Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü’l-evliyâ hakkındaki asılsız düşünceleri izâle etmek için “Fusûsu’l-Hikem” adlı eserinde şöyle buyurmuştur:
“Şimdi sen Allah erlerinden birinin: ‘Velâyet nübüvvetten yüksektir!’ dediğini, veyâ ondan böyle bir rivâyet nakledildiğini işitirsen, bil ki o ancak bizim söylediğimiz bu hakîkati kastetmiştir. Hattâ onlardan birinin: ‘Velî, nebî ve resûlden üstündür!’ dediğini de işitirsen, o bu sözüyle tek bir şahsı murâd etmiştir. Çünkü o şahsın nebî ve resûl olması cihetiyle işgâl ettiği makamdan, (onun) velî olması cihetiyle işgâl ettiği mertebe daha tam ve kâmildir. Yoksa nebîye bağlı olan velî hiçbir zaman nebîden yüksek değildir. Zirâ tâbî olan kimse, tâbî bulunduğu şeyde aslâ tâbî olunanı geçemez. Eğer tâbî olan, tâbî olunanı geçebilseydi tâbî olmazdı. Bunu iyi anla!..” (“Fusûsu’l-Hikem”, s. 177-178)
Hâtemü’l-enbiyâ’dan üstün olması aslâ mümkün değildir, zîrâ o ona tâbîdir. Bu üstünlük ise diğer bâzı peygamberlere âittir.
Onun “velâyet”i doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm’ın “velâyet”idir. Resulullah Aleyhisselâm’ın “velâyet”inin üstünde hiçbir “velâyet” olmadığı için, diğer peygamberlerin velâyeti dahi ondan aşağı kalıyor. Çünkü o, onun “velâyet”idir. “Risâlet” ve “nübüvvet” kesilmiştir, peygamberlerin devri kapanmıştır. Amma o yol durduğu için onu o yola sürmüştür, peygamber vekâletini o yürütür.
Abdülkâdir-i Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fütûhü’l-Gayb” adlı eserinde buyurur ki:
“O resûl ve nebîlerin vekîlidir, peygamberler bunu vekil etmişlerdir.” (“Fütûhü’l-Gayb”, 33. Makâle)
Onların vazîfeleri bitti, onlar çekildiler ve onların vazîfesini o yapacak, onları aratmayacak!..
“Nübüvvet”in üstünde hiçbir rütbe olamayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük bir şeref tasavvur edilemez!..
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle buyurmuşlardır:
“Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü’l-azm peygamberlerin işini görür.” (“Mektûbât”, 234. Mektup)
Bunun sebeb-i hikmeti şudur ki; o zamanlar ümmet az idi, hedef küçüktü, günümüzde ise insanlar çoğaldı, hedef büyüdü. Fakat onun “Nûr”u, yağan karların erimesine vesîle oldu!..
Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fusûsu’l-Hikem Şerhi”nde Hâtemü’l-evliyâ’nın; Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’ın mertebesine, zâtına, hâline, ahlâkına ve yaptıklarının hepsine tâbî olan en kâmil vâris olduğunu beyân ederek şöyle buyurmuştur:
“Hâtemü’l-velî, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in mertebesine, zâtına, hâline, ahlâkına ve yaptıklarının hepsine tâbî olan vâristir.” (“Kitâbu Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendi”, Şehid Ali Paşa, nr. 1240, vr. 136b)
Allah-u Teâlâ asırlar önce bu zevât-ı kirâm’a esrârını duyurmuş... Yoksa bu sırlar, gösterilmedikçe bilinecek şeyler değildir!..
Yâni sanmayın ki size bildirilenlerin hepsi bildirilmiştir! Tek kelime ile onun ahlâkı ile ahlâklanacak, tabiatı ile tabiatlanacak. O’nun ahlâkı da Hazret-i Kur’an olduğuna göre, o yolda yürüten Sâhibim’e sonsuz şükürler olsun!..
Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh Hazretleri “Fütûhâtü’l-Mekkiyye”de yer alan bir ifşaatında, bu “Hâtemü’l-velâye”nin Araplar arasından seçilecek en şerefli bir kimse ile gerçekleşeceğini haber vermektedir.
Buyururlar ki:
“Velâyet-i Muhammediyye’nin Hâtem’i bu Arap soyundan bir kişidedir ki, o bu milletin en asillerinden bir zâttır.” (“Fütûhâtü’l-Mekkiyye”, s. 214, trc. S. Alpay)
Diğer bir beyanları ise şöyledir:
“İşte bu sona getirecek ve bizim beklediğimiz Mehdî değildir. Bu ancak kendi ehl-i beytinden olacak birisidir.” (“Fütûhâtü’l-Mekkiyye”, s. 216)
Bütün bu lütuflar İlâhî hüküm ve takdirdir, mahlûkun bunda hiçbir dahli ve hükmü yoktur. Ona âit hiçbir şey yoktur, hüküm Allah-u Teâlâ’nındır. Mahlûk hükümsüzlüğünü bilmeli, O’nun takdîrine râzı olmalıdır. O murâd ettiğini yapar, nefis hiçbir zaman pâye almamalıdır.
Gerçekten hükümsüzüm. Hayatta ne bulduysam hep aşağıda buldum, hiçlikte ve hükümsüzlükte buldum; yukarıda hiçbir şey bulamadım. Var olan O’dur; yaratır, yaşatır, öldürür, diriltir, amma senin bir yumurta kadar hükmün yoktur. Bu nokta çok mühimdir.
Daha önceki sohbetlerimizde Zeyneddîn el-Hâfî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin bir beyanını arzetmiştik.
Buyurur ki:
“Kemâlin gâyesine ulaşıp da O’nu tevhîd eden, kâinat mertebesinde O’nun vahdâniyyet’ini müşâhade eden; isimlerin ve sıfatların bilinmesiyle ilgili ilimlere sâhip olup Tevhîd’in nihâyetine eren kimse düşünceye sığmaz!” (“Risâletü’l-Kudsiyye”, vr. 78b)
Allah-u Teâlâ onda tecellî ettiği zaman, kendisine yaklaştırıp kapıyı araladığı zaman, ona neyi verdiğini herhangi bir kimsenin bilmesi mümkün değildir.
Bu iki kandil üzerinde akıl yürütmeyin, herhangi bir mütâlâa yapmayın! Allah-u Teâlâ bu iki kandili yarattığı zaman, o kandillere neler koyduğunu yalnız O bilir, başka bir kimse bilmez. O öyle murâd etmiş, ezelden öyle takdîr etmiştir; Hâtemü’n-nebî’yi de, Hâtemü’l-velî’yi de Âdem Aleyhisselâm’dan evvel yaratmıştır. Bu lütuf mahlûka âit değildir, bir bilgi ve ilgi dâhilinde hiç değildir. Beşerî akılla idrâk edilemez, burada ilim yürütülemez. Niçin? Allah-u Teâlâ’nın ne koyduğunu kimse bilmediği için!..
Bu noktada size bir husûsu hatırlatalım:
İbrâhim Aleyhisselâm’ın ilk eşi olan Hazret-i Sâre Vâlidemiz’in hiç çocuğu olmuyordu, yaşı da hayli ilerlemişti. Ümîdi olamamakla beraber kendisi de Allah-u Teâlâ’dan bir çocuk istirhâmında bulunup duruyordu.
Dilerse dilediğini dilediği şekilde gerçekleştiren Allah-u Teâlâ, Hazret-i Sâre’ye bir evlât lütfetmeyi diledi. Melekler genç ve güzel birer erkek sûretine girerek İbrâhim Aleyhisselâm’a misâfir oldular ve İshâk adında bir oğlu olacağını müjdelediler.
Hazret-i Sâre Vâlidemiz de bu hiç beklenmedik sevinçli haberi duyar duymaz, beşer olması hasebiyle titremeye başlamış, âdetâ kendinden geçmişti.
Melekler ise:
“Allah’ın işine mi şaşıyorsun?” dediler. (Hûd: 73)
Bu Âyet-i kerime çok mühimdir. Her şey O’nun hükmüne dayanır. Bu gibi işlere sakın şaşmayın! Bu O’nun işidir, O’nun hükmüdür, şaşmamak lâzımdır. O nasıl murâd ettiyse öyle oluyor, O nasıl takdir ettiyse o husûle geliyor.
Allah-u Teâlâ bir kulunu kurtaracaksa, varlığına âit olan bütün hassaları atar, ona kendi lûtfunu koyar. O’nunla konuştuğu zaman nefsin hükmü kalmaz; “Sâhib’im bunu lütfetti!” der. Bu böyledir, artık Allah-u Teâlâ onun nefsine hükmettirmez.