl, sağımda bir nûr, solumda bir nûr, üstümde bir nûr, altımda bir nûr, önümde bir nûr, arkamda bir nûr kıl. Beni nûr eyle!” (Buharî. Tecrîd-i sârih: 2146)
“Ey benim Rabb’im! Dünyada da ahirette de yegâne yar ve yardımcım sensin, iman ile göçmeyi lütfet!” diyorum. Her zaman bu duayı yapıyorum.
Dikkat ederseniz Peygamber Efendilerimiz de bu duayı yaptı.
“Rabb’im! Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat.” (Yusuf: 101)
Süleyman Aleyhisselâm, Yusuf Aleyhisselâm, Sıddık-u Ekber -radiyallahu anh- da bu duayı yaptı. Ve aslında hepsi yaptı.
İman bu kadar mühimdir. Fakat insan farkında değil.
Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra kıyamet alâmetlerinden bazısı zuhur edince Ashab-ı kiram dahi nifaka düşmekten çekindi.
İbn-i Ebu Müleyke -rahimehullah- anlatıyor:
“Resulullah aleyhissalâtu vesselâm’ın ashabından olup da Bedir gazvesine katılanlardan otuz kadarına yetiştim. Hepsi de kendi hesabına nifaktan korkuyorlar ve dinlerinde fitneye düşmekten kendilerini emniyette hissetmiyorlardı.” (Buhârî)
Onlar ki böyle dikkat ediyordu. Hususiyetle bu zamanda bize ne düşer! Artık öyle bir devirdeyiz ki dünya İslâm’ın en önünde görünenleri yutuyor, imanlarını alıyor, nifaka sürüklüyor.
Hazret-i Enes -radiyallahu anh-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa imanın tadını duyar:
Allah ve Resûl’ünü, her şeyden ve herkesten daha çok sevmek,
Bir kulu sırf Allah rızası için sevmek,
Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” (Buhârî)
İmandan sonra küfre, nifaka düşme tehlikesi olduğunu bu Hadis-i şerif’ten de anlayabilirsiniz.
Bu devirde bu tehlike bir afat halini almıştır. Kurtulmak adeta imkânsız hale gelmiştir.
Benim vazifem ihvanın kurtulması. En sevdiğim bir ihvanı, Allah-u Teâlâ’nın imanla aldığını hissedersem, gözyaşları ile şükrederim. “Niye gitti?” demem. “Elhamdülillah bir kişi daha kazandım!” derim. “Onu kazandım!” diyorum. İmanla gidene “Kazandım!” diyorum. Kalanın ne olacağını bilmiyorum.
Ne kadar sevdiğim olursa olsun kalsın demem. Niçin? Elhamdülillâh, Rabb’im bir kişiyi daha bağışladı ve lütfederse bana arkadaş olacak.
İman-ı kâmil nedir? Bir; Hazret-i Allah’a iman etmek. İki; Hazret-i Allah’ı bilmek, her şeyi Hazret-i Allah’tan bilmek... İman-ı kâmil budur. İnsan Hazret-i Allah’a iman edip iradesini O’na teslim ettikten sonra artık reyi kalmaz. Fakat bunu yapabilmek için O’nu bilmek lâzım, O’nu tanımak lâzım, kâmil imana sahip olmak lâzım.
•
İman üç türlüdür. Birincisi, sureta iman; “İman ettim!” der, iman ettiğini zanneder. İkincisi, tarikat ehlinin imanı; aklına göre. Üçüncüsü, hakikat ehlinin imanı; kâmil iman budur, o Hakk’ı görür kendisini görmez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Bedevîler iman ettik dediler. De ki: Siz iman etmediniz, bari müslüman olduk deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurât: 14)
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
İman da ağaç gibidir, gün geçtikçe kökleşir.
İmanlı bir el harama uzanmaz, imanlı bir ayak fena yere gitmez, imanlı bir göz harama bakmaz. Bakıyor, haa demek iman oraya sirayet etmemiş. Çünkü iman ekildiği, tuttuğu zaman dalları azalara dağılır.
•
Bir insan için kuvvetli bir iman kadar kıymetli hiçbir şey yoktur. İnsanı gerek bu dünyada gerekse âhirette saâdet ve selâmete ulaştıracak yegâne cevher böyle bir imandır. Bunun için de ömrün son anına kadar onu elden kaçırmamak için çalışmak lâzımdır. Aksi takdirde bu büyük nimetten mahrum olur.
Bir insan nasıl ki tertemiz bir müslüman olarak dünyaya geliyorsa, öyle yaşamalı, o güzelliğini muhafaza etmeli ve öylece ölmelidir. Hayatta iken gerek dinine gerekse imanına zarar verecek, tehlikeye düşürecek her türlü kötü söz ve inkârdan korunması gerekir.
İman inkârla gider. Bir kimse dinin esaslarından birini kabul etmez veya hafife alırsa, dinimizde haram sayılan bir şeyi helâl, helâl sayılan bir şeyi haram kabul ederse imanını kaybetmiş olur.
Gerçek bir imanla Allah-u Teâlâ’ya inanan, gönülden boyun eğen muttaki müminler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve yalnız Rabb’lerine tevekkül ederler.” (Enfâl: 2)
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece ‘İşittik, itaat ettik!’ demekten ibarettir.
İşte saâdete erenler onlardır.” (Nûr: 51)
Müminler; hiçbir hususta şüpheye kapılmazlar, onların imanları hiçbir zorluk karşısında sarsılmaz.
•
Allah yolunda malla ve canla cihad etmek, imanın delili, işareti, esası ve mihenk taşıdır. İslâm dâveti, dünya menfaati elde etmek için yapılan bir cihad değil, Allah yolunda ve ilây-ı kelimetullah uğrunda yapılan bir cihaddır.
İşte kim bu vasıfları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.
•
Kalsak da O’nunla olalım, ölsek de O’nunla olalım. Çünkü hayat-vefat iman sahibi için hiç değişmez, bir terhistir.
•
İman ancak iki şeyle tekâmül eder.
Birincisi sabır. Sabır deyince, kızdığın zaman sabır manasına gelmez. Sabır her yasak ettiği şeyden kaçınmak demek. İnsan Allah-u Teâlâ’nın her yasak ettiği şeyden kaçınırsa, kendisini korumaya alıyor.
İkincisi, her emrettiği şeyi seve seve yapmak. Yapmak başka, seve seve yapmak başka. Bu iki şey insanda husule gelirse ancak o zaman iman husule gelir.
•
“Müslümanım!” demek başka, İslâm’ı yaşamak başka. İslâm’ı yaşamak bir Âyet-i kerime ile ayrılır:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud: 112)
Zannettiğin gibi değil, emrolunduğun gibi dosdoğru ol.
•
Bugün iman ile göçmek çok güçleşti. Çünkü iman yolunda değil.
•
Bu isyan cezasız kalmaz. Hüküm Sahibim’e aittir. Onun için en güzel çare, Hakk’a yönelmek, takdirse yaşamak, değilse imanla göçmek. Bunu unutmayın.
Dane ayrı, haşerat ayrı. Cenâb-ı Hakk daneleri atmaz. Daneleri kullanır ama haşeratı yakar. insanlar da böyledir. O daneler muhakkak ki büyük imtihandan geçiyor. Fakat Mevlâ’sına gönül vereni O destekliyor. Burası çok gizli. Mevlâ’sına gönül verenleri, niyeti halis olanları O destekliyor ve kurtuluyor. Bugün kurtulma diye bir şey yok. Çünkü bugün helâl lokma yok.
Siz farkında değilsiniz, fakir dâima şu duayı yapar: “Allah’ım! Hayırlı ömür, hayırlı umur, hayırlı ölüm ihsan et.”
Hayırlı ömür O’nun rızası mucibince yaşanan bir hayattır. Ama insan her an imtihanda olduğu için, şunu göz önünde bulunduracak; bu işte O’nun rızası var mı, yok mu? Buraya çok dikkat eden insan hayırlı umura geçer. Hayırlı umur, Hazret-i Allah o kulu sever, himayesine alır. O yürüttüğü için O’nun lütuf ve desteği ile yürür. Onu O korur. Zaten bugün korudukları kurtuldu, ötesi tutuldu. Bunu bilin. Hayırlı umur olanların ekserisi imanla gider. İmanla giden zaten azap görse de saadet içindedir. Ama ötesi gitti. Ötesini çöplük gibi, haşerat gibi gösteriyorlar.
•
Haya gidince insan, imanın gittiğinin farkında değil. Bunlar şaka gibi geliyor. Herkes yapıyor diyor. Herkes gitti, sen de git. Fakat söz dinlenmez oldu. Söz saz gibi geliyor. Ama yarın çok ince hesap var, çok şiddetli azap var.
•
Riya ve haset imanı yok eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’ın âyetlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar da insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür!” buyuruyor. (Tevbe: 9)
Menfaat mi? Yerinde dursun. İşimiz Allah için olsun.
Hiçbir şeye tenezzül etme. Çünkü Allah yolu hiçbir şey kabul etmez.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“İbadetini riyâ ve dünyevî maksat ve hesaplardan hâlis et! O halde az bir amel senin için kâfidir.” (Camius-sağir)
“Dünya için ibadet eden kimse, ahiret rahatlığından ve cennetten mahrum olur.” (Münâvî)
•
Dünya ve içindekiler, geçinmek ve faydalanmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibari ile nimet ise de gaye bunlar değildir. Birçok insan ise bütün bunlara düşkündür.
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister.” (Enfâl: 67)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır. Ahiret yurdu ise Allah’tan korkanlar için elbette daha hayırlıdır.
Düşünmüyor musunuz?” (En’âm: 32)
Onun için aldanmaya gelmez.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)
“Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler.” (Nahl: 107)
“Kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara orada yaptıklarının karşılığını tam olarak veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.” (Hûd: 15)
Kâfirler âhirete varınca dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu ancak anlayabilecekler.
“Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına râzı olarak, onunla tatmin olanlar ve âyetlerimizden habersiz bulunanlar var ya! İşte onların kazandıklarına karşılık varacakları yer ateştir!” (Yunus: 7-8)
“Onlar dünya hayatı ile şımardılar.
Oysa âhiretin yanında dünya hayatı sadece bir geçimlikten ibarettir.” (Ra’d: 26)
•
Bir kimseye dinden çıkmak için çok para versen dinden çıkmaz da, bilmediğinden ötürü Allah-u Teâlâ’nın hükmüne rızâ göstermemekle küfre girdiğinin farkına varmaz. Veya şeytan onu aldattığı için küçücük bir menfaat için dinden çıkar da haberi olmaz.
Birincisi, bir boğaz doyurmak için hiç kimseyi taciz etmeyecek, rahatsız etmeyecek. Yemeğini yiyecek, gideceği yere gidecek. Şu yemeleri içmeleri, şu menfaatleri kökünden kaldırmadıkça hakikate varmış olamayız. Dervişlik demek, menfaatçılık yahut boğazcılık demek değildir. Bazı görülüyor ki, bir boğaz için ne külfetlere giriliyor. Bu hususa son derece itina göstermek lâzım. Bu noktada rızâsı olduğunu Allah’ımız bize gösterdi.
İkincisi; temiz giyinecek. İçi, dışı, dişi temiz olacak. Bu, insanın hüsn-i İslâmiyet’ine delâlet eder. Derviş demek; pejmurde demek değildir.
Üçüncüsü ise; vakuriyet sahibi olacak. Mütevâzi olana gayet mütevâzi olduğu gibi kibirli olana da mütekebbir olacak.
Bu hususlara çok dikkat ediyoruz. Yoksa Hazret-i Allah’ın yapın ve yapmayın gibi emirlerinin zaten yapılması gerekir.
•
Bugün hangi ihvan uğraşıyor? Bunlar ıslah olmadıkça sıfat-ı hayvaniye gitmiyor, sıfat-ı hayvaniye gitmedikçe yarın mahşerde hayvan olarak çıkacak. Sıfat-ı hayvaniyeden kurtulalım, insan olarak mahşere çıkmaya çalışalım.
Dedik ki; “Hırsız hırsızlığı ile fahişe fuhşu ile iftihar eder.” Bunların sebebi nedir? Nefsi zaferine ulaşıyor ve herkese ilân ediyor. Neyi ilân ediyor? Küfrünü ilân ediyor. Hiç farkında değilsiniz değil mi? Küfrünü ilân ediyor.
Zinâ yapan da, hırsızlık yapan da imansızdır. İmansız gidiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde: "İmanlı olarak hırsızlık yapamaz.", "İmanlı olarak zinâ yapamaz." buyuruyor.
"Bir kul zinâ ettiği zaman, iman nûru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üstünde durur. Ancak tam bir tevbe ettiği zaman dönüp kalbine girer." (C. Sağir)
"Bir kimse zinâ ederse imanı ondan çıkar. Şu kadar var ki tam bir pişmanlıkla hâlisan tevbe ederse affolunur." (Tirmizî)
İslâm dinine en büyük zarar münafıklardan gelir. Bu umumi mânada böyle olduğu gibi hususi mânâda da böyledir.
Umumi mânâda derken; ümmet-i Muhammed’in emanetini üzerine alan kişilerin münafıklardan olması din ve vatan üzerinde çok büyük zararlara sebep olduğu gibi, bunların peşlerinden giden halkın da imandan kaymasına sebeptir. Bu vaziyet çok büyük bir afat mesabesindedir. Kıyamet alâmetlerindendir.
Bu öyle bir afat, öyle büyük bir fitnedir ki Allah-u Teâlâ’nın iman ve ilim verdiği öz topluluktan bile koparttıkları olur.
Kimisi bunların peşinden gidiyor, kimisi din bölücülerinin peşinden gidiyor, kimisi dünya menfaati ve rahatı için İslâm’dan çıkıyor.
Buna mümasil kimisi zâhirî yollarda kimisi manevî yolda saltanat kurmaya çalışıyor.
Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini arzedip, İslâm’ın ön safında görünen bazı kimselerin münafık olduklarına dair alâmet ve delilleri ortaya koyduğumuz halde iman etmekte tereddütlerin ve inkârların olması münafıkların İslâm dinine ve müslümanlara kâfirlerden daha büyük zararının olmasının en büyük delilidir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Ben ümmetim hakkında ne mü’minden ne de müşrikten korkmam. Çünkü mü’mini imanı fenalık yapmaktan alıkor. Müşrik ise, onun küfrü açık olduğu için müslümanlar ondan sakınırlar.
Ama, benim en çok korktuğum münafıklardır. Zira onlar dıştan göründükleri gibi inanmazlar, onlar sizin iyi gördüğünüz gibi konuşurlar, tasvip etmediğiniz tarzda amel ederler, sizi dilleriyle aldatırlar.” (Camiu’s-Sağir)
Bu yüzden bu münafıklardan sakınmak, çok dikkat etmek lâzımdır.
Huzeyfe -radiyallahu anh- şöyle buyurmuştur:
“Bugünkü münafıklar Resulullah Aleyhisselâm zamanındaki münafıklardan daha şerlidirler. Çünkü saadet asrındaki münafıklar nifaklarını gizlerlerdi. Bugünküler ise bütün bütün açığa vuruyorlar.” (Buhârî)
Zira kalbinde nifak bulunan münafık kimselerin dilleri kılıçtan daha tehlikelidir. Kılıç insanın canını alır, ancak nifak saçan bir dil imanını alır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Öylesine sağır ve dilsiz edici fitneler baş gösterecek ki, kendisine yaklaşanları bile içine alacaktır. Diliyle ona yaklaşan kimseler, kılıç darbelerinin altına girmiş gibi olur.” (Camiu’s-Sağir)
“Ümmetimin âkıbeti hususunda en çok korktuğum kimseler, dili ile bilgili münafıklardır.” (Camiu’s-Sağir)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyururlar:
“Kim, insanların kalbini çelmek için kelâmın kullanılışını öğrenirse, Allah Kıyamet günü, ondan ne farz ne nafile hiçbir ibadetini kabul etmez!” (Ebu Dâvud)
Bu gibi kimselerden daha büyük düşman tasavvur edilemez. İnsanın malına canına kasteden düşmanın zararı dünyadadır. Ancak imanına kasteden bir münafığın verdiği zarar telâfisi olmayan ebedî bir zarardır.
Allah-u Teâlâ bu münafıkların düşman olduklarını ikaz ediyor:
“Onlar düşmandırlar.” (Münâfikûn: 4)
İslâm’a hizmet ettiği halde imansız olarak cehenneme giden kimselerin olması bizi şaşırtmamalıdır.
Âyet-i kerime’de:
“Onların çoğunun günaha, düşmanlığa ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kötüdür!” buyuruluyor. (Mâide: 62)
Ebu Hureyre -radiyallahu anh- anlatıyor:
“Resulullah aleyhissalâtu vesselâm ile birlikte Hayber gazvesinde hazır bulunduk. Müslüman olduğunu söyleyen bir adam için, Efendimiz:
“Bu, ateş ehlindendir!” buyurdular.
Savaş başlayınca çok şiddetli şekilde savaştı ve yara aldı. Ashabdan bazısı:
“Ey Allah’ın Resul’ü! Az önce ateş ehlinden dediğiniz kimse, çok şiddetli şekilde kahramanca savaştı ve de öldü!” dediler.
Resulullah aleyhissalâtu vesselâm, yine:
“Cehenneme (gitmiştir)” buyurdular.
Bu cevap üzerine müslümanlardan bazıları neredeyse şüpheye düşecekti. Askerler bu halde iken, Aleyhissalâtu vesselâm’a: “O asker henüz ölmemiş, ancak ağır şekilde yaralanmış!” dediler. Gece olunca, adam yaraya dayanamadı. Kılıncının keskin tarafını alıp üzerine yüklendi ve intihar etti. Durum Aleyhissalâtu vesselâm’a haber verildi. Bunun üzerine:
“Allahuekber!” buyurdular ve devam ettiler:
“Şehâdet ederim ki, ben Allah’ın kulu ve Resul’üyüm!”
Sonra Hazret-i Bilal -radiyallahu anh-a halk içinde şöyle ilan etmesini emrettiler:
“Cennete sadece müslüman nefisler girecek. Şurası muhakkak ki, (İslâm’ın lehine olan ameller kişinin imanına delil değildir), Allah bu dini, fâcir bir kimse ile de güçlendirir.” (Buhârî, Müslim)
•
Utbe b. Abd es-Sülemi’den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“(Savaşta) öldürülenler üç çeşittir:
Canıyla, malıyla Allah yolunda cihad eden mümin. O düşmanla karşılaştığında savaşır, nihayet öldürülür! İşte bu şehid, Allah’ın arşının altındaki çadırındadır! Peygamberler ona sadece peygamberlik derecesiyle üstün gelirler.
(Öldürülenlerin ikinci çeşidi) iyi bir amelle diğer bir kötüsünü birbirine karıştıran mü’mindir. O, canıyla malıyla Allah yolunda cihad etmiş, düşmanla karşılaştığında öldürülünceye kadar savaşmıştır. (Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bunun hakkında sözüne şöyle devam etti): Günahlarını ve hatalarını silip süpüren bir yıkama ve temizleme! Muhakkak ki, kılıç hataları çok silip süpürücüdür! Bu kimse, Cennet’in kapılarının hangisinden isterse oradan Cennet’e girdirilir.
(Öldürülenlerin üçüncü çeşidi) canıyla, malıyla cihad eden münafıktır. O da düşmanla karşılaştığında öldürülünceye kadar savaşmıştır. Ama bu kimse (Cehennem) ateşindedir! Zira kılıç münafıklığı silemez!” (Dârimî)
Şehidlik günahları ve hataları silip süpüren bir yıkanma ve temizlenme vasıtası olduğu halde, münafık kimselerin ne kadar İslâm’a hizmet etmiş olsalar bile cehennemlik oldukları görülüyor.
Dikkat ederseniz bugün de İslâm’ın ön safında görünüp İslâm müdafiliği yapan kimseler vardır. Ancak bu gibi münafıkların bu hareketleri rıza-i ilâhi için değil, dünyevî çıkarları içindir. Bize düşen bu gibi kimselerden uzak durmaktır. Zira Allah için yapılmayan hiçbir işte hayır yoktur.
“Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları, dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Sen o (Kur’an’la) öğüt ver ki, kişi kazandığı amel sebebiyle helâke uğramasın. O kimse için Allah’tan başka ne bir dost, ne de şefaatçı vardır. O bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan alınmaz. Onlar kendi kazandıkları yüzünden helâka sürüklenmiş kimselerdir. Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’am: 70)
Münafıkların alâmetleri Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerde bize haber verilmiştir.
Kimse “Ben münafığım!” demez. Alâmetlerine bakar ne olduğunu öğrenir.
Kimde ki bu vasıflar bulunuyorsa münafığın ta kendisidir.
Daha evvel de arzettiğimiz gibi münafık iki manada kullanılır.
Birincisi, münafık dıştan müslüman görünür, ancak içi kâfirdir. Arapça’da nifak çıkartan anlamındadır.
İkinci manası, Türkçe’de “İki yüzlü” demektir. İş sahasında “Kalleşlik” manasına da gelir. Yani sözünde durmayan, göründüğü gibi olmayan, hile yaparak aldatan, döneklik eden kimse.
Âkıbetleri de şudur:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.” (Nisâ: 145)
Şüphesiz ki onlar bunu hak etmişlerdir. Çünkü onlar İslâm’a ve müslümanlara ihanet etmişler, nankörlerden olmuşlar, hile yapmış, fesat çıkarmış, yoldan çıkmışlardır.
Bu küfür ve nifak ehlini tanıtan Münâfikûn sure-i şerif’inin dördüncü Âyet-i kerime’si iman ehli için bir ibret ve ders mahiyetindedir. Bunları tanımamız ve bilmemiz için.
Allah-u Teâlâ Münâfikûn sure-i şerif’inin ilk üç Âyet-i kerime’sinde münafıkların yalancı olduklarını, yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdıklarını, yaptıklarının çok kötü olduğunu, önce iman edip sonra inkâr ettiklerini, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiğini inananlara duyurduktan sonra şöyle buyuruyor:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider.” (Münâfikûn: 4)
Cüsseleri gösterişli olduğu için dıştan bakınca imreneceğin tutar.
“Söylerlerse dediklerine kulak verirsin.” (Münâfikûn: 4)
Sözlerinin akıcılığı ve edebî konuşmalarından dolayı güzel lâflar ederler. Konuşmaya başladıkları zaman orada bulunanların dinleyesi gelir.
“Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikûn: 4)
“Haşebe” kalın kereste demektir. İmandan ve iz’andan, ilim ve irfandan mahrum oldukları için duvara dayandırılmış kütüklere benzetilmişlerdir.
Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi gereken sözler kulaklarına girmez.
Öyle cansız ve yüreksizdirler ki;
“Her gürültüyü, korkularından kendi aleyhlerine sanırlar.” (Münâfikûn: 4)
Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde zannederek ürkerler. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler. Çünkü içleri kurtlu hâindirler. Hâinler ise içyüzleri açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içindedirler. Yalan söylemeye de alışkın oldukları için, lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerine mânâ çıkarırlar.
“Onlar düşmandırlar.” (Münâfikûn: 4)
Onlar her ne kadar müslüman görünseler de, hem İslâm’a hem de müminlere düşmandırlar. O bakımdan düşmanların en tehlikelisidirler.
“Onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın!” (Münâfikûn: 4)
Sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.
“Allah kahretsin onları!” (Münâfikûn: 4)
Onlar böyle bir bedduâya müstehaktırlar. Onlar cezalandırılmaktan aslâ kurtulmayacaklardır.
“Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikûn: 4)
Artık o kalplere ne hidayet ulaşır, ne de nur. Dolayısıyla ne yaptıklarını, kimin peşinde gittiklerini inceden inceye bilecek anlayış kabiliyetleri kalmamıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şu dört hasletin münafıkların has alâmetleri olduğunu haber vermişlerdir:
“Dört haslet vardır; kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan bir haslet var demektir:
Emanet edilince hiyanet eder,
Konuşunca yalan söyler,
Söz verince sözünde durmaz,
Husûmet edince haddi aşar.” (Buhârî)
Bir başka Hadis-i şerif’te de münafığın üç alâmeti haber verilmiştir:
"Münafıklığın alâmeti üçtür: Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder." (Buhârî)
Diğer bir rivayette "Her ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da ve kendini müslüman zannetse de." buyurulmuştur. (Müslim)
Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddi ve manevi şeyler demektir.
Allah-u Teâlâ Âyeti kerime’sinde :
“Bir kısmınız diğerlerine bir şey emanet ederse, güvenilen kimse kendisine emanet edileni yerine versin ve bu hususta Rabb’i olan Allah’tan korksun.” buyuruyor. (Bakara: 283)
Hadis-i şerif’te ise:
“Emanet izzettir.” buyuruluyor. (Münavî)
Diğer Hadis-i şerif’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Nezdinde emânet bırakılan eşyayı sahibine iade et. Sana hıyânet eden kimseye de hıyânet etme!” (Tirmizî)
Allah-u Teâlâ emaneti müslümanların sıfatı olarak beyan buyurmuştur:
“Onlar o kimselerdir ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler.” (Müminûn: 8)
•
Emanetin çok geniş manası vardır. Dinî, dünyevî, ahlâkî her şey emanet dairesine girer.
İslâm dini emirleri ve yasakları ile bütün olarak ilâhî bir emanettir. Hükümlerine kâmil bir şekilde uymak farzdır, uymayanlar emanete hıyanet etmiş olurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzâb: 72)
Binaenaleyh emanet sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın hakkını eda etmek insanlar üzerine farzdır.
Bunun gibi manevî yolda Allah-u Teâlâ’nın emanetleri de vardır. Bunlara riayet etmeyenlerin durumu ve cezası da ona göredir.
Kişiye bütün vücudu ve azâlârı, her şeyi birer emanettir.
Anne baba, evlât kardeş, karı koca, akrabalar hısımlar, komşular arkadaşlar, yoksul dul ve yetimler, her çeşit insan sınıfları ile her hususta ahkâm ölçüleri çerçevesinde adaletle ve iyilikle hareket etmek vazifesi bir emanettir.
Birinin diğerine geri almak üzere bıraktığı mal veya ödünç bir şey emanet olduğu gibi, bir toplulukta konuşulup da dışarıya sızmaması icabeden sözleri ve sırları saklamak da emanettir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Toplantılarda cereyan eden sözler gizli tutulmalıdır.” (Tirmizî)
Ücret veya maaş karşılığında çalışan kimsenin yapacağı işi hakkıyla yapması, mesuliyetini bilmesi emanettir. Aynı şekilde çalışanlar da çalıştıranlara bir emanettir. Hak ve hukukuna riayetle mükelleftir.
Hatta insanların faydalanmasına sunulan hayvanların haklarını gözetmek de emanettir.
Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ: 58)
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da layıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.
Emanetin en şerli kimselere teslim edilmesi kıyamet alâmetlerindendir.
Hazret-i Ebu Hureyre -radiyallahu anh- Efendimiz anlatıyor:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Bir çoban sürüsünü otlatırken, bir kurt koşarak gelip, sürüden bir koyun kapar. Çoban kurdun peşine düşer ve koyunu ondan kurtarır. Ancak kurt, çobana dönüp bakar ve: “Bu koyunlara yırtıcı gününde, onlara benden başka çobanın olmadığı günde kim bakacak?” der.
Halk bunun üzerine: “Sübhanallah! Kurt konuşur mu?” diye hayrete düşerler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onların bu tereddütleri üzerine:
“Buna ben inanıyorum, Ebu Bekir ve Ömer de inanıyor” der.
Halbuki o sırada Ebu Bekir ve Ömer orada değillerdi.” (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Emanete riayetsizlik bugün umumi bir hâl almıştır. Borç alan ödememek niyetiyle alıyor, müslümanların emanetini üzerine alan cebini doldurmayı sanat zannediyor. “Devlet memuru üç-beş kuruş bahşiş almış, ne var bunda?” dediği an gitti işte. Alan da, görmezden gelen de hepsi mesuldür.
Adiyy bin Amîre el-Kindî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre “Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in şöyle söylediğini işittim.” demiştir.
“Sizden herhangi bir kimseyi memur tayin ettiğimizde, o bizden bir iğneyi veya iğneden daha değersiz bir şeyi gizleyecek olursa bu bir hıyanettir. Kıyamet gününde onunla gelir.”
Bunun üzerine Ensar’dan siyah bir kimse ayağa kalkarak “Yâ Resulellah! Bana verdiğin memuriyeti geri al!” dedi. Ben onu hâlâ görür gibiyim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- “Bu da ne demek oluyor?” diye sordu. O kimse “Senin şöyle şöyle söylediğini işittim?” deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Ben aynı şeyleri şimdi bir kere daha söylüyorum. Sizden kimi bir vazifeye tayin edersek, az çok ne elde ettiyse getirsin. Ondan kendisine, tarafımızdan verileni alsın, men edilenden kaçınsın.” (Müslim: 1833)
Allah-u Teâlâ zerrenin hesabını soracak. Ancak insanlar harama alışmışlar, “Bu kadarcıktan ne olmuş?” zihniyeti yerleşmiş.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in seferde eşyasına bakan Kirkire adında biri vardı, günün birinde öldü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onun için:
‘Bu adam cehennemliktir!’ buyurdu.
Ashâb: ‘Acaba neden ki?’ diye bakmaya gittiler. Ganimet malından aşırmış bir abayı yanında buldular.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1283)
Yalan; doğru olanın veya doğru bildiğinin aksini söylemektir. Dinimiz yalanı haram kılmış ve şiddetle menetmiştir.
Âyet-i kerime'lerde:
"Yalan sözden çekinin." (Hacc: 30)
"Şüphesiz ki Allah, aşırı yalancıyı doğru yola eriştirmez." buyuruluyor. (Mümin: 28)
Yalancılık münafıkların en büyük alâmetlerindendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münafıklar hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Allah, münafıkların yalancı olduklarına da şâhitlik ediyor.” (Münâfikûn: 1)
“Allah’a verdikleri sözden döndükleri ve yalan söyledikleri için, Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak sokmuştur.” (Tevbe: 77)
Münafıkların yalancı olduklarına dair birçok Hadis-i şerif de vardır.
“Yalan ile iman bir arada bulunmaz.” (Ahmed bin Hanbel)
“Yalan söyleyenler muhakkak lânete uğramıştır.” (Münâvî)
Safvân İbnu Süleym radıyallahu anh anlatıyor:
“Ey Allah’ın Resûl’ü! Mü’min korkak olur mu?” dedik.
“Evet!” buyurdular.
“Peki cimri olur mu?” dedik,
Yine: “Evet!” buyurdular.
Biz yine: “Peki yalancı olur mu?” diye sorduk.
Bu sefer: “Hayır!” buyurdular.” (Muvatta)
İbnu Mes’ud radıyallahu anh şöyle demiştir:
“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde “yalancılar” arasına kaydedilir.” (Muvatta)
Ufak görülen bazı şeyler birike birike büyük ve bir gün onda imandan hiçbir eser kalmaz.
“Onlar ki, kesin söz verip bağlandıktan sonra Allah’a verdikleri sözü bozarlar.” (Bakara: 27)
Bu münafıkların vasfı olduğu gibi sözünü yerine getirmek de müminlerin vasfıdır.
“Onlar ki Allah’ın ahdini yerine getirirler, verdikleri sözü bozmazlar.” (Ra’d: 20)
Bu Âyet-i kerime’den anlaşıldığına göre “Söz”ler arasında en çok riayet edilmesi gereken söz Allah’a karşı verilen sözdür. İman etmek bir “söz”dür. Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükümlerini kabul edeceğine dair verilmiş bir ahiddir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
“Vaad borçtur. Yazık şu kimseye ki vaad eyler de sonra meşrû bir engel bulunmaksızın vaadini yerine getirmez.” (Münâvî)
Allah’a karşı verdiği sözü bozanların insanlara verdikleri sözü bozmasına hayret edilmez.
“O müminler ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.” (Mü’minûn: 8)
Hadis-i şerif’te münafıklar hakkında “Husumet edince haddi aşar.” buyurulması münafıkların düşmanlıklarında aşırı giden kimseler olduğunu göstermektedir.
Düşmanlığında veya düşmanlık yaptığında, sınırı aşıp hakkı çiğner.
Dışa vurmaktan çekinseler bile kalplerinde gizledikleri küfür onları her türlü kötülüğe teşvik edecek kadar büyüktür.
“Onların çoğunun günaha, düşmanlığa ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kötüdür!” (Mâide: 62)
Enes bin Malik’ten rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Birbirinize düşmanlık beslemeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun! Bir müslümanın bir din kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl değildir.” (Ebu Davud)
Âyet-i kerime’ler tetkik edildiğinde münafık olarak vasıflandırılan güruh; esas itibarı ile inandıktan sonra inkâr edenlerdir.
“İslâm’dan sonra küfre saptılar.” (Tevbe: 74)
“Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikûn: 3)
Bugün olduğu gibi.
Bu nasıl olur?
Öyle bir devirdeyiz ki insanların hemen hepsinin yönü dünyaya dönüktür. Yönünü ahirete dönmüş kimseyi bulmak neredeyse imkânsızdır.
Menfaat işi bozuyor. En imanlı zannetiğin bakıyorsun parayı görünce imanını bırakıyor, münafık oluyor. Yâhu tenezzül edilecek şey mi dünya?Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki: "Dünya cifedir, taliplisi kelptir.”
Yani kelp olarak ahirete çıkacak. Ne oldu? Kazandı! Neyi kazandı? Ateşi kazandı!
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:
“Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur. Ancak zikrullah ve zikrullaha yardımcı şeyler, âlim ve ilim öğrenen değildir.” (İbn-i Mâce: 4112)
Bunları okuyorsun, hiç faydası yok. Nefis duymuyor bunları.
Kimisi “Bu devirde bu hükmü yaşayamazsın!” der. İmamına, önderine, grubuna destek için, kılıf bulmak için konuşur ancak bu sözü ile hükm-ü ilahi’yi hükümsüz saymaya çalıştığı için dinden çıkar.
Kimisi faize dalmıştır. “Haram işliyorum” demez de “Haram değilmiş” der. Veyahut “Bu faiz değil kâr payıdır.” der.
Kimisi Allah-u Teâlâ’nın emanetine, Allah-u Teâlâ’nın yoluna el uzatmaya kalkar, “Ben daha layığım!” der.
Kimisi yoldan çıkan israiloğulları alimlerinin “Ne yaparsam yapayım bana ateş dokunmaz.” dedikleri gibi, âkıbetini garanti görür. Böylece imandan çıkar.
Hakikaten çok tehlikeli durumlar var. İmanla giden çok az.
Ufak görünen öyle işler var ki, yavaş yavaş insanda hiçbir şey bırakmıyor. Politika gibi. İmanları kurutuyor. Sinek bala konar ama orada kalır.
Zümre zümre dinden çıkmalar da olur.
Tâbi oldukları başlarındaki insan küfre kayar; haramları helâl, Allah-u Teâlâ’nın hasım olarak tanıttığı kâfirleri dost görmeye başlar. Arkasından gidenler de onu tasdik eder. Böylece hepsi birden dinden çıkar. Bu gibiler müslüman maskesini taşımaya devam ettikleri için münafık olarak isimlendirilmişlerdir. Peşlerinden gidenlerin helâkine de vesile olurlar. Müslüman toplumuna zararları çok büyüktür. Bu yüzden onlardan şiddetle uzak durmak lâzımdır. Onları tanımak ve tanıtmak lâzımdır.
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir.” (Tevbe: 127)
Kıt düşünceleri, hakikati aramaktan mahrumiyetleri sebebiyle bu âkıbete müstehak olmuşlardır.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler münafıklardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bu gibi münafıkların ahirette hiçbir özür beyan etme hakları olmayacaktır.
“Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 66)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mahrem-i esrârı olan Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
"Münafıklık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinde vardı. Şimdi ise imandan sonra küfür vardır." (Buhârî. Fiten 21)
Allah-u Teâlâ’nın azabından emin olmak küfürdür.
“Allah’ın mekrinden (mühlet verip de sonra ansızın yakalamasından) emin mi oldular? Allah’ın mekrinden ancak hüsrana uğrayan kimseler emin olurlar.” (A’râf: 99)
Nitekim firavunların ilâhlık dâvâsında bulunmaları, müşriklerin şirkleri, kâfirlerin küfürleri, zâlimlerin zulümleri, fasıkların fıskları... hep Allah-u Teâlâ’nın mekrinden emin olmaları, korkusuz olmalarından ileri gelmektedir.
Münafıklar da böyledir.
Dikkat ederseniz bu gibi kimselerde tefahürle beraber Allah-u Teâlâ’nın azabından emin olma hâlini görürsünüz.
Allah-u Teâlâ başta şeytan olmak üzere; müşriklere de, kâfirlere de, münafıklara da, zâlimlere de bir süreye kadar mühlet vermiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Eğer Rabb’inin daha önce verilmiş bir sözü ve tayin ettiği bir süre olmasaydı, hemen azaba uğrarlardı.” (Tâhâ: 129)
Bunun içindir ki, gazab-ı ilâhî unutulmamalıdır.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, Allah’ın hesap günü hakkındaki vaadi gerçektir. O halde sakın sizi dünya hayatı aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah’ın affına güvendirerek sizi aldatmasın.” (Fâtır: 5)
Ahiret kaygısını kalbinde duyan bir kimse, ona göre tedbirini alır. Korku ve ümit arasında bulunur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Mümin bir kimse Allah’ın azab ve ikabının miktarını bilmiş olsaydı, hiçbir kimse cennetini ümit etmezdi. Kâfir de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilmiş olsaydı, bir tek kimse cennetinden ümit kesmezdi.” (Müslim)
“Cennet sizin her birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de böyledir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2036)
•
Allah-u Teâlâ’nın gazabından emin olmak küfür olduğu gibi; O’nun engin rahmetinden ve mağfiretinden ümit kesmek de küfürdür.
Âyet-i kerime’sinde:
“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” buyuruyor. (A’râf: 156)
Bunun içindir ki bir müslüman en sıkıntılı ânında dahi ümidini kesmez. Allah-u Teâlâ çok affedicidir, affı sever, tevbe edenlerin günahlarını bağışlar.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Bununla beraber şüphe yok ki ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da Hakk yolunda ölünceye kadar sebat edenleri elbette çok bağışlayıcıyım.” (Tâhâ: 82)
Daima korku ve ümit arasında bulunmak çok faydalıdır. Korku gafletten uyandırır, kötülüklerden uzaklaştırır; ümit ise insana mânevî destek verir.
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler’de haber verilen bir nokta var.
Allah-u Teâlâ dininden nasipdar ettiği bazı kimselerin dünya yüzünden imanlarını, ahiretlerini sattıklarını haber vermiştir. Resulullah Aleyhisselâm da hususiyetle ahir zamanda bu gibi kimselerin çokluğuna işaret ederek ibret ve dehşet dolu durumlarını bizlere duyurmuştur.
Bu gibi kimseler eski ümmetler zamanında olduğu gibi bugün de vardır.
“Allah kendilerine kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz.’ diye söz almıştı. Onlar ise bunu arkalarına attılar ve az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kötü!” (Âl-i imran: 187)
Tek tek, fert fert bu şekilde imandan soyulanlar olduğu gibi zümre zümre imandan kayanlar da vardır. İmandan kayar kendisinin bile haberi olmaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Arkalarından onların yerine Kitab’a vâris olan bir takım kimseler geldiler.” (A’râf: 169)
Buyurarak gönderdiği kitabına ve dinine varis oldukları halde dünya hırsı ve menfaatine sarılan bir güruhdan haber vermektedir. Bu ihsan ve ikrama rağmen onlar:
“Şu aşağılık dünyanın geçici menfaatini alıyorlar.” (A’râf: 169)
Gerçeği saptırıyorlar, gayrimeşru yollarla geçici menfaatlerini elde ediyorlar, sonra da bu yaptıkları hareketi tevile yelteniyorlardı.
“Ve: ‘Biz nasıl olsa bağışlanacağız.’ diyorlardı.” (A’râf: 169)
Allah-u Teâlâ’nın kendilerini mesul tutmayacağını iddiâ ediyorlardı.
“Onlara buna benzer bir menfaat daha gelse onu da almaktan tereddüt etmezler.” (A’râf: 169)
Bunlar bugün de vardır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-ya bu Âyet-i kerime’den sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
“Bir takım kimseler ki, dünyaya rağbet ederler. Kur’an’ın ruhsatlarıyla amel etmek isterler ve: ‘Allah bizi bağışlar.’ derler. Dünyadan her ne ki ellerine geçerse alırlar, haram helâl noktasına lâyık-ı veçhile dikkat etmezler.
Bugün ellerine geçeni aldıkları gibi, onun aynısı yarın gelse tekrar alırlar.”
Kur’an-ı kerim’in ahkâmına riâyet etmeyenlerin durumları burada anlaşılmış oluyor.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Allah’a karşı gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dâir Kitap’ta onlardan söz alınmamış mıydı? Ve onun içindekileri ders olarak okumuşlardı.” (A’râf: 169)
Bunların gökkubbe altında en şerli kişiler oluşunun sebeplerinden birisi de budur. Din-i mübin’e en büyük zarar bunlardan gelmektedir.
•
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimden birtakım zümreler türeyecektir. Onlar Kur’an’ı öyle okurlar ki; sizin okuyuşunuz onlarınkinin yanında hiç kalır. Namazınız da namazlarına göre bir hiç kalır. Orucunuz da oruçlarının yanında bir hiç kalır. Kur’an’ı okurlar, onu lehlerine zannederler, halbuki o aleyhlerine olacaktır. Namazları köprücük kemiklerinden öteye geçmez.
Nitekim onlar, okun yaydan çıktığı gibi İslâm’dan hemen çıkacaklar. Onlarla harp eden ordunun askerleri Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-inin dilinden kendilerine ne (kadar ücret)ler takdir edilmiş olduğunu bilselerdi (başkaca) çalışmaktan mutlaka vazgeçerlerdi.”
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu Hadis-i şerif’i ve devamını rivayet ettiği zaman Ubeyde es-Selmânî -radiyallahu anh-:
“Ey müminlerin emiri! Kendisinden başka ilâh olmayan Allah aşkına söyle! Sen bu Hadis’i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bizzat işittin mi?” diye sordu.
O da: “Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki evet!” dedi. Ubeyde -radiyallahu anh- ona üç sefer yemin verdi, o da üç sefer yemin etti. (Müslim: 1066)
Dikkat etmişseniz Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu Hadis-i şerif’i rivayet ettiği zaman, Ashâb dahi şüpheye düştü. Bu soruyu sormak lüzumunu hissettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Saîd ve Enes -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinin bir noktasında da şöyle buyuruyorlar:
“Onlar insanları Kitabullah’a çağırırlar, fakat Kitap’tan zerre kadar nasipleri yoktur.” (Ebu Dâvud: 4765)
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar Allah’ın kelâmını değiştirmek isterler.” (Fetih: 15)
Onlara yakınlık göstermek şöyle dursun, meyletmek bile insanı ateşe müstehak kılar. Bu kadar izah ve ispattan sonra Hakk’tan sapar onlara meylederseniz, ateşin size dokunacağını katiyetle bilin! Şayet imanınız varsa!
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz.” (Hûd: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe götürürse, zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin neticesini düşünmek gerekir.
“İnsanların bir takımları vardır ki, inanmadıkları halde: ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler.” (Bakara: 8)
“Münafıklar, sizi memnun etmek için Allah’a yemin ederler. Eğer iman etmiş iseler, Allah’ı ve Peygamber’i memnun etmeleri daha uygundur.”(Tevbe: 62)
“Onlar, kötü bir şey söylemediklerine dâir Allah’a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler.” (Tevbe: 74)
“Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar.” (Âl-i imrân: 167)
“İnsanlardan kimi vardır ki: “Allah’a inandık.” derler. Fakat Allah uğrunda bir eziyete uğratıldığı zaman, insanların ezâsını Allah’ın azâbı gibi tutarlar. Rabb’inizden bir yardım gelecek olursa, andolsun ki: “Biz de sizinle beraberdik!” derler. Allah herkesin kalbinde olanları daha iyi bilen değil midir?
Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münâfıkları da bilir.” (Ankebût: 10-11)
İnandıktan Sonra İnkâr Etmişlerdir:
“Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 66)
“İslâm’dan sonra küfre saptılar.” (Tevbe: 74)
“Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikûn: 3)
Kalplerinde Hastalık Vardır:
“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır.” (Bakara: 10)
“Kalplerinde hastalık olanlara gelince, (o sûre) murdarlıklarına murdarlık katmıştır ve kâfir olarak ölüp gittiler.” (Tevbe: 125)
“Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin inmesinden çekiniyorlar. De ki: “Siz alay edin bakalım! Allah çekindiğiniz şeyi kesinlikle ortaya çıkaracaktır.” (Tevbe: 64)
“Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz.” derler.
İyi bilin ki asıl ortalığı ifsat edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
“Onların (münafıkların) hali, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumuna benzer. Ki, ateş tam onların çevresini aydınlatmışken, Allah onların nurlarını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır. Onlar artık hiçbir şeyi göremez olurlar.” (Bakara: 17)
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamber’e gelin!’ denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 61)
“Onlara: “Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!” denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (Münâfikûn: 5)
“Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi sizin de inkâr edip sapmanızı isterler ki, onlarla bir olasınız.” (Nisâ: 89)
“Münafıkların durumu şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana: ‘İnkâr et!’ der. İnkâr edince de: ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’ der.” (Haşr: 16)
“Allah’ın yoluna engel oldular.” (Münâfikûn: 2)
“Münafık olan erkeklerle, münafık olan kadınlar birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder ve iyilikten sakındırırlar. ” (Tevbe: 67)
“Münafıklara kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!
Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.”(Nisâ: 138-139)
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücâdele: 14)
“Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar.” (Nisâ: 143)
“Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler.” (Tevbe: 56)
“Onlar hep sizi gözetleyip duranlardır. Eğer Allah’tan size bir zafer gelirse: “Biz de sizinle beraber değil miydik?” derler. Şayet kâfirlere bir pay çıkarsa, onlara: “Size üstünlük sağlayarak, sizi müminlerden korumadık mı?” derler. Allah kıyamet günü aranızda hüküm verir. Allah kâfirlere, müminler aleyhinde aslâ fırsat vermeyecektir.” (Nisâ: 141)
“Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar.” (Tevbe: 67)
“Onlardan kimi de: “Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, andolsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız.” diye O’na kesin söz verdiler.
Allah onlara lütfundan verince, onda cimrilik edip yüz çevirdiler, sözlerinden döndüler.” (Tevbe: 75-76)
“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar.” (Münâfikûn: 2)
“Münafıklar sana geldikleri zaman: “Senin Allah’ın elçisi olduğuna şâhitlik ederiz.” derler. Allah, senin gerçekten O’nun elçisi olduğunu çok iyi bilir. Ve Allah, münafıkların yalancı olduklarına da şâhitlik ediyor.” (Münâfikûn: 1)
“Resul’üm! Münafıkların ehl-i kitaptan inkâr eden dostlarına: “Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye aslâ uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz.” dediklerini görmedin mi? Allah onların yalancı olduklarına şâhitlik eder.” (Haşr: 11)
“Allah’a verdikleri sözden döndükleri ve yalan söyledikleri için, Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak sokmuştur.” (Tevbe: 77)
“Müminlerle karşılaştıkları zaman ‘İnandık!’ derler, elebaşları ile başbaşa kaldıklarında ise ‘Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz.’ derler.” (Bakara: 14)
“Sadaka vermek hususunda gönülden davranan müminleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 79)
“Onlara ‘Müslümanların inandığı gibi siz de inanın!’ denilince de ‘Beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?’ derler.” (Bakara: 13)
“Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret almıyorlar.
Bir sûre indirildiği zaman: “Sizi bir kimse görüyor mu?” diye birbirlerine bakarlar, sonra sıvışıp giderler. Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir.” (Tevbe: 126-127)
“Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikûn: 3)
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin.” (Münâfikûn: 4)
“İnsanlardan öyleleri de vardır ki dünya hayatı hakkında söyledikleri söz senin hoşuna gider. Hatta böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutarlar. Halbuki o hasımların en yamanıdır.” (Bakara: 204)
“Onlar düşmandırlar.” (Münâfikûn: 4)
“Onlar: ‘Allah’ın Peygamber’inin yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler!’ diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır, fakat münafıklar bunu anlamazlar.
Derler ki: ‘Andolsun, eğer Medine’ye dönersek en üstün olan en zelil olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.’ İzzet Allah’ındır, Allah’ın Peygamber’inindir ve bütün müminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.” (Münâfikûn: 7-8)
“(Münafıklar) Allah adına en ağır yeminleri ile yemin ederek; eğer kendilerine emredersen mutlaka savaşa çıkacaklarını söylediler. De ki: “Yemin etmeyin! İtaatınız mâlumdur. Hiç şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nûr: 53)
“Onlar korkak bir topluluktur.” (Tevbe: 56)
“Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (Haşr: 13)
“Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir.” (Tevbe: 127)
“Onlar namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar.” (Nisâ: 142)
“İnsanlara gösteriş yaparlar.” (Nisâ: 142)
“Allah’ı pek az zikrederler.” (Nisâ: 142)
“Sen onları sözlerinin üslûbundan tanırsın.” (Muhammed: 30)
“Onlar hayvan gibidir, hatta onlar daha şaşkın haldedirler.” (Furkan: 44)
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” (Tevbe: 73)
“Andolsun ki münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve Medine’de yalan haber yayanlar vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz. Sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler.
Hepsi de lânetlenmiş olarak, nerede ele geçirilirlerse yakalanırlar ve öldürülürler.
Allah’ın daha önce geçmiş olanlara uyguladığı sünneti (âdeti) budur. Sen Allah’ın sünnetinde aslâ bir değişiklik bulamazsın.” (Ahzâb: 60-62)
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler’de dünya hayatı değersiz, geçici bir imtihan sahnesi olarak tarif edilmiştir.
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister.” (Enfâl: 67)
“Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir.” (A’lâ: 16-17)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır. Ahiret yurdu ise Allah’tan korkanlar için elbette daha hayırlıdır. Düşünmüyor musunuz?” (En’am: 32)
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Âyet-i kerime’de:
“Dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 185)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb’ı ile birlikte pazar yerinde dolaşırken bir oğlak ölüsüne rastladı. Kulağından tutarak:
–”Hanginiz bunu bir dirhem mukabilinde almak ister?” diye sordu.
Ashâb:
–”Bundan daha az paraya bile olsa almayız. O bizim ne işimize yarar ki?” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:
–”Parasız verilse ister misiniz?” buyurdu.
–”Vallahi, esasen bu diri olsa bile, kulaksız olduğundan dolayı kusurludur, ölü iken ne yapalım?” dediler.
Bunun üzerine buyurdular ki:
–”Vallahi, bu sizce nasıl kıymetsiz ve değersiz ise, Allah’a göre de dünya bundan daha değersizdir.” (Müslim)
Dünya lezzetlerinin mubahlarının suali, haramlarının ise cezası vardır.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır.” buyurmuşlardır. (Beyhaki)
Onun için aldanmaya gelmez.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri Â’lâ sûre-i şerif’inin 17. Âyet-i kerime’sini okuyarak şöyle buyurmuştur:
“Dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercih etmemizin sebebini bilir misiniz? Dünya hazır önümüzde duruyor. Yiyecekleri, içecekleri, kadınları, zevk ve güzellikleri ile hemen takdim edilip bize veriliyor. Ahiret ise önümüzde gözle görülür durumda hazır bulunmuyor. O bakımdan biz peşin olanı aldık, sonra verilecek olanı bırakıverdik.”
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler.” (Nahl: 107)
“Kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara orada yaptıklarının karşılığını tam olarak veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar.” (Hûd: 15)
Kâfirler âhirete varınca dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu ancak anlayabilecekler.
“Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına râzı olarak, onunla tatmin olanlar ve âyetlerimizden habersiz bulunanlar var ya! İşte onların kazandıklarına karışılık varacakları yer ateştir!” (Yunus: 7-8)
“Onlar dünya hayatı ile şımardılar.
Oysa âhiretin yanında dünya hayatı sadece bir geçimlikten ibarettir.” (Ra’d: 26)
Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nail olabilirler, yaşadıkları müddetçe bu imkânlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar dünyada biraz geçinir, sonra bize dönerler. İnkârlarından dolayı onlara şiddetli azab tattırırız.” (Yunus: 70)
“Allah-u Teâlâ’ya iman” demek, dünya hayatını ahiret için satmak demektir. Allah için hayatını ve arzularını feda etmek demektir.
“Hiç şüphesiz ki, Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır.” (Tevbe: 111)
“Öyleyse dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır ve öldürülür veya galip gelirse, biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz.
Size ne oluyor ki Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” (Nisâ: 74)
Şehidlik bu alış-veriş neticesinde Allah-u Teâlâ’nın müminlere en büyük bir ikramıdır.
Bu fedakârlık sadece savaşta hayatını feda etmekten ibaret değildir. Müslüman hayatının her anında nefsinin arzularını, heva ve hevesini Allah için feda etmesi gerekir. Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına riayetli olması gerekir. Buna “Nefisle cihad” denilir.
Bu fedakârlığa yanaşmayan bir kimsenin imanı sözde kalır.
“Dünya hayatı aldatıcı geçimlikten başka bir şey değildir.” (Âl-i imran: 185)
“Her kim dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.” (Âl-i imran: 145)
Dünya için Allah-u Teâlâ’nın dinini değiştirmeye, hükm-ü ilâhi’yi ortaya kaldırmaya çalışanlar ise gerçekten çok kötü bir alış-veriş yapmışlardır.
“Onlar ise bunu arkalarına attılar ve az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kötü!” (Âl-i imran: 187)
“İnkâr edip kâfir olanlara dünya hayatı süslü gösterildi. Bu yüzden onlar inananlarla alay ederler. Oysa ki Allah’tan korkup karşı gelmekten sakınanlar, kıyamet gününde onların üstünde olacaklardır. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” (Bakara: 212)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Dünya tatlı ve hoştur. Allah sizi ona vâris kılacak ve nasıl hareket edeceğinize bakacaktır. Öyleyse dünyadan sakının, kadından da sakının! Zîra Benî İsrâil’in ilk fitnesi kadın yüzünden çıkmıştır.” (Müslim)
Nefse en cazip gelen şey madde ve kadındır. Bu iki şeyle bu necip milleti yok ettiler.
Allah-u Teâlâ hareketlerimize bakıyor. Dünyanın cazibesine kapılanlar neye kapıldıklarının farkında değil. İnsanlar “Yaşayayım!” diyor. Yaşa bakayım! Ama bunun sonu var, incecik bir köprü var, zerreden hesap var.
Tutulan çok, kurtulan az. Neye tutulmuş? Nefsinin arzusuna, şeytanın iğvasına, şehvetin peşinden tutulmuş gidiyor.
•
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:
“Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter.” buyuruyor. (Enfal: 64)
Ne arıyorsun başka?
“Allah yeter!”.
Dünya vasıta, ahiret gaye hayattır. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve gaye hayat olan ahireti unutturmaması gerekir.
Kısacık dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
“Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli bir geçimidir.
Allah’ın yanında bulunanlar ise, daha hayırlı ve daha devamlıdır.
Bu mükâfat iman edenler ve Rabb’lerine tevekkül edip güvenenler içindir.” (Şûrâ: 36)
Bu mükâfatı hak edenler Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutlar içinde ömürlerini sürdürürler, her vesile ile rızâ-i ilâhî’yi ararlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Dünya geçimi azdır. Ahiret ise Allah’tan korkup kötülükten sakınanlar için daha hayırlıdır.
Size kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ: 77)
Bir şey zeval bulmakla karşı karşıya ise, çok bile olsa az sayılır. Hem az hem de geçici ise durum daha da değişir.
Ahiretin kendileri hakkında dünyadan daha hayırlı olacağı kimseler ise takvâ sahipleridir.
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir.
Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır, keşke bilseler!” (Ankebût: 64)
Eğer insanlar ahiretin devamını bilselerdi, dünyayı ahiret üzerine tercih etmezlerdi.
Ukbâ’yı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Bir Âyet-i kerime’de:
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” buyuruluyor. (Tâhâ: 124)
Zâhiren nimetler içinde görünse bile, dilediğini yiyip içip, dilediğini giyinip, dilediği meskenlerde yaşasa bile; ne rahatı ne huzuru olur, ne kalbinde genişlik ne de ferahlık olur. Tereddütlerden, kuruntulardan, boş hayallerden, uzun emellerden kendisini kurtaramaz. Bunun da sebebi hidayetten uzak oluşlarındandır.
“Aşağılık Dünya”:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde dünya hakkında şöyle buyuruyor:
“Şu aşağılık dünya...” (A’raf: 169)
Bu aşağılık dünyanın misali şöyledir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:
“Ademoğlunun yeyip içtikleri her ne kadar güzel ve çeşitli ise de, dönüştüğü maddelere bak. İşte Ademoğlunun yeyip içtiklerinin (pisliklere dönüştükten sonra aldığı hali) dünya malının bir örneği değil midir? (Nitekim dünya malı da böyle yok olup gidecektir.)” (C. Sağir)
İşte bu dünya için heves etmeye değmez. Üzülmeye hiç değmez.
“Eğer, sizin için, gizlenmiş olan hazinelerin (cennet nimetlerinin) ne kadar çok olduğunu bilseydiniz, muhakkak ki, peşine düşüp nail olamadığınız dünya nimetleri için üzülmezdiniz.” (C. Sağir)
Hiçbir şeye tenezzül etme. Çünkü Allah yolu hiçbir şey kabul etmez.
İnsanlarla görüşme zamanı değil. Niçin? Yediği helâl olmadığından sana söyleyeceği güzel bir şey olmaz.
Onun için bugün hakikaten dünya ile ve dünya ehli ile irtibatı kesmemiz lâzım ki, ebedî hayatın hazırlığı başlasın. Yoksa hem gayri sevgiler, hem Hakk’a sevgi olmuyor. Çünkü bu hususta Âyet-i kerime var:
“Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.” (Ahzâb: 4)
“Ben size iki kalp vermedim ki, birisini Hazret-i Allah’a hasredesiniz, birisini gayriya masivaya vermedim.” Bir kalp var, o kalpte ne varsa diğeri sakıt olur. Eğer o kalpte Hazret-i Allah’ın muhabbeti varsa, O’nunla yaşarsın, gayri muhabbet varsa onunla yaşarsın.
Bu halk gitti. Niçin? Lokmaya dikkat etmediği için, oradan gitti. Haramı-helâli ayırmadı, midesine haram koydu, oradan kaydı. İmanı da gitti, inancı da gitti, dini de gitti.
Haramla ibadet olmaz, haramla dua olmaz, haramla ihlâs olmaz, hiçbir şey olmaz. Bugün helâl yiyen kaç kişi var? Allah’ımız bize acısın ve bizi korusun.
Nefsin hoşlandığı şeye muhalefet etmedikçe gerçek rızaya ulaşılmaz. Bir kelime... Hoşlandığını yapma, hoşlanmadığını yap.
•
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadîs-i şerîf’lerinde buyuruyorlar ki:
“Helâl apaçık belli, haram da apaçık bellidir. Bu ikisinin arasında şüpheli noktalar vardır. İnsanların çoğu bunu bilmezler. Şüpheli şeylerden kaçınanlar, dinini ve namusunu korumuş olurlar. Şüpheli şeylere düşenler, yasak bir koruluğun etrafında hayvan otlatan ve her an için koruluğa düşmek ihtimâli olan bir çoban gibidir. Dikkat ederseniz her hükümdarın bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu ise haramlardır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 48)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz “Siz asıl ibâdetten gaflet ediyorsunuz. O ise şüpheli şeylerden sakınmaktır.” buyurmuştur.
“Haramdan değil, şüpheli şeylerden kaçmadıkça imanınızı kurtaramazsınız.” buyuruluyor.
Her şüphe ettiğin şeyi terk etmedikçe gerçek dinine ulaşamazsın. Çok dikkat etmek lazım. Çünkü:
“Dini Allah’a has kılarak ihlâs ile kulluk et. İyi bil ki hâlis din ancak Allah’ındır.“ (Zümer: 2-3)
Buyuruyor Cenâb-ı Hakk.
•
İhvanda madde olmayacak, yeme olmayacak, yük olmayacak. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki: “Devenin üstündesin, kamçın düştü yere. Bana şu kamçıyı ver deme, in, al ve deveye bin.”
Yani size İslâm’ı tarif ediyorum.
•
Tul-i emeli bırakmak lâzım. Çünkü senin değil, dünyanın bile ömrü kısaldı.
•
İşimiz rıza olsun, nefsimiz değil de ruhumuz doysun.
•
Bugün namusu korumak için, şerefinle yaşamak için takva sahibi olmak lâzım. Bunu unutmayın. Dışarıdan hiçbir şey yemeyin.
•
Bütün hataların temelinde üç şey yatar. Bunlardan uzak durun. Kibir, hırs ve hased.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh- der ki:
“Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- evinden çıkarak Uhud şehidleri için cenaze namazı kıldıktan sonra minbere çıktı ve şöyle buyurdu:
“Ben sizin kıyamette öncünüz ve şâhidinizim. Vallahi ben şu anda cennetteki havzımı görüyorum. Bana gerçekten yer hazinelerinin anahtarları yahut yerin anahtarları verilmiştir. Ve yine Allah’a yemin ederim ki, ben sizin benden sonra şirke sapacağınızdan korkmuyorum, fakat dünya hususunda birinizin diğerinizle yarışmaya dalacağınızdan korkuyorum.” (Müslim: 2296)
•
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle anlatmıştır:
“Biz Resulullah Aleyhisselâm ile otururken uzaktan Mus’ab bin Umeyr -radiyallahu anh- göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resulullah Aleyhisselâm onu görünce (Mekke’de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı.
Sonra buyurdu ki:
“(Gün gelip) Sizden biriniz, sabah bir elbise akşam bir elbise giyse ve önüne yemek tabaklarından biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılarla ve kilimlerle) Kâbe gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?”
Orada bulunanlar: “O gün biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibadete daha çok vakit ayıracağız.” dediler.
Resulullah Aleyhisselâm şöyle karşılık verdi:
“Hayır! Bilâkis siz bugün o günden daha iyisinizdir.” (Tirmizî: 2478)
•
Abdullah bin Mes’ud -radiyallahu anh- demiştir ki:
“Eğer ilim ehli, ilmi koruyup, onu lâyık olanlara vermiş olsalardı, ilim sayesinde devirlerinin insanlarına efendi olacaklardı. Ne var ki onlar ilmi, dünyalıklarından menfaat sağlamak için ehl-i dünya için harcadılar. Dünya ehli de âlimleri aşağıladı. Halbuki ben, Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselâm’ın şöyle söylediğini işittim:
“Kimin tasası sadece ahiret oIursa, dünya tasalarına Allah kifâyet eder. Kim de dünya tasalarına kendini kaptırırsa, dünyanın hangi vadisinde helâk olduğuna Allah aldırmayacaktır.”
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- anlatıyor:
“Bir adam gelerek Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e:
“Ey Allah’ın Resûlü, bir kimse Allah yolunda cihad arzu ettiği halde bir de dünyalık isterse durumu nedir?” diye sordu. Şu cevabı verdi:
“Ona hiçbir sevab yoktur!”
Adam aynı soruyu üç sefer tekrar etti, Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de her seferinde:
“Ona sevab yoktur!” diye cevap verdi.” (Ebu Dâvud)
•
Enes bin Malik -radiyallahu anh-den rivayetle, dedi ki:
Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Cehennem ehlinden olan en zenginlerden (birisi) kıyamet günü getirilir. Sonra cehennem azabına batırılır ve:
‘Ey Âdemoğlu! Malının hiçbir hayrını gördün mü? Hiç sana bir nimet geldi mi?’ denilir. O da:
‘Hayır! Vallahi Ya Rabb’i!’ diye cevap verir.
(Sonra) da Cennet ehlinden dünyada iken en fakir, en yoksul olan bir adam getirilir ve Cennetin boyasına sokulup (batırılır). Ve ona:
‘Ey Âdemoğlu! Hiçbir yoksulluk gördün mü? Hiç sana bir sıkıntı isabet etti mi?’ denilir. O da:
‘Hayır! Ya Rabb’i! Bana hiçbir yoksulluk gelmedi ve bana hiçbir sıkıntı da isabet etmedi.’ der.” (Müslim)
•
“Her ümmetin bir fitne sebebi vardır. Benim ümmetimin fitnesi dünya malıdır.” (C. Sağir)
•
“Öylesine felâketlerle dolu bir zaman gelecek ki, o zamanda üç şeyden daha az hiçbir şey olmayacaktır: Helâl para; temiz, samimi bir arkadaş; amel edilen sünnet” (C. Sağir)
•
“İnsanlar, öylesine kötü bir zamanla karşılaşacak ki, o zamanda kişi, aciz ve beceriksiz olmakla, işini gayr-i meşru yollarla kazanmanın arasında kalır. Bu durumda, mümin olan kişi birinciyi ikinciye tercih etsin.” (C. Sağir)
•
“Uhud dağı kadar altın olsa, aradan üç gün geçmeden yanımda bir kuruşun dahi kalmaması beni sevindirir. Yalnız ödenmesi gereken borcum için ayırdığım müstesnadır.” (C. Sağir)
•
“Su içinde yürüyen bir kimse, ayaklarını ıslanmaktan kurtaramadığı gibi, dünya işlerini (ahîret işlerinden daha) üstün tutan bir kimse de kendini günah işlemekten kurtaramaz.” (C. Sağir)
•
“Muhakkak ki, kişinin malında, ailesinde ve çocuklarında bir fitne vardır.” (C. Sağir)
•
“Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışların başıdır. Bir şeye olan sevgin seni kör ve sağır yapar.” (Beyhakî)
•
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyurdular ki:
“Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlâtları var. Sizler âhiretin evlâtları olun. Sakın dünyanın evlâtları olmayın. Zîra bugün amel var hesap yok, yarın ise hesap var amel yok.” (Buhârî)
•
İmrân İbnu Husayn -radıyallahu anhümâ-ın anlattığına göre, İmrân, Kur’ân okuyan, arkasından da buna mukabil halktan dünyalık talep eden birisine rastlamıştı. “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’un”, deyip arkasından şu açıklamayı yaptı:
“Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şöyle söylediğini işittim:
“Kim Kur’ân okursa (isteyeceğini) Allah’tan istesin. Zira bir takım insanlar zuhur edecek, onlar Kur’ân okuyup, okudukları mukabilinde halktan (dünyalık) isteyecekler.” (Tirmizî, 2918)
•
“İki çeşit sarhoşluk sizi kaplamak üzeredir: Dünyayı haddinden fazla sevmek; zararını düşünmeden cehaleti sevmek!
Bu iki belânın karşısında artık siz Allah’ın emirlerini öğretip yaptırmaktan, yasaklarını ise terk ettirmekten vazgeçersiniz. (Bu tehlikeli zamanda) Allah’ın kitabını ve peygamberin hadislerini kendisine rehber yaparak bütün işlerinde uygulayan kimseler, Allah’ın nezdinde muhacir Mekkeli, ensari Medineli sahabiler kadar değerlidir.” (C. Sağir)