Tecelliyât-ı İlâhî akıl ile bilinmediği gibi, ilimle de bilinemez ve çözülemez, yakınlık âleminden coşar gelir. Hakiki ilim de budur. İlim içinde ilimler olduğu gibi, yollar içinde de yollar vardır. Bu bir iç âlem işidir, dıştan görünmez.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın tâyin ettiği muallimlerdir, ilimlerini Rabb’lerinden alırlar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerîme’sinde buyurur ki:
“Kitab’ı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbânîler olunuz!” (Âl-i imrân: 79)
Bu Âyet-i kerime bâtınîdir, zâhire âit değildir. Allah-u Teâlâ kendi talebelerine bu emri emri veriyor. Kime nasıl tecelli ettiyse, kime ne kadar verdiyse…
“Rabbânî olmak” demek; “Rabb’e hâlis kul olun, Rabb’e mensup ilim erbâbı olun; kalp kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle bakanlar olun!” demektir, bu bir iç âlem işidir.
Bu noktada değişti şimdi!.. Diğerleri “kafa gözü” ile, “kafa kulağı” ile; bunlar ise “kalp gözü” ile, “kalp kulağı” ile alırlar.
Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufundadırlar, bunları O idâre eder ve kendi katından ilim ihsân eder.
“Rabbânîler”in gerçek mânâsı şudur ki; onların özünde “Allah” vardır, sözleri de sâdece “Allah ve Resulullah”tır. Bu ilim Allah-u Teâlâ’nın öğretmesi ve göstermesi ile bilinir ve görülür, onların muallimi bizzat Allah-u Teâlâ’dır.
Âyet-i kerîme’sinde buyurur ki:
“Takvâ üzere olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ilimleri kesbî değildir, vehbîdir; yâni herhangi bir hocadan, medreseden tahsil etmezler, doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’dan ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir.
Vehbî ilim verilme ile elde edildiği için, bu ilme hiç kimse hiçbir sûrette sahip çıkamaz. Çünkü görülüyor ki veriliyor, bir çalışma yok, yâni miras. Kimisi çok çalışır, bir ev yapar; öbürü de hiç çalışmadan mîrâsa konar. Bu ilim de böyledir; Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine vâris kılar ve kimseye bahşetmediğini dilediğine verir.
Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri hem nâil olmuş, hem görüyor, hem de söylüyor. Ona o ilim verilmiş, o ilimle açıyor. Kime verilirse bu cevherler onda bulunur, herkeste bulunmaz.
Bunlar ilimde derinleşmiş olanlardır. “Var, var, var!” diyor, olduğunu beyan buyuruyor.
İnanan inanır, amma akıl ve ilim çalışmaz. Bilinseydi zâten açığa vurulurdu. Büyük bir deniz görülüyor, amma içinde ne olduğu belli değil, içine girmek de mümkün değil!..
Burada zâhirî ilim sâhipleri ile “Ârif-i billâh” olanlar ayrılmıştır. Zâhirî umûma âit mevzûdur, bu ise husûsa âit mevzûdur. Hakk’ın duyurması ile olduğu için Ârif-i bi’llâh olanlar bunu çözüyor. “Zâhir” ve “Bâtın” gibi; birisi zâhirde kalmış, diğeri bâtına geçmiş…
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerîme’sinde buyurur ki:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” (Fâtır: 14)
Sana hakikati bildirecek olan, her şeyden kemâliyle haberdar olan Zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil!..
Kime akıtırsa bu ilim onda bulunur; hangi hazineye ne kadar cevher kondu ise, o kadar cevher olur. Fakat o cevher hazineye âit değildir, Koyan’a âittir.
Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye âit değildir; su kesildiği zaman çeşmeden hiçbir şey akmaz.
İlim ikidir: Sadır ilmi, satır ilmi…
“Satır ilmi” duymakla, okumakla öğrenilir, medreselerde tahsil edilir. Bu ilim sahipleri Şerîat’ın zâhirine vâristirler, Şerîat ahkâmını tâlim ederler. Hakk’a vâsıl olmak bu ahkâmın tatbik edilmesine bağlıdır, ahkâma uymayan her türlü çalışma ve ibadet nâkıstır. Bunun için çok mühimdir.
“Sadır ilmi” ise Allah-u Teâlâ’nın kalbe koyduğu ilimdir, buna “Mârifetullâh ilmi” de denir.
Sadır ilmi bâtınîdir, satır ilmi zâhirîdir.
Sadır ilmi husûsîdir, satır ilmi umûmîdir.
Sadır ilmi hâllere mahsustur, satır ilmi fiillere mahsustur.
Sadır ilmi murâkaba içindir, satır ilmi muâmele içindir.
Sadır ilmi burhân ilmidir, satır ilmi beyân ilmidir.
Sadır ilmi hidâyet ilmidir, satır ilmi rivâyet ilmidir.
Sadır ilmi o bilgiyle, hakikatte O’na O’ndan başka delil olmadığını bilmektir, satır ilmi ise Allah-u Teâlâ’nın kâinâttaki sanatını görmektir.
Satırın muallimi benî beşer, sadırın muallimi ise Allah-u Teâlâ’dır.
Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerîf’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah bir kula hayır murâd ettiği zaman, onun kalbinin kilidini açar. Onun kalbinde yakîn ve sıdk hâsıl eder. Onun kalbini, içine girenleri koruyan bir muhâfaza kabı kılar ve o kimsenin kalbini selîm, lisânını sâdık, ahlâkını müstakîm, kulağını işitici ve gözünü de görücü kılar.” (“Râmuzü’l-Ehâdîs”)
İşte bütün sır bu “Kilit”tedir, kalbin açılmasında ve derûnî ilme dalmaktadır.
Allah-u Teâlâ o kulundan perdeyi dilediği kadar kaldırır ve esrârını ona duyurur. Duymak ayrı, işitmek ayrıdır. Allah-u Teâlâ’nın zâhirde verdiğini kulaktan işitiyorsun; bâtında ise O’nun ilhâmını, O’nun beyânını duyuyorsun. Arada çok büyük fark vardır. İşitmek zâhirdedir, duymak ise bâtındadır. O duyuracak, kalbin kilidini açacak; O hitâb edecek, sen de duyacaksın!..
Allah-u Teâlâ o kalpte tecellî edecek ki senin kilidini açsın. Her kilit dışarıdan açılır, kalb kilidini Allah-u Teâlâ içeriden açar, açtıktan sonra da dilediği esrârını duyurur. Kim ki onların kalbine girerse, o kişiyi muhâfaza ettiği için onu da muhâfaza eder…