Tarik ikidir:
1. Tarik-ı ibâdet; şeriattır ki, ibâdet ve taat, zikir ve fikirdir.
2. Tarik-ı terakki, tarikattır. Şeriat ile tekarrüb ve muhabbet hâsıl olur, tarikat ile de Fenâfişşeyh, Fenâfirrasul ve Fenâfillâh hâsıl olur.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- ve nice evliyâullah hazerâtı hep bu yolda yetiştiler ve yetiştirdiler.
İlim ve amel gibi çok değerli iki hususiyete sahip olan bu hakikat yolunun yolcularının; nefsin bozgunculuğundan ve şeytanın hilelerinden korunup kurtulmaları, mânevî kuvvetlerin ruhânî yardımları sayesinde mümkün olmuştur.
Kurmay olmayan bir subayın paşa olamayacağı gibi, zâhirî ilimlerin yanında batınî ve ledünî ilimleri de tahsil etmeyen, gizli ilimlere vâkıf olmayanlar Fenâfirrasul ve Fenâfillâh'a ulaşamazlar.
Âyet-i kerime'de:
"Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır." buyuruluyor. (Yusuf: 76)
Allah-u Teâlâ onları sever, onlar da O'nu severler. Gayrıya rağbet etmezler.
Kınayıcı hiçbir kimsenin kınamasına bakmazlar ve korkmazlar. Hakk ile beraberdirler. Hakk ile olan da halkı Hakk'a dâvet eder.
Tasavvuf kelimesi her harfi itibâriyle birçok mânâlar ihtivâ etmektedir. Şöyle ki:
TE harfi tevbeye delâlet eder, tevbeye çağırır. Sâlikin, bütün ahlâk-ı zemimelerden içtinap etmesi gerekir. Aynı zamanda o noktada devamlı durulması icabediyor. Kötülüklere aslâ dönmediği gibi onları hatırlamayacak bile. Bu zâhiri tevbedir.
Bâtınî tevbe ise; kötü işler tamamen iyiliğe çevrilecek. Kişi iyi işlerde sabır ve sebat edecek. Bu ikisine de muvaffak olursa ve bunlarda karar kılarsa ikinci harfe geçilir.
SAD harfinden murad, insanın sâfileşmesidir. Bunun için de az yemek, az içmek, az uyumak, az konuşmak ve çok ibadet etmek gerekiyor. Diğer taraftan sâlikin dünyaya celbedici şeylere değer vermesi, mal-mülk ile fazla ilgilenmesi, çoluk-çocuğuna fazla muhabbet bağlaması, helâl olan şeylere fazla meyletmesi de sâfileşmesine mâni olur. Bunlardan sıyrılmadıkça; süzülüp sâfileşmeye ve temizlenmeye imkân yoktur. Nerede kaldı ki, onu zikirden-fikirden alıkoyan işler!
VAV Velâyet makamını ifade eder. Üftâde -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta ne güzel buyurmuşlar:
"Erden Hakk'a ermek gerek,
Erenleri bulmak gerek.
Bulmaz isen sen onları,
Can ve dilden sevmek gerek.
Sevenler buldu anları,
Erişti Hakk'a canları,
Bütün oldu imanları,
Can ve dilden sevmek gerek."
Çünkü bu yola giren insanın gayesi Hakk'a kavuşmaktır. Hakk'a erişebilmek için de O'na erişeni bulmak gerek. Bulamadınsa sev onu, o seni bulur.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:
"Ben kendiliğimden Hakk'a ulaşmak istedim. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri beni bu yola rehberlik yapanlara ulaştırdı. Onlar da beni Hakk'a kavuşturdu. Mürşid-i Hakiki Hazret-i Allah'tır."
Velâyet makamına çıkan insanlar şu Âyet-i kerime'nin mazharı olurlar:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." (Yunus: 62)
Niçin Evliyâullah'a korku yoktur? Çünkü onlar dünyada çok korktular, hiçbir zaman emin olmadılar. Daima mahzun idiler. Onun için orada mahzun olmayacaklardır.
Hıfz-u himâyeye aldığı için Allah-u Teâlâ onlara büyük günah işletmez, küçük günahlarını da tevbe ile affeder. Onları günahsız olarak huzuruna alır.
FE Fenâ makamı demektir. "Fenâ" olan insanda "Beka" tecelli eder. Yok olduğunu kendi gözü ile görür. Dilerse Hazret-i Allah onu kendi katına çıkarır.
"Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir."
Âyet-i kerime'sinin sırrı tecelli eder. (Bakara: 153)
Her zerrede O'nun tasarrufu görülür, her varlık O'nun aynası olur.
Zâhir ulemâsının muttaki olanları kalp erbâbının ve bâtın ulemâsının üstünlük ve faziletini daima tasdik ederlerdi.
İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Şeybân Râî -kuddise sırruh- isminde evliyâ-i kiramdan bir zâtın huzurunda, mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı.
Onun bu durumunu bazı âlimler hazmedemediler. "Senin gibi bir âlim nasıl olur da bir çobandan bilgi alır?" dediklerinde "Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir." cevabını verdi. (İhyâ-u ulûm'id-dîn)
Bir defasında İmam Ahmed bin Hanbel -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ile İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri kazaya kalmış namazların nasıl kılınacağı hususunda konuşurlarken, yanlarına Şeybân Râî -kuddise sırruh-Hazretleri gelmişti. İmam-ı Ahmed, İmam Şâfii'den o çobanı imtihan etmek için izin istemiş. Fakat İmam-ı Şâfii Hazretleri o çobanın kalbine dokunmayı lâyık görmemiş iken İmam-ı Ahmed Hazretleri çobana: "Bir mümin bir vakit namazını kaçırsa, sonra da beş vakitten hangisini kaçırdığını unutsa, hangi vakti kaza etmelidir?" diye sordu. Çoban dikkatle baktı ve: "O kimse gaflette kalmıştır, beş vakti de kaza etmelidir." cevabını verdi.
İmam Ahmed -rahmetullahi aleyh-, çobanın mehâbetinden dolayı kendinden geçip yere düşmüş, ayılınca velilerin çobanı böyle olursa, âlimlerinin ne mertebede oldukları üzerinde düşünmüş ve muhabbet yoluna sülûk etmiştir.
Nitekim İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, evliyâ-i kiram'dan İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri için: "Seyyidimiz, efendimiz İbrahim" buyururlardı. Yakınları kendisine bu tazimin, bu hürmetin sebebini sorduklarında: "Biz ilmimizle nefsimizi düşünürüz. Onlar ise kendilerini unutup hikmetle Mevlâ'larını düşünürler." cevabını vermiştir. (Marifetname)
Onlar bütün bu hakikatlere vâkıf ve vâris olduktan sonra imametten velâyete nâil olmuşlardır.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz o kadar büyük bir âlimdir ki, İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Hakk ile olduğunu gördü, bildi ve söyledi.
Bunu biraz açalım. Ağzı mühürlü iki teneke var. Birisinin içi mücevher dolu, diğerinin ise taş. Bunu dışarıdan görebilmek için kalp gözünün açık olması lâzımdır. O ise gördü ve seçti, tâzim etti. Görülüyor ki bilmek başka, olmak başka.
Bilen ve görebilen için zâhiri ilimle batınî ilimler arasında bu kadar açık farklar vardır.
Onların içinde Hakk var. O ise bir maskeden ibaret, vücudu ise elbiseden ibaret. İmam-ı Âzam Hazretleri ona bunun için tâzim etti. Niçin tâzim etti? Hakk'a vâsıl olduğu için ve Hakk ile olduğu için tâzim etti. Vaktaki bu tecelliyata mazhar olunca:
"Eğer şu iki sene olmasaydı, Numan helâk olurdu." buyurdu ve anlayanlara duyurdu.
Fakirin kanaatine göre bu ene kabuğunu son iki senede delmiş, hiçliğini bilmiş ve Hakk'a vâsıl olmuş.
Esas budur. Bu hususta boşuna münakaşa edilmiştir.
Ey kendinde ilim ve varlık gören kendini bilmeyenler! Bu beyandan ibret al da, helâk olmaktan kurtul.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz böyle buyurdu, sen kim oluyorsun?
•
Allâme Seyyid Şerif Cürcânî -kuddise sırruh- Hazretleri Yakup Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap etmiş, daha sonra şeyhi onu kendi mürşidi olan Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretleri'ne götürmüş, onunla görüştükten sonra:
"Yakup Çerhî'ye intisab etmeden önce râfizî imişim. Alâeddin Attar Hazretleri'ne mülâki olduktan sonra Allah'ımı bildim." buyurmuş.
Buna benzer daha birçok misaller vardır.