Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TASAVVUF’UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ - Tasavvufun Önemi - Ömer Öngüt
Tasavvufun Önemi
TASAVVUF’UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Dizi Yazı - Tasavvuf
1 Aralık 2007

 

TASAVVUF’UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ

Tasavvufun Önemi

 

Zikrullah Emr-i Şerif’i:

Zikrullah bütün müslümanlara ilâhî bir emir gereğidir.

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde:

“Benim zikrim için namaz kıl!” (Tâhâ: 14)

Âyet-i kerime’si ile dinin direği ve temeli, ibadetlerin rehberi olan namazı emretmiş olduğu gibi;

“Ey iman edenler! Allah’ı çok çok zikredin!” (Ahzâb: 41)

Âyet-i kerime’sinde de Zât-ı akdes’ini zikretmeyi emretmiştir. Namaz da ilâhî bir emirdir, zikrullah da ilâhî bir emirdir.

Kur’an-ı kerim’de diğer ibadetler için “Çok çok namaz kılınız!”, “Çok çok oruç tutunuz!” gibi ifadeler olmamasına karşılık “Allah’ı çok çok zikrediniz!” gibi ifadelerin bulunması, Zikrullah’ın ne kadar önemli bir ibadet olduğunu göstermeye yeterlidir.

Bir Âyet-i kerime’de:

“Zikrullah elbette en büyük (ibadet)tir.” buyuruluyor. (Ankebût: 45)

Zikrullahtan daha büyük, daha üstün bir şey yoktur. Amellerin en yücesi, en iyisidir.

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:

“Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken de Allah’ı zikredin.” buyuruluyor. (Nisâ: 103)

Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini kazanırlar.

Zâhirde kalanlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerdeki zikri, yalnız namaz olarak kabul ediyorlar. Bilmediklerinden hakikatlere gözü yumuk bakarlar. Halbuki bâtına intikâl edip, iç âlemine döndükleri zaman bunun hakikatini göreceklerdir.

Bunun gibi birçok Âyet-i kerime’ler ile Allah-u Teâlâ zikrullahı evvelâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize, sonra da ümmet-i muhteremesine emir buyurmuştur.

Allah-u Teâlâ:

“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)

Âyet-i celile’si gereğince zikir ve fikirden gafil olan müminleri “Fâsık” kelimesi ile vasıflandırıyor.

Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu sevmesi, muhakkak ki o kulun zikrullahı sevmesi ve iştigal etmesi ile kaimdir. Etmeyenlerin ise cezalandırılacakları vaad ve vaîdinin bir neticesidir.

 

Kalbî ve Cehrî Zikrullah:

İnsanların mizaçları yaratılış itibarı ile değişik olduğundan, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu emr-i ilâhî’yi alınca;

“Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” (Risâle-i Es’adiyye. 6. Fasıl)

Hadis-i şerif’inin ifade ettiği mânâ gereğince, Hazret-i Ebu Bekir Sııddık -radiyallahu anh- Efendimizi çağırıp “Kalbî” zikri telkin ederek ona öğretmiş ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına tâlim etmesini kendisine emir buyurmuştur.

Aynı şekilde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimize de “Cehrî” zikri talim edip, diğer Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına telkin etmesini emretmiştir. Yani “Hafî” ve “Cehrî” zikirler bu noktada ayrılıyor.

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı da öğrendikleri usûl üzere kalbî ve cehrî zikirleri icra etmişlerdir.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nı vasfederken:

“Onlar Allah-u Teâlâ’yı zikrederken, rüzgârlı bir günde sallanan ağaç gibi sallanırlardı. Gözleri yaşarırdı, gözyaşları elbiseleri üzerine sel gibi akardı.” buyuruyor. (Ebu Nuaym. Hilye)

Bu itibarla zikir ikiye ayrılmış, birincisine “Sıddıkiye”, ikincisine “Aleviye” adı verilmiştir.

Bu nurun, bu ilâhî feyzin kaynağı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. “Hafî” olanı Hazret-i Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Efendimizden, “Cehrî” olanı ise Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimizden intişar etmiştir.

Daha sonra ikiden on ikiye ayrılmıştır. Her ne kadar on iki imam vasıtasıyla oniki kola ayrılmışsa da aslı birdir. Her biri kendi hâlâtı üzerine içtihatta bulunmuştur. Bu husus da aynı mezheplerin intişârı gibidir. İçtihad derecesine varmış olan Evliyâ-i kiram’ın içtihadı neticesinde olmuştur.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimizden Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin zamanına gelinceye kadar bu hafî yol “Tarikat-ı Sıddıkiye” adı ile anılıyordu. Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri’nin zamanına geldiğinde ise “Tarikat-ı Nakşibendiye” adı ile anılmaya başlamıştır.

Ve bu yol o günden bu güne, Pirân-ı izam -kaddesallahu esrârehüm- Hazerâtı’nın el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir. Bu silsile-i celile-i âliye tevatür ile sabit olmuştur. Her devirde büyük bir İslâm cemaati tarafından doğruluğu tasdik edilmiştir.

İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri:

“Tevatür ile dinde sabit olanı inkâr etmek küfürdür.” buyururlar.

 

Tasavvufun Önemi:

Tarikat-ı aliye’ye dahil olan bir sâlik:

“Nefsini temizleyen kurtulmuştur.” (Şems: 9)

Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere kalbini, mâsivânın bataklık ve bulanıklıklarından temizleyerek mârifet evi ve muhabbet yurdu hâline getirir.

Tarikat, şeriat-ı mutahharanın hâdimidir, yardımcısıdır. Abdest, temizlik, taharet, namaza hazırlık olduğu gibi; tarikat da kalbi temizleyip huzura hazırlar.

Kalb temiz olursa, kişiyi ibadet ve taate sevkeder. Hasta bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamadığı gibi, mâsivâ bataklığına dönen bir kalb de ibadet ve taatın lezzetini anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.

Yeryüzünde mevcut bu kadar sular vardır, menbaı birdir. Kimisi çok güzel, gayet tatlıdır. Kimi ise acı ve bulanık olur.

Kalplerinde nur olanlar hikmetli, feyizli ve tesirli olur. Masivâ bataklığına dönen kalpte ise ne olur?

Bir insan zâhirini süslemek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in şeriatına; bâtınını ziynetlendirmek, iç dünyasını nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir.

İç âleme intikal etmek ancak farz ve nafile ibadetlerle kazanılır. Çünkü farzların edâsı ile mükellef olan beden olduğu gibi, nafilelerle memur olan da ruhâniyettir.

Bir insan söz ve davranışlarına ilâhî hükümler çerçevesinde yön vermezse onun tarikattan feyz alamayacağı açık bir gerçektir. O kimse doktorun verdiği ilâçları kullanıp, perhize riayet etmeyen bir hasta gibi olur.

Şurası çok iyi bilinmelidir ki, tarikatların hepsine Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’i ile sülûk edilmiştir. Bütün tarikatların hangisi olursa olsun hepsinin de esası ve değeri Şeriat-ı mutahhara’dır. İslâm’a muhalif olan bir tarikat, zaten tarikat da değildir.

Tasavvuf sadece kâl değil, bir hâl ilmidir, bir tatbikattır. Yaşanılmadıkça, tadılmadıkça, hissedilmedikçe nazari bilgilerle anlaşılmaz ve anlatılmaz.

Tarikat-ı aliye’ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanılması gereken şeylere karşı yakîn hâsıl olmasıdır. Hakiki iman da budur.

Mesela Allah’ın varlığını önce işiterek inanan insan; bularak, anlayarak inanmaya başlar, imanı kemâle erer.

Diğer taraftan ibadetleri yapabilmek için nefs-i emmâreden ileri gelen güçlükler ortadan kalkar, ibadetler kolaylıkla ve seve seve yapılır.

İlmi ve ameli elde etmek için şeriatten istifade edilmiştir. İlmin ve amelin ruhu makamında olan ihlâsı elde etmek için ise tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır.

“Seyr-i ilâllah” mesafesi keşfedilmedikçe, yani Allah-u Teâlâ’ya doğru olan yol gidilmedikçe, “Seyr-i fillâh” hasıl olmadıkça, tam ihlâs elde edilemez. O kimse ihlâsın hakikatinden uzak olup, muhlis zâtların erdiği kemâlâta kavuşamaz.

Avamın hepsi, bazı ibadetlerinde az da olsa, güçlükle elde edebilir.

Asıl ihlâs odur ki, bütün sözlerinde, işlerinde ve hareketlerinde kendiliğinden, kolayca meydana gelir.

Böyle bir ihlâsın elde edilmesi için Allah-u Teâlâ’dan başka hiçbir şeye tapınmamak, bir şeye düşkün olmamak lâzımdır. Bu da ancak “Fenâ”dan, “Bekâ”dan ve has mânâda “Velâyet” derecesine kavuştuktan sonra ele geçer. Zorlama ile ele geçen ihlâs devam etmez.

Zorlama olmaksızın ele geçen ihlâs devamlıdır ve bu ihlâs, Hakk’al-yakîn mertebesinde hâsıl olur.

İşte bu mertebeye varan veliler, her yaptıkları işi Allah için yaparlar, nefisleri için değil.

Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin ilimde ve amelde kazançları olur. Başkalarına çalışmakla, öğrenmekle, anlamakla hâsıl olan bilgiler, onlara ilham yolu ile hâsıl olur. Ameller, ibadetler kolayca ve seve seve yapılır. Nefis ve şeytan tarafından gelen gevşeklik kalmaz. Günahlar ve haram olan şeyler çirkin görülür.

İlim ve hakikat âleminde imanın kemâlleşmesine büyük bir âmil, zühd ve takvâ ile başlayıp olgun dimağlarda bir felsefe olan tasavvufun; bir takım müfsid telakkiler altında zan, nam ve menfaatler sebebiyle safiyeti ve aslı kaybettirilmeye çalışılmıştır.

Bazı câhilleri marifet ehli zannıyla aldatan, taassub ehli birkaç sahte mürşidin tasavvuf iddiasında bulunmaları, fikirlerde kararsızlık husule getirmiştir.

İslâm dininin düşmanları çeşitli tertipler kurmuşlar, hakikatı insafsızca koparmaya kalkışmışlardır.

Her gülün dikeni, her güzelin bir zıddı ve düşmanı olduğu gibi, hakikat ehlinin de düşmanı çoktur. Herkes yaratılışı üzerine icraatını yapıyor; ağzına bir kemik alıp onu yemeye çalışan kelp gibi, ömürleri böylece hakikati ağızlarına dolamak, koparmaya ve hakikat güneşini söndürmeye çalışmakla geçiyor.

Tarikatın fazilet ve meziyeti, İslâm din düşmanlarının tutum ve davranışlarından daha iyi öğrenilir.

Zira dikkat edilirse nerede Allah ve Resul’üne yakın, doğru-dürüst bir insan görülürse, ister tarikat ehli olsun ister olmasın, hemen tarikatçı damgasını vuruyorlar.

Tarikat-ı münevvere Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in söz ve davranışlarından ibarettir. Kaynağı Kur’an-ı kerim ve Hadis-i şerif’lerdir. Zamanımıza kadar büyük bir saffet ve samimiyet içinde gelmiş, asliyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Asırlar boyunca İslâm ahlâkının vücud bulmasında, fitne ve fesadın bertaraf edilmesinde, gerçek kardeşliğin tesisinde, birlik ve beraberliğin sağlanmasında, beşeriyetin ruh hastalıklarının tedavisinde, imanın kemâlleşmesinde yine de en büyük âmil o olmuştur. O sır bereketi ile ahkâm-ı ilâhi kıyamete kadar baki kalacaktır.

Hakikatte tasavvuf gerçek kardeşliği, müminlere kardeş nazarı ile bakmayı, birlik ve beraberliği sağlar. Zirâ hakikat ehlinde dâvâ ve gaye olmaz. Onun bütün arzusu rızâ ve mahviyettir. Mahviyet içinde niyaz, niyaz yolu ile rızâdır.

Bu münevver yolun hakikat erleri din uğruna malları ile, canları ile, aç-susuz olarak sırf Allah için uğraşmışlar, hem ibâdet, hem de mücadele-mücahede etmişler, bu surette İslâm birliğini bozacak en ufak bir fitnenin dahi meydan bulmamasına gayret sarfetmişlerdir.

Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın biricik Habib-i Ekrem’i Muhammed Aleyhisselâm’ın ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatı ile tabiatlanmışlardır. Tam bir teslimiyet, kuvvetli bir iman ile bağlanmışlar, onun izini ve prensiplerini takip etmektedirler.

Bugünkü bu bunalım içinde hayat bulan yine onlardır. Huzur ve saadet onlarda vardır.

Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir. Her zaman için mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir.

Âyet-i kerime’de:

“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler.” buyuruluyor. (A’râf: 181)

Bu tertemiz vazife manevî bir miras olarak nebîlerden âlimlere intikal etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibâr-ı evliyaullahtır.

Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiye’de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır. O has oda; odadan odaya, halkadan halkaya geçmiş ve hiç bozulmamıştır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ebu Bekir’in kapısından başka, mescide açılan bütün kapıları kapatınız.” (Buhârî)

Bu Hadis-i şerif’e Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:

“Allah’ım! Bütün tarikatların pîri kesildiği zaman Ebu Bekir’in yolunu kıyamete kadar baki kıl.” mânâsını vermişlerdir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Her asırda benim ümmetimden Sâbikûn (öncüler) vardır.” (Nevâdir’ül Usûl)

Bunlar yüz senede bir gönderilirler. Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzü halkına vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer.

Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın vekilidir. Allah-u Teâlâ onu seçmiş, sevmiş, o dostuna akıtacağını akıtmış.

Akıtılan bu mânevî ve ruhânî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu edenler, kalplerini evliyâullahın ruhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler.


  Önceki Sonraki