Haziran 2007 sayımızla devam eden "Hulefâ-i Râşidin" konusunun içerisinde yer alan "Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-" efendimizin mevzusuna devam ediyoruz:
Önce Resulullah Aleyhisselâm'da daha sonra da Hazret-i Allah'ta fenâya erdi, vuslatı buldu, "Marifetullah"ın kaynağına ulaştı.
Huşû ve takvâ üzere ibadet eder, namaza kalktığında havf ve haşyetten dolayı tir tir titrerdi. Gözü yaşlıydı. Kur'an-ı kerim okurken hem ağlar, dinleyenleri de ağlatırdı.
Muhabbetullah ile ciğeri püryan olduğundan, yanında duranlar onun ağzından yanık ciğer kokusuna benzer bir koku duyduklarını anlatırlardı.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün:
"Bugün sizden kim oruçlu olarak sabahladı?" diye sordu. Ebu Bekir -radiyallahu anh-: "Ben!" dedi. Aynı şekilde arka arkaya: "Bugün kim bir cenazeye katıldı?", "Bugün kim bir fakire yedirdi?", "Bugün kim bir hastayı ziyaret etti?" buyurdu. Ebu Bekir -radiyallahu anh- her defasında: "Ben!" diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
"Bu hasletler bir kimsede bir araya geldi mi, o kimse mutlaka cennete girer." buyurdu. (Müslim: 1028)
Câhiliyet zamanında dahi asla puta tapmamış, içki içmemiştir.
Haramdan ve şüphelilerden son derece sakınırdı. Nitekim bir kölesinin sihir karşılığı aldığı sütü içince, boğazına parmak salarak istifra etmeye başlamış, neredeyse ölecek hale gelmişti. Daha sonra "Allah'ım! Midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım." diye duâ etti.
Son derece sade yaşar, geçimini ticaretle temin ederdi. Evi misafire her zaman açıktı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefatı ile neticelenen hastalığı sırasında mihraba yalnız onun geçirilmesini emretmiş, diğer taraftan da:
"Ebu Bekir'in kapısından başka, mescide açılan bütün kapıları kapatınız." buyurmuştur. (Buhârî)
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bu Hadis-i şerif'e:
"Ebu Bekir'in yolunu kıyamete kadar bâki kıl." mânâsını vermiştir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Bu yüksek yol, Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-den gelmektedir. Kendisi Peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünüdür." (221. Mektup)
"Ashâb-ı kiram, kendileri arasında en üstün olarak Ebu Bekir -radiyallahu anh- üzerinde ittifak etmişlerdir.
Ashâb-ı kiram üzerindeki bilgisi en kuvvetli olan İmâm-ı Şâfiî -rahmetullahi aleyh- der ki: 'Fahr-i Âlem -sallallahu aleyhi ve sellem- ahireti şereflendirdiği zaman Ashâb-ı kiram pek muzdar kaldı. Semâ altında Ebu Bekir -radiyallahu anh-den daha üstün birisini bulamadılar. Onu halife yapıp emrine girdiler.'
Bu söz onun Ashâb-ı kiram'ın en üstünü olduğunda icmâ-ı ümmet bulunduğunu göstermektedir. İcmâ-ı ümmet ise senettir, şüphe edilmemesi gerekir." (59. Mektup)
Cübeyr bin Mutim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yanına gelip dönen bir kadına tekrar gelmesini emredince kadın:
"Gelip de sizi bulamazsam ne yapayım?" diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:
"Beni bulamazsan Ebu Bekir'e müracaat et!" (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1485)
Bu Hadis-i şerif, kendisinden sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in halife olacağını bildiren bir mucizedir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz'i sevebilme lütfunu Allah-u Teâlâ'dan dilemek lâzımdır. Bir mahlûkun kuvve-i beşeriyesi onun büyüklüğünü anlayamaz. Allah-u Teâlâ'nın müstesna kullarındandır.
Allah'ım çok sevdirdiği için, biz onları anarken "Müslümanların ilâcı" diye vasıflandırırız. Anlaşılması için mevzu arasında "Sıddık-ı Ekber" deriz. Fakat fakirin yanındaki ismi budur. Hep bu isimle anarız. O her hastalığa bir ilâçtır. Her derde şifâdır. Bunu böyle kabul etmişizdir.
Resulullah Aleyhisselâm hastalanıp da namaza imamet edemeyecek bir halde olduğunu görünce:
"Ebu Bekir cemaate namaz kıldırsın." emrini vermişti.
Vefatında Medine-i Münevvere'yi derin bir matem havası kaplamıştı. Böyle buhranlı bir anda soğukkanlılığını muhafaza eden zat yalnız o oldu. Daha sonra kendisi hiç istemediği halde müslümanlar onu kendilerine halife seçtiler. İki sene dört ay bu makamda kaldı, İslâmiyet'e çok büyük hizmetleri dokundu. En yüksek makam ve idare işlerini hep ehil ellere verdi.
Kur'an-ı kerim'i cem ederek tek bir cilt haline getirilmesini sağladı.
Muvaffakiyetinin en büyüğü, müslümanlığı asıl şekliyle muhafaza etmekteki gayretidir. İslâmiyet'in hükümlerini onun kadar iyi bilen ve benimseyen ikinci bir fert gösterilemez.
Her tarafta türeyen mürtedler, sahte peygamberler etrafında toplanarak müslümanlığı yıkmaya teşebbüs ederken, bu sahtekârları ortadan kaldırmayı başardı. Çeşitli mıntıkalara ordular gönderdi, ayaklanmaları kısa zamanda bastırdı. Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu takip ettiği için muvaffak oldu ve İslam birliği kısa zamanda tekrar kuruldu.
Müslümanlık onun zamanında bütün Arap yarımadasına yayılmış, İran ve Bizans hududu dahiline girmişti.
İsabetli görüşlülüğü, muamelelerinde dürüstlüğü, tecrübe ve güngörmüşlüğü, nefsine hakimiyeti, merhameti, samimiyeti ile tanınmıştı. Mütevazi fakat vakarlı bir insandı. Rüyâ tabirlerinde de mâhirdi.
Devrinde müslümanlığın binası o kadar sağlam temellere oturtuldu ki, kendisinden sonra halife olan Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e hemen büyümeye hazır bir devlet, düzen altına alınmış çok güçlü bir topluluk bırakmıştı.
Onun bütün dehâ ve dirayeti, karar ve ısrarı yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ'nın biricik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine uyması ve o Nur'u takip etmesi sebebiyledir.
Hicretin 13. senesinde soğuk algınlığından dolayı on beş gün kadar bir hastalıkla mübtelâ olduktan sonra, cemâziyel-âhir ayının 21. salı gecesi 63 yaşlarında oldukları halde ebedî saâdetler âlemine göç etmişlerdir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ikinci halifedir. İslâmiyet'in ilk yıllarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e düşman kesilmiş ve onu öldürmek için and içmişti. Fakat Huzur-u nebevî'ye gelince o Nur'un etkisinde kalarak Kelime-i şehâdet getirdi.
Kureyşlilerin birçok gizli plânlar yaparak Resulullah Aleyhisselâm'ı ortadan kaldırmaya çalıştıkları bir dönemde müslüman oldu. İslâm'ın en büyük düşmanları arasında iken, bir anda en büyük muhiblerinden oluverdi.
Onun müslüman olmasıyla İslâmiyet büyük bir kuvvet kazanmış, kısa zamanda duyulmaya ve yayılmaya başlamıştır.
Kerimesi Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'i Resulullah Aleyhisselâm'a nikâhlayarak ona kayınpeder olmuştur.
O Nur'a o kadar yakın oldu ki, her şeyini onun yolunda fedâ etti.
"Ömer benimledir, ben de onunlayım. Hak ise her nerede olursa olsun Ömer'den ayrılmaz." (Câmiüs'sağir)
İltifatına mazhar oldu.
O da Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- gibi Resulullah Aleyhisselâm'ın bütün savaşlarına katılmış, hiçbirinde bulunmamazlık etmemiş, bütün andlaşmalarına, idarî tedbirlerine, İslâm için olan bütün teşebbüslerine en faal bir şekilde iştirak etmiş, müşavirlik yapmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ hakkı, Ömer'in diline ve kalbine koydu." (Ebu Dâvud: 2962)
Hak ile bâtılın arasını inceden inceye ayırdettiği için, Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine "Fâruk" lâkabı verilmişti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in âhirete intikalinden sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in halifeliğini şiddetle desteklemiş, onun vefatından sonra da kendisi halife seçilmiştir.
Halife olduktan sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- zamanında başarılan işleri devam ettirdi. On yıl kadar süren başkanlığı döneminde bütün İran fethedildi. Müslümanlar doğuda Sind ve Ceyhun nehirlerine kadar hâkim oldular. Memleket Mısır'ın batı hududundan Asya'nın ortalarına kadar uzanıyordu. İslâmiyet çok uzaklara kadar yayıldı. Muhtelif milletler, muhtelif ırklar bir araya toplanmıştı. Gösterdiği adalet ve tarafsızlık sayesinde halk İslâm'a ısınıyor ve bağlanıyordu.
İslâm devleti onun devrinde kuruldu, genişledi, cihangir bir mâhiyet aldı. İslâmiyet Antakya'dan Yemen'e, Horasan'dan Trablus'a kadar geniş bir sahada yayıldı. Bu muazzam sahalara huzur ve emniyet hâkim olmuştu.
Daha önceleri zâlim bir idare altında inleyen insanlar, İslâm adâleti sayesinde emniyet içinde yaşadılar.
Devlet hazinesine pek çok dikkat eder, bir kimsenin hazineden en ufak bir şey gasbetmesine imkân bırakmazdı. Mülki âmirlerden kaynağı belli olmayan servetlerinin hesabını sorardı.
Devlet başkanları arasında onun kadar sade hayat sürene tesadüf edilemez. Yer üstünde yatar, maiyetsiz seyahate çıkar, devlete âit develere bizzat bakar, kapısında bir tek muhafız bulundurmaksızın yaşar, fakat bununla beraber dünyanın en büyük hükümdarları onun şöhretinden titrerlerdi.
Sulh andlaşması yapmak için Kudüs'e giderken, şehre yaklaştığında üzerinde pek sade ve mütevazi elbiseler vardı. Karşılamaya gelen kumandanlar halk arasındaki nüfuz ve heybetinin azalmasından endişe ettiklerini söylemişlerdi.
Buyurdular ki:
"Allah-u Teâlâ'nın bize ihsan ettiği nam ve şöhret, müslümanlığa âittir. Kendi şahsım için sadelik kâfidir."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Câbir -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'lerinde onun hakkında:
"Güneş, Ömer'den daha hayırlı bir kimse üzerine doğup batmadı." buyurmuştur. (Tirmizî: 3685)
Dininde gayet salâbetli idi. Zâhirde halk ile bâtında Hakk ile olmak ona mahsustur. Bilhassa feraset vasfıyla meşhurdur. Birçok incelik ve mânâları söylemiştir. Fikirlerinde yüksek bir isabet mevcuttu.
Adâlet ve ahlâk timsali idi. Bütün ömrünü Hakk'a vakfetmişti. Hayatı boyunca o Nur'un yolunu ve izini takip etti.
On yıl altı ay hilâfet makamında kalan Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz Mescid-i nebevî'de sabah namazı kıldırırken künyesi Ebu Lü'lü olan Feyruz adındaki zerdüşt bir köle tarafından iki ağızlı bir hançerle altı yerinden vurularak şehid edildi.
Suikasttan sonra üç gün daha yaşamış, bu en sıkıntılı anlarında bile vasiyetlerde ve tavsiyelerde bulunmuştu.