Muhterem Okuyucularımız;
Hükm-ü ilâhî'yi inkâr eden kâfirler; imandan sonra küfre düşen ve küfrünü gizleyen münafıklar; küfran-ı nimet içerisinde Allah-u Teâlâ'ya hasım kesilen dünya kodamanları. Bu üçünü izah edeceğiz. Hükm-ü ilâhi'yi, bunların Allah katındaki durumlarını ve âkıbetlerini ortaya koyacağız.
Ve size bunca zamandır bunlar tarif ediliyor. Âkıbetleri de arzedeliyor. Dinleyen dinledi, dinlemeyen kaydı gitti. Tekrar tekrar arzediyoruz; bunların peşinden kimse cehenneme gitmesin diye!..
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)
Ve hiçbir zaman kayanlardan mesul değiliz. Zira önüne Âyet-i kerime, Hadis-i şerif konmuş, görmemiş, kaymış. Kendisine aittir. Ahirette hiçbir dostu olmaz.
Nitekim Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak. Bir fırka müstesnâ diğerleri hep ateştedir.
- Onlar kimlerdir yâ Resûlellah?
– Benim ve ashabımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Binaenaleyh bu âkıbete düşmemek için; halkı uyandırmak, müslümanları ikaz etmek için; size bunca zamandır bunlar tarif ediliyor. Âkıbetleri de arz ediliyor.
Allah ve Resulü'nün, ashabın yoluna davet ediliyor. Kimseden çekinmeden, hiçbir kodamandan, hiçbir zalimden çekinmeden bu neşriyat yapılıyor.
•
Kâfir zaten biliniyor, "Ben kâfirim!" diyor. Münafık ise "Ben müslümanım!" der, hatta "Ben en iyi müslümanım!" der. Ancak nifakını gizler. Allah-u Teâlâ'nın hükmünü gizlice ortadan kaldırmak ister. Küffarla işbirliği yapmak en önemli vasfıdır.
Dünya kodamanlarına gelince; bunların elinde her türlü imkân olduğu, para ve makam sahibi oldukları halde, hepsini kendi nefislerine malederler, kibirlendikçe kibirlenirler, hiçbir hakikatı duymak istemezler. Nefis her zerresini işgal etmiş, "Ben!" diye kendi putunu ortaya koymuştur. Bütün bu nankörlüklerine rağmen Allah-u Teâlâ merhametinin bir tecellîsi olarak bunlara hükmünü hatırlatacak tebliğciler gönderir.
Ancak bunlar kendilerine Allah-u Teâlâ'nın hükmü hatırlatıldığı zaman iman etmeyi kibrine yediremez. Kendilerine ilâhi hüküm tebliğ edildikçe büsbütün uzaklaşırlar.
Nitekim defalarca Hazret-i Allah'ın hükümlerini hatırlattık. Mâide: 51, Âl-i imran: 28, Nisâ: 144 ve buna mümasil Âyet-i kerime'leri bir bir önlerine serdik. Bu büyük bir nimet değil midir?
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." (Mâide: 51)
Allah-u Teâlâ'nın hükmü hatırlatılıyor. Ne kadar büyük bir nimet!
Oysa bunlar ne yapıyor? Bu hükümlere iman etmeyi kibirlerine yediremiyorlar, nefislerinin heva ve hevesini ilâhi hükmün yerine koyuyorlar. Bu gibilerin durumu şeytanın durumuna benzer.
"Rabb'in meleklere: 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım.' demişti.
'Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!'
Bunun üzerine bütün melekler hemen secde ettiler. Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." (Sâd: 71-74)
Şeytan, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü beğenmedi, O'nun emrini dinlemedi. Bu hareketi ile "Büyüklük taslamış" oldu, "Kâfir" oldu. Görüldüğü üzere Allah-u Teâlâ'nın emrine karşı büyüklük taslayarak emre itaat etmemek de küfürdür, şeytanî bir harekettir.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünü beğenmemekle, küfür taraftarı olmakla çoktan yoldan çıktılar, küfrün safına dahil oldular. O kadar ki, bu hükümleri hatırlatan müminlere hasım kesiliyorlar. Nemrut'un İbrahim Aleyhisselâm'a ve inananlara olan düşmanlığı gibi büyük bir kin ve kibir içerisindeler.
"Dediler ki: 'Eğer bir iş yapacaksanız, şunu yakın da ilâhlarınıza yardım edin!'
Biz de: 'Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!' dedik.
Böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrattık."(Enbiyâ: 68-70)
Bu gibi dünya kodamanlarının Allah-u Teâlâ'nın hükmünü hatırlatan ve imana davet eden vekillerine karşı kurmaya çalıştıkları tuzaklar, çevirdikleri hileler aslında kendi kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir. Fakat farkında olmazlar:
"Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler. Halbuki onlar aslında yalnız kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar." (En'âm: 123)
Her yapan kendisine yapıyor. İyinin iyiliği kendisine, kötünün kötülüğü de kendisine!
•
Bu ay içerisinde idrak edilecek olan "Miraç ve Berat Kandili"nizi tebrik eder, Cenâb-ı Hakk'tan hayırlara vesile olmasını niyâz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Nemrut'u meydana koydu, İbrahim Aleyhisselâm'ı da koydu. Firavun'u koydu, Musa Aleyhisselâm'ı da koydu. Bugünküleri koydu, Cenâb-ı Hakk bizi koydu. Yani hiçbir zaman sahasını boş bırakmayacak.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Âhir zamanda Mehdî yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken, aradaki boşlukta (fetrette) Hâtemü'l-velâye'den başka adâleti ayakta tutan kimse olmaz. O kıyamet gününe kadar bütün velîlere Allah'ın bir hücceti olur. Nasıl ki peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e 'Hâtemü'n-nübüvve' verilmişse ve o kıyamet gününe kadar bütün peygamberler üzerine Allah-u Teâlâ'nın bir hücceti ise, velîlerin sonuncusu olan bu velî de âhir zamanda öyle olacaktır." buyuruyor. ("Hatmü'l-velâye"; 168b vr. Beyazıt Devlet ktp. Veliyyüddin)
Daha o zaman söylemişler. Bugün tezahür ediyor. Rabb'ime sonsuz şükürler olsun.
Biz hiç kılımız kıpırdamadan bunları yazıyoruz. Ashab-ı kehf bu yüzden Ashab-ı kehf oldu. "Hazret-i Allah kahramanları" diye bu yüzden anılmaya başladılar.
Allah-u Teâlâ bu dünyayı bir imtihan sahnesi olarak yaratmıştır.
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Bu bir imtihan sahnesidir. Burada doğuyor, sahneye koyuyor, sonra sahneden çıkarıyor. İmtihanını veren göçüyor; ama iyi, ama kötü... Ne âlimler, ne zâlimler... Nemrudlar, firavunlar... Hepsi geldi geçti. Hiçbirisine kalmadı. Bu topraklar ne benler, ne beyler eritti.
Ama bugünkülere de kalacak değil.
Fakat zavallı insan, orada sahnede kalacağını zannediyor. Halbuki o çark dönüyor. Nelerini götürüyor.
Allah-u Teâlâ sonsuz ihsan ve ikramlarda bulunduğu halde Allah ve Resul'üne iman etmeyen, hükümlerine teslim olmayan kâfirler olsun; kâfirler gibi küfür içerisinde olduğu halde küfrünü gizleyen, müslümanlardan görünen münafıklar olsun; bu iki güruhun önde gelenleri dünya kodamanları olsun; bu gibi küfür ehlinin âkıbetleri gerçekten çok korkunçtur.
"Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin!" (Duhan: 47)
Bu küfür önderlerinin âkıbetleri bu olduğu gibi bunlara tabi olanlar da aynı âkıbete uğrayacaklar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)
Ve hiçbir zaman kayanlardan mesul değiliz. Zira önüne Âyet-i kerime, Hadis-i şerif konmuş, görmemiş, kaymış. Kendisine aittir. Ahirette hiçbir dostu olmaz.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak. Bir fırka müstesnâ diğerleri hep ateştedir.
- Onlar kimlerdir yâ Resûlellah?
– Benim ve ashabımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Binaenaleyh bu âkıbete düşmemek için; halkı uyandırmak, müslümanları ikaz etmek için; size bunca zamandır bunlar tarif ediliyor. Âkıbetleri de arz ediliyor.
Allah ve Resulü'nün, ashabın yoluna davet ediliyor.
Kimseden çekinmeden, hiçbir kodamandan, hiçbir zalimden çekinmeden bu neşriyat yapılıyor.
Bu ilâhî bir lütuf.
Size bunun içyüzünü şöyle anlatalım:
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Nemrut'u meydana koydu, İbrahim Aleyhisselâm'ı da koydu. Firavun'u koydu, Musa Aleyhisselâm'ı da koydu. Bugünküleri koydu, Cenâb-ı Hakk bizi koydu. Yani hiçbir zaman sahasını boş bırakmayacak.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurur:
"Âhir zamanda Mehdî yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken, aradaki boşlukta (fetrette) Hâtemü'l-velâye'den başka adâleti ayakta tutan kimse olmaz. O kıyamet gününe kadar bütün velîlere Allah'ın bir hücceti olur."
Bu yetmez mi bir mahlûka. Bu devlet-i ilâhi. Para, pul, dünya; yani bunlar bir alet gibidir. Ve fakat bu ise nimet gibidir. İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri'nin güzel bir beyanı var:
"Kul olan neylesin mal ile cahı, yetmez mi bulduk da senin gibi şahı."
Yetmez mi? Burada Hazret-i Allah'ın kudret eli var, siz görmüyorsunuz. Onun kudret elinin olması yetmez mi? En büyük devlet...
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri yukarıdaki beyanlarının devamında:
"Nasıl ki peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e 'Hâtemü'n-nübüvve' verilmişse ve o kıyamet gününe kadar bütün peygamberler üzerine Allah-u Teâlâ'nın bir hücceti ise, velîlerin sonuncusu olan bu velî de âhir zamanda öyle olacaktır." buyuruyorlar. ("Hatmü'l-velâye"; 168b vr. Beyazıt Devlet ktp. Veliyyüddin)
Daha o zaman söylemişler. Bugün tezahür ediyor. Elhamdülillah! Rabb'ime sonsuz şükürler olsun. Biz hiç kılımız kıpırdamadan bunları yazıyoruz. Ashab-ı kehf bu yüzden Ashab-ı kehf oldu. "Hazret-i Allah kahramanları" diye bu yüzden anılmaya başladılar.
Onlar o kadar büyük bir topluluğun içindeydiler ve küfre yalnız onlar karşı geldiler. Ve Hazret-i Allah'ın lütfuna mazhar olup kahraman oldular. Ölü değiller.
Büyük bir küfür topluluğu önünde hakikati söylediler.
Allah yolunun öyle kahramanları vardır ki, bu zamana da şamildir.
Âhir zamanda zuhûr edecek olan "Hâtemü'l-evliyâ"nın vasıflarını açıkça gözler önüne seren Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye" adlı eserinin son satırlarında Hâtemü'l-evliyâ'nın vazîfesine işâret etmiş; şöyle haber vermiştir:
"Bil ki, onun alâmetlerinden birisi de; onun kılıcının, mukâbele ettiğinde kendisini gâlip getiren 'kalem'i olmasıdır. Peygamber Aleyhisselâm kâfirlere kendi kılıcıyla vurup, onları öldürürdü; Hâtemü'l-velî de onlara bâtında, kendi kalemiyle vurur ve onları helâk eder. Böylelikle Allah onu, Zât'ıyla mukâbelede bulunan bir 'kılıç' kılar." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 207b)
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri aynı eserinde; Hızır Aleyhisselâm gibi Hâtemü'l-evliyâ'nın da ölümsüz kılındığına işâret ederek şöyle buyurmuştur:
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206a-206b)
Böyle bir zulmanat devri gelmedi. Böyle bir nur da gelmedi. Yani küfrün karşısına bu nur çıkıyor.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü'l-azm peygamberlerin işini görür." (234. Mektup)
Hâtem-i veli'nin bu cihad durumunu Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri "Fethu'r-Rabbânî" adlı eserinin 60. Meclis'inde şöyle beyan buyuruyorlar:
"Kim ki bu hâle ererse, artık Azîz ve Celîl olan Allah'ın kapısından onu hiçbir engel alıkoyamaz. Bayrağı indirilemez. Askeri mağlup edilemez. Hakk'ı haykıran sesi susturulamaz. Tevhid kılıcı için bir hudud çizilemez. İhlâs adımları yürümekle yorulmaz. Hiçbir iş ona güç gelmez. Hiçbir kapı, önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz. Bütün kapalı kapıların kanatları uçuşur, bütün yönler açılır. O Hakk Teâlâ'nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu durdurmaya güç yetiremez." (60. Meclis)
Elhamdülillah!
Bunların bütün sırrı nerede?
Hazret-i Allah'ın kudret eli olduğu için. Bütün iş burada başlıyor, burada bitiyor. Nereden baksak Rabb'imize şükür düşüyor. Allah'ım bize şükrünü, zikrini, fikrini ihsan buyursun. Böyle bir hâl ile ahirete intikal etmeyi nasip etsin. Bizi nankörlerden etmesin.
Biz vazifemizi yapıyoruz, hakikatleri hatırlatıyoruz. Hazret-i Allah Musa Aleyhisselâm'ı da o azgın Firavun'a göndermişti:
"Firavun'a git, doğrusu o azmıştır." (Tâ-hâ: 24)
Firavuna nasıl kalmadıysa, bugünkülere de kalacak değil.
"Musa da yalanlanmıştı. Ben de kâfirlere önce mühlet verdim, sonra onları yakalayıverdim. Beni tanımamak nasılmış görsünler!
Nice şehirlerin halkını, zulmederken helâk edip yok ettik. Artık çatıları çökmüş, kuyuları körelmiş, sarayları yıkılmıştır." (Hacc: 44-45)
•
Binaenaleyh mevzumuz;
Hükm-ü ilâhî'yi inkâr eden küfür ehli; imandan sonra küfre düşen ve küfrünü gizleyen münafıklar; küfran-ı nimet içerisinde Allah-u Teâlâ'ya hasım kesilen dünya kodamanları.
Bu üçünü izah edeceğiz. Hükm-ü ilâhi'yi, bunların Allah katındaki durumlarını ve âkıbetlerini ortaya koyacağız. Ki imanlar pekişsin, bunların iç durumları iyice ortaya çıksın. Ve size bunca zamandır bunlar tarif ediliyor. Âkıbetleri de arzedeliyor. Dinleyen dinledi, dinlemeyen kaydı gitti. Tekrar tekrar arzediyoruz; bunların peşinden kimse cehenneme gitmesin diye!..
Ehl-i küfür olsun, münafıklar olsun, dünya kodamanları olsun hepsi "küfür"de bir ve beraberdirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Birbirine hasım iki zümre." (Hac: 19)
Bu Âyet-i kerime ile Allah-u Teâlâ iman ile küfrü, iman ehli ile küfür ehlini kesin olarak birbirinden ayırdığı gibi, bütün küfür ehlinin tek bir zümre olduğunu beyan etmiş oluyor.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Küfür tek millettir."
Kâfir zaten biliniyor, "Ben kâfirim!" diyor.
Münafık ise "Ben müslümanım!" der, hatta "Ben en iyi müslümanım!" der. Ancak nifakını gizler. Allah-u Teâlâ'nın hükmünü gizlice ortadan kaldırmak ister. Küffarla işbirliği yapmak en önemli vasfıdır.
Nitekim bugün öyle münafıklar türedi ki, Resulullah'ı inkâr eden, hatta iftira eden kâfirlere "kâfir denilemez" diye ortaya çıkıyorlar, küffarla işbirliği yapmaktan ve dostluk kurmaktan şeref duyuyorlar.
"Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah'a âittir."(Nisâ: 139)
Dünya kodamanlarına gelince; bunların elinde her türlü imkân olduğu, para ve makam sahibi oldukları halde, hepsini kendi nefislerine malederler, kibirlendikçe kibirlenirler, hiçbir hakikatı duymak istemezler. İleri gelenleri bir put gibi dünyanın tepesine oturmak ister. Nefis her zerresini işgal etmiş, "Ben!" diye kendi putunu ortaya koymuştur.
"Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları, dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Sen o (Kur'an'la) öğüt ver ki, kişi kazandığı amel sebebiyle helâke uğramasın. O kimse için Allah'tan başka ne bir dost, ne de şefaatçı vardır. O bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan alınmaz. Onlar kendi kazandıkları yüzünden helâka sürüklenmiş kimselerdir. Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır." (En'âm: 70)
Bütün bu nankörlüklerine rağmen Allah-u Teâlâ merhametinin bir tecellîsi olarak bunlara hükmünü hatırlatacak tebliğciler gönderir. Ancak bunlar kendilerine Allah-u Teâlâ'nın hükmü hatırlatıldığı zaman iman etmeyi kibrine yediremez. Kendilerine ilâhi hüküm tebliğ edildikçe büsbütün uzaklaşırlar. Hatta bu hatırlatmayı yapan müminlere içten içe büyük bir kin ve düşmanlık beslerler. Eline fırsat geçmiş olsa en büyük kötülükleri yapmak isterler.
Nitekim defalarca Hazret-i Allah'ın hükümlerini hatırlattık. Mâide: 51, Âl-i imran: 28, Nisâ: 144 ve buna mümasil Âyet-i kerime'leri bir bir önlerine serdik. Bu büyük bir nimet değil midir?
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." (Mâide: 51)
Allah-u Teâlâ'nın hükmü hatırlatılıyor. Ne kadar büyük bir nimet!
Oysa bunlar ne yapıyor? Bu hükümlere iman etmeyi kibirlerine yediremiyorlar, nefislerinin heva ve hevesini ilâhi hükmün yerine koyuyorlar, küffarın kucağındaki "Küfrü hoşgörü" önderlerinin safsatalarını Allah-u Teâlâ'nın hükmüne tercih ediyorlar.
Bu gibilerin durumu şeytanın durumuna benzer.
"Rabb'in meleklere: 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım.' demişti.
'Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!'
Bunun üzerine bütün melekler hemen secde ettiler. Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu." (Sâd: 71-74)
Şeytan, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü beğenmedi, O'nun emrini dinlemedi. Bu hareketi ile "Büyüklük taslamış" oldu, "Kâfir" oldu. Görüldüğü üzere Allah-u Teâlâ'nın emrine karşı büyüklük taslayarak emre itaat etmemek de küfürdür, şeytanî bir harekettir.
Dikkat ederseniz, bugün de Allah-u Teâlâ'nın hükmünü beğenmeyen, O'nun emrini dinlemeyenleri görürsünüz.
Kendilerine defalarca hükm-ü ilâhi hatırlatıldığı, bu hakikatler, bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler defalarca bizzat ellerine verildiği halde, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü beğenmediler, Allah-u Teâlâ'ya ve Allah-u Teâlâ'nın hükmünü tebliğ eden müslümanlara hasım kesildiler. Kâfirleri, yahudileri, hıristiyanları dost ve sırdaş edindiler. Memleketi, müslümanları kâfire peşkeş çekmek için ellerinden geleni yaptılar.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın hükmüne hasım kesilmek değil midir? Bunca hatırlatma yapıldığı halde hükm-ü ilâhi'yi dinlememek küfür değil midir? Sizi zorlayan mı var, kâfirleri dost edinmek için, onların vatan aleyhinde istediği her tavizi kabul etmek için? Bunlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünü beğenmemekle, küfür taraftarı olmakla çoktan yoldan çıktılar, küfrün safına dahil oldular.
O kadar ki, bu hükümleri hatırlatan müminlere hasım kesiliyorlar. Nemrut'un İbrahim Aleyhisselâm'a ve inananlara olan düşmanlığı gibi büyük bir kin ve kibir içerisindeler. Ellerinden gelse müslümanları ateşe atmak isterler. Ancak kendilerini ateşe attıklarının farkında bile değildirler.
"Dediler ki: 'Eğer bir iş yapacaksanız, şunu yakın da ilâhlarınıza yardım edin!'
Biz de: 'Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!' dedik.
Böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrattık." (Enbiyâ: 68-70)
Bu gibi dünya kodamanlarının Allah-u Teâlâ'nın hükmünü hatırlatan ve imana davet eden vekillerine karşı kurmaya çalıştıkları tuzaklar, çevirdikleri hileler aslında kendi kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir. Fakat farkında olmazlar:
"Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler. Halbuki onlar aslında yalnız kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar." (En'âm: 123)
Her yapan kendisine yapıyor. İyinin iyiliği kendisine, kötünün kötülüğü de kendisine!
Bunların durumu budur. Bunlar dünya kodamanı olmuşlar. Kodaman toplantılarına kabul görmekten memnunlar, aralarına girmekten şeref duyuyorlar.
Allah-u Teâlâ bunların içyüzünü şöyle vasıflandırıyor:
"Hevâ ve hevesini ilâh edinen, Allah'ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?" (Câsiye: 23)
Görülüyor ki sapanların ve nefsine tapanların Allah-u Teâlâ gerçekten kalplerini mühürlemiştir ve onlar böylece gizli şirke sapmışlardır.
Bunlar müslümanlık için çok büyük tehlikedir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım." buyurmuştur. (Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram'dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-'a "İslâm'ı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?" diye sorunca, o da: "Hayır" cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "İslâm'ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur'an üzerinde cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir." buyurdular. (Darimi-Sünen, Katade: 22)
Her türlü imkânları var. Makamları var, paraları var. Bu imkânlar, bu ihsanlar karşısında Allah-u Teâlâ'ya şükredip iman etmeleri gerekmez mi?
Oysa bunlar öyle bir hasım kesilmişler ki, hiçbir ibret de almıyorlar. "Bütün güç benim elimde, istediğimi yaparım!" havasındalar. Adeta put kesilmişler, etrafındakileri bu puta tapınmaya davet ediyorlar.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Halbuki nice kodamanlar, nice firavunlar, nice nemrutlar, nice ebu cehiller helâk olup gitmiştir. Allah-u Teâlâ dilerse bir sinek ile, dilerse büyük bir felâket ile bir anda hepsini yok etmeye kadirdir. O'nun her şeye gücü yeter.
Binaenaleyh bunlara kalacak değil. Allah-u Teâlâ bunlara bırakacak değil.
Kur'an-ı kerim'de bu gibi kimselerin âkıbetlerine dair çok ibretli örnekler haber verilmiştir. Firavun ve avanesinin âkıbeti gibi:
"Biz de bu yüzden onlardan intikam aldık, âyetlerimizi yalanlayıp umursamadıkları için hepsini denizde boğduk." (A'râf: 136)
"Denizi açık bir halde bırak, çünkü onlar boğulacak bir ordudur." (Duhan: 24)
Âyet-i kerime'lerde bu dünya kodamanı firavun ve avanesinin geride bıraktıkları şaşalı hayat şöyle tasvir edilmiştir:
"Orada nice nice bağlar-bahçeler, pınarlar-çeşmeler, nice nice ekinler, güzel makamlar, muhteşem konaklar, zevk ve sefa sürüp eğlendikleri nice nimetler bırakmışlardı.
Bu böyle oldu. Biz de onları başka bir millete miras bıraktık.
Gök ve yer onlar için gözyaşı dökmedi, onlara mühlet de verilmedi." (Duhan: 25-29)
Bu dünyadaki durumları. Büyük imkânlar içerisinde, kendilerine göre bir heybet içerisinde yaşayıp dururken bir anda hepsi yok olup gittiler. Benimsedikleri her şey başkalarına miras kaldı. Hani hepsi senindi?
Bu gibi bedbahtların ahiretteki âkıbeti ise gerçekten çok korkunçtur.
"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki şeyleri oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak hak olmak üzere yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.
Şüphesiz ki (hakkı bâtıldan) ayıran o hüküm günü, herkesin bir araya toplanacağı gündür.
O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz. Kendilerine yardım da edilmez.
Ancak Allah'ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir. Şüphesiz ki O Azîz'dir, çok merhametlidir.
Şüphesiz ki Zakkum ağacı günahkârların yiyeceğidir. Erimiş maden gibi karınlarında kaynar. Sıcak suyun kaynaması gibi.
'Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!'
'Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin. Bu, işte o şüphe edip durduğun şeydir.'" (Duhan: 38-50)
Dünya imkânlarından istifade etmeleri onların azaplarının artmasına vesile olduğu gibi müslümanlar için de bir imtihan sebebidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerde bu sapıkların bu acı azabı hak etmelerinin sebebini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı." (Vâkıa: 45)
Bu durum onların kötülüklerden uzak durmalarını engelledi, böylece arzularına uydular. Helâl dururken harama yöneldiler.
Hakk ve hakikat önlerinde güneş gibi parlarken, onlar gözü yumuk baktılar ve körlüğü tercih ettiler. Nimet deryası içinde yaşadıkları halde Yaratan'ı tanımadılar, Ulu Allah'a kulluk görevlerini yerine getirmediler. Şükredecekleri yerde nankörlük ettiler.
Bunlara teşbih etmemize hayret etmeyin! Bugünkü kâfir ve münâfıkların Firavun veya benzeri kodamanlardan hiçbir farkı yoktur:
"(Kâfirlerin gidişatı) tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin tuttuğu yola benzer. Onlar âyetlerimizi yalanladılar, Allah da onları günahları ile yakaladı. Allah'ın azabı çok şiddetlidir.
Resul'üm! Kâfirlere de ki: Yakında yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sürükleneceksiniz. Orası ne kötü bir kalma yeridir!" (Âl-i imrân: 11-12)
•
Dikkat edilecek bir husus da şudur ki:
Firavun ve Nemrud'un kıyamete kadar kötü bir ün ve lânetle anılmalarının en büyük sebebi Allah-u Teâlâ'nın hükümlerine karşı gelmeleri, inkârla müslümanlara ve ilâhi hükümleri tebliğ eden peygamberlere düşmanlık beslemeleridir. Kendi kuvvetlerine aldanarak Allah-u Teâlâ'nın vekilini ve ona tabi olan müminleri yok edebilecekleri vehmine kapılmaları, böylece Allah-u Teâlâ'ya hasım kesilerek ilâhlık davası gütmeleridir.
Halbuki onların da kendilerine göre bir düzenleri, etraflarında topladıkları avaneleri ve halkı celbedecek icraatları vardı.
O günkü müslümanlar nasıl garip bir halde iken Allah-u Teâlâ'nın ihsan ve yardımına nail olmuşlarsa bugünkü müslümanlar da aynı şekilde gariptir ve bu ihsan ve ikram bugünküler için de geçerlidir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu gariplere!" (Müslim)
"Garipler kimdir?" diye sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır:
"Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah ederler, öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler." (Tirmizî)
Öyle bir devirdeyiz ki değil sünnet-i seniyye farzlar ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
İşte bütün bu neşriyat öldürülmeye çalışılan, ortadan kaldırılmaya çalışılan ilâhi hükümleri diriltmek içindir. Ne mutlu bu gariplere!
Binaenaleyh bir müslümanın çok dikkat etmesi lâzımdır. Yoksa ebedî helâkine sebep olur.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Bazı hareketlerini akla ve dine uygun, bazılarını da çirkin bulduğunuz bir kısım idareciler çıkacak. Onlara verdiği desteği geri alan kurtulur. Onlardan uzak yaşayan selâmete erer. Onlarla haşır-neşir olan da helâk olur." (C. Sağîr: 4781)
•
Allah-u Teâlâ kâfirleri münafıkları ve dünya kodamanlarını Kuran'ı kerim'inde tanıtmış, onları tardettiğini, ebedî cehennemlik olduklarını beyan etmiştir.
Allah-u Teâlâ'nın ayırdığını, tardettiğini birleştirmeye, Allah-u Teâlâ'nın necis olarak beyan buyurduğu lanetlenmiş zümreleri hoş göstermeye çalışanların bulunması iman ve İslâm için çok büyük bir tehlikedir.
Bu sebeple Allah-u Teâlâ'nın tanıttığı bu zümreleri biz de defaatle neşrediyoruz ki imanlar kaymasın. Bunlar tanınsın.
Bu zümrelerin sıfatları ile ahiretteki durumlarını ortaya sereceğiz. Ki bunlara meyledilmesin, imanlar kaymasın.
Zira bu zümrelere meyletmek hem dinde, hem de vatanda çok büyük zararlara ve kayıplara sebep oluyor.
Küfür, "Örtmek" mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak suretiyle örtmek veya nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir. Allah-u Teâlâ her türlü nimetini ihsan ve ikram etmiş iken Allah-u Teâlâ'yı, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü inkâr etmekten daha büyük bir nankörlük olabilir mi?
"Kâfir" kelimesi ile aynı mânâda "Münkir" kelimesi de kullanılır.
Kâfir imandan mahrum olandır. Allah-u Teâlâ'nın varlığını kabul etmeyen kimse kâfir olduğu gibi O'nun hükmünün zerresini inkâr eden kimse dahi kâfirdir.
Allah-u Teâlâ bütün kâinatı yoktan var ettiği gibi her zerredeki hayat onun varlığı ile kâimdir. Bu böyle olduğu halde O'nun Zât'ını inkâr etmekle, emir ve hükümlerinin zerresini inkâr etmek arasında bir fark yoktur. O da büyüklük taslamaktır, o da büyüklük taslamaktır. O da küfürdür, o da küfürdür. İnsan aciz ve zerre bir pislikten yaratılmış bir mahlûkken Allah-u Teâlâ'nın azâmeti karşısında ne hükmü olabilir?
Binaenaleyh;
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine inanmayan kimse "Kâfir"dir.
Allah-u Teâlâ'nın hükmünü kabul etmeyen kimse "Kâfir"dir. Bu gibi kimselerin "Allah'a inanıyorum!" demelerinin hiçbir kıymeti yoktur. Zira gerçek mânâda inanan bir kimse Allah-u Teâlâ'nın hükümlerine iman eder, teslim olur.
Allah-u Teâlâ'nın yüce peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a inanmayan, onun peygamberliğini kabul etmeyen kimse "Kâfir"dir. Zira Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini bize bildiren odur. Peygamberine iman etmeyen kimsenin imanını kabul etmeyen Allah-u Teâlâ'dır. O'nun kabul etmediğini kim kabul edebilir?
"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler. "Kimine inanırız kimine inanmayız." derler. Bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isterler.
İşte onlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridirler. Biz de kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır." (Nisâ: 150-151)
Dinden olduğu kesin olan bir hükmü inkâr eden kimse "Kâfir"dir.
Meselâ Allah-u Teâlâ kâfirlerle dostluğu birçok Âyet-i kerime'sinde menetmişken, kâfirlerle din adına, müslümanlık adına dostluk kurmak çok büyük bir küfürdür. Doğrudan Allah-u Teâlâ'nın hükmünü ve dinini değiştirmeye çalışmak demektir. Bu icraatı yapan kâfirdir.
Kur'an-ı kerim'de müstakil olarak kâfirler için "Kâfirûn" sûre-i celîle'si vardır. Ayrıca birçok sûrelerde kâfirlerin durumu geniş ve açık olarak belirtilmiştir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! De ki: Ey kâfirler!" (Kâfirûn: 1)
Bu emri veren Allah-u Teâlâ'dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmasına rağmen, aslında muhatap bütün müminlerdir. Çünkü müminlerin kâfirlere bu şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu düstur geçerlidir.
"Ey kâfirler!" hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan'daki kâfir ve müşrik Araplar değil; Muhammed Aleyhisselâm'ın risaletini reddeden bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer kâfirlerdir.
"Ey kâfirler!" diye hitap etmek, bu gibi kimselere: "Ey düşmanlar!", "Ey İslâm'a muhalefet edenler!" diye hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde kişilerin vasıf ve sıfatları hedef alınmakta, "Kâfir" sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i kerime'nin şümulünde bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar küfür karanlığında kalanlar hep bu sıfattadırlar. Düşmanlığı bırakarak iman edenler ise, artık bu, "Ey kâfirler!" hitabının muhatabı olmaktan kurtulurlar. "Ey müminler!" hitabının şerefiyle müşerref olurlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost gibi oluvermiştir." (Fussilet: 34)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz azılı bir kâfir iken, iman nuru ile münevver olduktan sonra İslâm'ın en ön safında yerini aldı. Onun gibi daha niceleri de aynı şerefe, saâdet ve selâmete erdiler.
Ebu Cehil ve onun gibi olanlar ise küfürlerinde direterek, inkârlarını artırdıkça artırarak: "Ey kâfirler!" hitabının muhatabı olmaktan kurtulamadılar. Kıyamete kadar kâfir olarak anılacakları gibi, ahirette de kâfirlerle bir ve beraber olacaklar, hak ettikleri cehennemde ebedî olarak kalmaktan kurtulamayacaklardır.
Onlara kendi memleketlerinde, ruhsat ve fırsat ellerinde olduğu halde böyle küçültücü, tahkir edici bir hitapla seslenilmesi gösteriyor ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onlardan korunmuştur.
Kâfirlerin dinleri kendi aralarında ne kadar farklı olursa olsun, hepsi de tek bir millettir.
"Onlar cehenneme gireceklerdir. O ne kötü bir karargâhtır!" (İbrahim: 29)
•
Allah-u Teâlâ'dan ve O'nun yüce dininden yüz çevirip küfre kayan, Hakk'ı bırakıp bâtıla sarıldıkça sarılan kimseler devâsız, şifâsız bir hastalığa yakalanmışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler. Dünya hayatı onları aldattı." (A'râf: 51)
Kesin olarak cehennemde ebedî kalacakları;
"İşte onlar cehennemliktirler, orada ebedî kalacaklardır." Âyet-i kerime'si ile sâbittir. (Âl-i imrân: 116)
Onların cehennemden kurtulmaları veya azaplarının hafifletilmesi diye bir şey düşünülemez.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar ise ateş ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." (A'râf: 36)
Onları uyarmakla uyarmamak arasında fark yoktur. Çünkü onlar bu öğütlerden faydalanıp da imana gelmezler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kâfirlere gelince, onları ikaz etsen de etmesen de birdir, onlar iman etmezler." (Bakara: 6)
Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, Hâlik-ı kerim'in varlığını gösteren eserleri görmemek için gözlerini kapayan, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmekten kaçınan münkir kimselerdir.
Kesin olarak iman etmeyecek kimseyi uyarmanın faydası, ileride delil ile susturulmaları içindir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, sussanız da sizin için birdir." (A'râf: 193)
Bu ilâhî beyanda "Sizin için birdir" denildiği halde, bundan önce geçen Âyet-i kerime'de "Senin için birdir" buyurulmuştur. Çünkü senin onları uyarman ve uyarıyı terketmen, senin hakkında aynı mânâda değildir. Onlar inanmasalar da, uyardığın için sen bundan dolayı ecrini alırsın. Fakat onlar için böyle bir durum yoktur. Onları uyarsan da uyarmasan da iman etmezler.
•
Allah-u Teâlâ kâfirlerin ölü gibi olduğunu, öğüt ve nasihatın kendilerine fayda vermeyeceğini beyan ederek Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Tabiîdir ki sen ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp giden sağırlara da dâvetini duyuramazsın." (Rûm: 52)
Allah-u Teâlâ onları ölülere, sağırlara ve körlere benzetmiştir.
İsyana dalmak kalbin hastalığı olduğu gibi, inkâr da onun ölümüdür. İnkâr yüzünden kalbi ölen kişinin kulakları tamamıyla sağır olmuş demektir. Bu yüzden öğüt ona aslâ fayda vermez.
•
Kur'an-ı kerim'i ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i inkâr ve itirazlar, nâzil olduğu zamanlarda başlamış, müşrikler aleyhde söylemedik hiçbir söz bırakmamışlardı. Sonraki asırlardan günümüze kadar gelen kâfirler ise, Asr-ı saâdet müşriklerinin sözlerini tekrar edip durmaktan başka hiçbir şey yapmamışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bilmeyen (câhil müşrik)ler: 'Allah bizimle konuşmalı ya da bize âyet (mucize) gelmeli değil miydi?' dediler. Kendilerinden öncekiler de aynı şeyi söylediler." (Bakara: 118)
Bunların istekleri doğru yolu bulmak için değil, inatlarında diretmek içindi. Bunların hepsinin aklî yapıları birdir, her asırdaki ve taraflardaki kâfirler hep aynı iddiâlarda bulunurlar.
"Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş." (Bakara: 118)
O bakımdan onlar aynı sözlerle konuşur olmuşlardır.
"Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri iyice açıkladık." (Bakara: 118)
Kalbinde imanın huzur ve sükununu bulan kimse, gerçeği bu Âyet-i kerime'lerde açıkça görür. İnanmaya meyilli olmayanlar bunları göremezler. Onlar kalpleri mühürlü olan inatçılardır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kâfirlerin akıllıca düşünme hassasından uzak olduklarını haber vermektedir:
"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun!' denildiği zaman: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.' derler." (Bakara: 170)
Atalarından kalma eski âdetlerin, Hakk'ın emrine ve hükmüne uygun olup olmadığına bakmazlar ve aramazlar. Sırf taassupla onlara uyup taklit edeceklerini söylerler.
"Peki, ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu bulamamış kimseler olsa da mı?" (Bakara: 170)
Körükörüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ilimden dinden nasibi olmayan ataları taassupla taklit etmek, cehalet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil, Allah-u Teâlâ'nın emrine ve hükmüne uygun olmasıdır. Allah-u Teâlâ'nın emrine ve hükmüne uyan ve ne yaptığını bilen atalara uyulur. Atalar bile olsa, O'nun hükmünü tanımayanlara, ne yaptığını bilmeyenlere aslâ uyulmaz. Bu durum eskilerde olduğu gibi yenilerde de böyledir.
Hak ve hakikatin ölçüsü, ne eski ne yenidir. Allah-u Teâlâ'nın hükmüne ve delile dayanan şey gerçektir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kâfirlerin üzerine şeytanların musallat olduklarını ve onların belirli günden sonra helâk olup cehenneme sevk edileceklerini beyan buyurmaktadır:
"Görmedin mi? Biz şeytanları kâfirlerin üzerine salarız da, onları kışkırttıkça kışkırtırlar." (Meryem: 83)
Onları küfür ve şirke alabildiğine teşvik ve tahrik etmekten geri durmazlar. Üzerlerine musallat olurlar ve galeyana getirirler.
"Şu halde onlar hakkında acele etme! Biz onların (günlerini) saydıkça sayıyoruz." (Meryem: 84)
Cezalandırmak için yaptıklarını, hayatlarını sona erdirmek için günlerini ve nefeslerini saymaktadır. Verilen mühletle onlar kaçınılmaz olarak Allah-u Teâlâ'nın azap ve cezasına doğru yol almaktadırlar. Gün gelecek cezalarına kavuşacaklardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde kâfirleri şeytanların kardeşleri ve insan şeytanları olarak tanıtmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"(Şeytanların) kardeşlerine gelince; şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler." (A'râf: 202)
Şeytanlar onları aldatırlar, dalâlet yollarını onlara güzel göstererek bu hususta onlara yardımda, teşvikte bulunurlar, destek verirler.
"Sonra da yakalarını bırakmazlar." (A'râf: 202)
Günahta ısrar edip yollarından vazgeçmesinler diye onları azdırmaktan geri durmazlar. Onlar da küfür, isyan ve azgınlıklarına devam eder dururlar. Muttakiler gibi kötülüklerden vazgeçip kendilerini çekip çeviremezler. Bundan dolayı şeytanlara kapıldıkça kapılırlar, aldandıkça aldanırlar, saptıkça saparlar.
•
Allah-u Teâlâ kullarını inkâr sapıklığına düşmekten sakındırarak Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Eğer kâfir olursanız, bilin ki Allah size muhtaç değildir." (Zümer: 7)
Sizin inkâr etmeniz O'nun hükümranlığına bir halel getirmez. Siz O'na muhtaçsınız. Çünkü küfürden zarar görüp imandan fayda görecek olanlar sizlersiniz.
"O, kullarının küfrüne râzı olmaz." (Zümer: 7)
Kullarının kâfir oluşuna râzı olmayışı sizin menfaatiniz ve size rahmet olarak zararınızı savmak içindir. Yoksa kendisi bundan zarar gördüğü için değildir.
Küfür O'nun iradesi ile meydana çıkmasına rağmen onu emretmez. O'nun dilemesi ayrı, rızâsı ayrıdır. Allah-u Teâlâ sâlih insanlara iyilik yapmaları için fırsat tanıdığı gibi, fâcir insanlara da kötülük yapmaları için fırsat tanımaktadır. Bu ise, kötülüklerden râzı olduğu mânâsına gelmez. Çünkü kâfire gazap ettiği için ona cehennemi hazırlamıştır.
"Eğer şükrederseniz, sizin için ona râzı olur." (Zümer: 7)
Şükür ile iman birbirine bağlıdır. Şükreden kimse iman eder. Küfür varken şükür olmaz.
"Hiçbir günahkâr diğerinin günahını yüklenmez." (Zümer: 7)
Herkes kendi yaptığından mesuldür. Suçunun cezasını kendisi çekecektir.
"Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir. Yaptıklarınızı O size haber verir." (Zümer: 7)
O sizi hesaba çeker, iyileri mükâfatlandırır, kötüleri lâyık oldukları cezalara kavuşturur.
"Çünkü O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir." (Zümer: 7)
Göğüslerin derinliklerinde olan şeyleri çok iyi bildiğine göre, dışa vurduğunuz amellerinizi nasıl bilmez?
İslâm düşmanlarının yaşayanlarına olduğu gibi ölenlerine de lânet okuma zikredilerek Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kâfirlere ve kâfir oldukları halde ölenlere gelince; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olsun!" (Bakara: 161)
Müminler o kâfirler için böyle lânet edecekleri gibi, kâfirler de yarın ahirette birbirlerine lânette bulunacaklardır.
"Onlar ebedî olarak o lânetin içinde kalacaklardır. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara mühlet de verilmez." (Bakara: 162)
Hiçbir istekleri dikkate alınmaz, devamlı olarak azap görürler. Bu azap sırasında bir an bile dinlenme imkân ve fırsatı verilmez. Ertelenmesi de bahis mevzuu değildir. Cehennemde sürekli ve ebedî olarak kalacaklardır. Çünkü bunların niyetleri, yaşadıkları sürece devamlı olarak küfürde ısrar etmekti. Bu bakımdan azaplarının ebedî olmasıyla cezalandırıldılar.
"Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!" (İbrahim: 2)
Artık onlar lâyık oldukları vahim âkıbetleri kendileri düşünsünler.
"İşte kâfirler, fâcirler bunlardır." (Abese: 42)
Onlar hem küfürde kalarak hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir arada toplamışlardır.
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine ve O'nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm'a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen, müslümanların safında görünüp kâfirlerle işbirliği yapan, müslümanların önderi gibi görünüp ilâhi hükümleri hükümsüz kılmaya çalışan kimselere "Münafık" denir. Dıştan müslüman görünen ancak içi kâfir kimse.
Daha evvel münafığı şöyle tarif etmiştik:
Arapça nifak kökünden gelir. Nifak çıkartan anlamındadır.
Münafık "İki yüzlü"dür.
Müslümanlara "Ben sizinleyim.", kâfirlere "Sizinleyim" der.
Türkçesi; "İki yüzlü".
Fakat iş sahasında "Kalleşlik" manasına da geliyor. Yani sözünde durmayan, göründüğü gibi olmayan, hile yaparak aldatan, döneklik eden kimse.
Münafığın tarifi budur. Aynı zamanda görünüşte vatan için çalışır gerçekte hâindirler. Allah-u Teâlâ'nın gadap ettiği küfür topluluklarını dost edinirler. Ancak Cenâb-ı Hakk bunların hepsini en iyi biliyor.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bir Âyet-i kerime'de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz." (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdet'ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm'a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif'ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.
•
Allah-u Teâlâ münafıkların bir kapıdan girip diğer kapıdan çıktıklarını ve hep bu hâl üzere olup, kalplerinde ise tam bir küfür taşıdıklarını Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Size geldikleri zaman: 'İnandık!' derler. Halbuki yanınıza kâfir olarak girip kâfir olarak çıkmışlardır.
Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir." (Mâide: 61)
Durumlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Duydukları ve gördükleri şeylerden hiç etkilenmemişlerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"'İtaat ettik!' derler. Fakat senin yanıdan ayrıldıktan sonra, içlerinden bir kısmı, sana söylediklerinin tersine geceleyin plân kurarlar. Allah da onların geceleyin tasarladıklarını yazmaktadır. Onlardan yüz çevir ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter!" (Nisâ: 81)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde onların dinleri hususunda şaşkın olduklarını, şeytanın onları tereddüte düşürdüğünü beyan buyurmaktadır:
"Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar." (Nisâ: 143)
Ne müminlere uyarak tam mümin olurlar, ne de kâfirlere uyarak müşrik olurlar. Ne müminlere katılırlar ne de kâfirlere.
"Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler." (Tevbe: 56)
Halbuki onların kalpleri, dillerinin söylediğini inkâr etmektedir. Kalpleri inkâr ettiği için onlar mümin değildirler.
"Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir." (Tevbe: 127)
Onun içindir ki imana yaklaşamamaktadırlar.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde gazab-ı ilâhiye uğramış kimselere karşı gösterilecek bir dostluğun kötü neticelerini ihtar etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
Şu halde onları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar.
"Kalplerinde hastalık bulunanların: 'Devir onların lehine döner de bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün." (Mâide: 52)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın bu din-i mübin'in sahibi olduğunu, dilediği zaman onu yücelteceğini ve koruyacağını hesaba almazlar, aksine üstünlüğün küffarın eline geçmesi ihtimalini düşünürler ve öyle bir halde onlardan istifade edebileceklerini ümit ederler. Bununla güya darlık zamanında müslümanlara bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyormuş gibi görünmek isterler.
"İman edenler: 'Sizinle beraber olduklarına dâir bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mıdır?' derler.
Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve hüsrana uğramışlardır." (Mâide: 53)
Hem dünyaları hem de ahiretleri harap olmuştur.
İyi bilinmelidir ki "Hak" her zaman galip gelir. "Bâtıl"ın üstünlüğü saman alevi gibi aniden yükselir ve yerle bir olur. Bunun içindir ki bâtıla ve bâtıl taraftarlarına meyletmek bir müslümana aslâ yakışmaz.
Allah-u Teâlâ'nın gadap ettiği kimselere yardakçılık yapan ve aslında ne müminlerden ne de o kimselerden olmayan münafıkların yalan yere yemin edip kendilerini müslüman göstermek istedikleri diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle haber verilmektedir:
"Allah'ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?" (Mücâdele: 14)
İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
"Onlar ne sizdendir, ne de onlardan." (Mücadele: 14)
Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.
"Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücadele: 14)
Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
"Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!" (Mücadele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah'ın yolundan alıkoydular." (Mücadele: 16)
"Biz de müslümanız!" diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm'ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.
"Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücadele: 16)
Allah'ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap verilecektir.
•
Münafıklar Hakk kelâmını işitmek istemezler. Kur'an-ı kerim âyetlerini dinleyip, emir ve nehiylerini dikkate almazlar. Hükümlerindeki hikmetleri idrak etmezler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed: 24)
Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır. Küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır. Artık o kalplere ne nur girebilir ne de iman.
Kalpler hakikati aramak Hakk'ı bulmak için yaratılmıştır. Onda bu hususiyet kalmayınca yok gibi olur.
"Hidayet kendilerine apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönenlere, yaptıklarını şeytan hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür." (Muhammed: 25)
Hidayet yolu açıkça görüldükten sonra İslâm'dan ayrılıp küfre dönenlere, şeytan bu işi güzel göstermiş, emel ve arzularını uzattıkça uzatmış, onları aldatıp kandırmıştır.
"İşte böyle. Zira onlar Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: 'Biz bazı işlerde size itaat edeceğiz.' dediler. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir." (Muhammed: 26)
Münafıklar bunu yahudilere gizlice söylediler, Allah-u Teâlâ da ortaya çıkarıp onları rezil etti.
"Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah'ın aslâ dışarı vurmayacağını mı sandılar?" (Muhammed: 29)
Allah-u Teâlâ kalplerinde nifak bulunan münafıkların durumlarını elbette açığa çıkartacak ve çıplak bir şekilde ortaya serecektir. Tâ ki basiret sahibi olan herkes onları iyice anlasın.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kalplerinde bir hastalık mı var bunların? Yoksa şüphe mi ediyorlar? Veya Allah'ın ve Resul'ünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır! Onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Nûr: 50)
Onlar hak yoldan ayrılmış, küfre ve nifaka düşmüş, kğendi nefislerine zulmetmiş kişilerdir.
Nifak kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
Huzeyfe -radiyallahu anh-: "Bugün münafıklar Resulullah Aleyhisselâm zamanındakilerden daha kötüdür." dediğinde: "Nasıl olur?" diye sordular. Bunun üzerine: "O zaman nifaklarını gizliyorlardı, bugün ise âşikâr yapıyorlar." cevabını verdi.
"Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münafıkları da bilir." (Ankebût: 11)
Kalpte bulunan iman cevheri ile nifak, ancak sabırla veya sıkıntı anında sarsılma ile kendini gösterir.
•
Münafıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde önce onları cezalandıracağını beyan buyurmuştur:
"Ve Allah, hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etsin. Kötülük onların başlarına dönsün! Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır.
Orası ne kötü bir dönüş yeridir!" (Fetih: 6)
Allah-u Teâlâ'nın onlara olan gazabı; onlar için ahirette ceza dilemesi, dünyada da şirk ve nifak üzere olmalarıdır. Lâneti de rahmetinden kovmasıdır.
Onlar ahirette kitaplarını arkadan alacaklardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Amel defteri kendisine arkadan verilen kimse: 'Mahvoldum!' diye bağırır." (İnşikâk: 10-11)
Kitaplarını arkadan alacak olanlar münafıklardır. Saptırıcı imamlar ve türemeleridir.
Yaptıklarından dolayı insanların hesaba çekileceği o Büyük gün'ün ve o gündeki korkuların büyüklüğünü ve dehşetini tasavvur etmek mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Onlar büyük bir günde tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" (Mutaffifin: 4-5)
Onlar orada hardal tanesi, hatta zerre kadar olan şeylerden bile hesaba çekileceklerdir.
"O gün insanlar âlemlerin Rabb'inin huzurunda divan dururlar." (Mutaffifin: 6)
O gün suçlular için çok sıkıcı bir gündür. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler açılmış, gizli kalan hakikatler zuhur etmiş, bütün açıklığı ile ortaya dökülmüş, bütün anlaşmazlıklar çözümlenip karara bağlanmıştır.
Hiçbir kimsenin kaçacak bir yeri yoktur ve hiçbir fert unutulmaz.
Öyle bir gün ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü, zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
"Gerçek şu ki, kötülük yapanların yazısı Siccîn'dedir.
Siccin'in ne olduğunu bilir misin?
O, amellerin sayılıp yazıldığı bir kitaptır." (Mütaffifin: 7-8-9)
Hiçbir şey unutulmaz, hiçbir şey noksan bırakılmaz.
"O gün (hakikatı) yalanlayanların vay haline!" (Mutaffifin: 10)
Onlar ne korkunç azaplara maruz kalacaklardır.
•
Kur'an-ı kerim'de muhtelif Âyet-i kerime'lerde münafıkların; hidayet karşılığında sapıklığı satın aldıkları, bu alış-verişlerinin kendilerine kâr sağlamadığı, doğru yolu bulamadıkları, kötülüğü teşvik edip iyilikten alıkoydukları, amellerinin dünyada da ahirette de boşa gittiği, önce iman edip sonra inkâr ettikleri, Allah-u Teâlâ'nın ve Resul'ünün hükmüne râzı olmadıkları, şeytanın adamları oldukları, kalplerinin mühürlü olduğu, cehennemin en alt tabakasında olacakları ve cehennemde ebedî kalacakları beyan buyurulmaktadır.
"Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: 145)
Allah-u Teâlâ'nın ihsanı ile para ve makam sahibi olan birçokları O'nun verdiği ile O'na karşı tefahüre kalkışmış, azgınlık ve kibir taslayarak şeytan yolunu tercih etmiştir.
Zenginliği bugün bile dillerde olan Karun'a kavmi nasihat ettiği zaman onlara hiddet ve kibirle şu karşılığı vermişti:
"Bu bana ancak bende olan bilgiden ötürü verilmiştir." (Kasas: 78)
Firavun ve Nemrud gibi makam sahibi hükümdarlar da kendilerine yapılan nasihatı, tebliği inkâr ederek içinde bulundukları imkânların, debdebenin kendilerine ait olduğunu iddia etmişler, ulül-azm peygamberlere kin ve düşmanlık gütmüşlerdi.
Binaenaleyh hiçbirisi kalmadı. Nice beyler, nice hükümdarlar, nice kodamanlar geldi geçti. Hepsi imtihanını verdi. Şimdi yaptıklarının karşılıklarını görüyorlar. Ahiretteki karşılıkları şüphesiz çok daha büyüktür.
İçinde bulunduğu imkânlara, debdebeli hayata, etrafındaki kalabalıklara aldanarak Allah-u Teâlâ'nın hükmünü çiğnemek için yarışan; hakikati tebliğ eden müminlere kin ve düşmanlık besleyen dünya kodamanları bugün de mevcuttur.
Bunlar da imtihanını veriyor. Herkes gibi. Cezâ ve mükâfat yurduna intikal edildiği zaman hiçbir pişmanlık fayda vermeyecek. Herkes yaptığının karşılığını görecek.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:
"Böylece onlar kıyamet gününde hem kendi günahlarını tam olarak yüklenirler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının bir kısmını yüklenirler.
Dikkat edin! Yüklendikleri yük ne kötüdür." (Nahl: 25)
Bu dünya kodamanları saptırdıkları kimseler sebebiyle iki katı bir azap yüklenmekten kurtulamayacaklardır. Birincisi kendi sapıklıklarının vebali, ikincisi de önderlik edip saptırdıkları kimselerin yükü. Sapanla saptıran azapta ortaktırlar. Birisi öbürünü saptırmış, öbürü de onun saptırmasına boyun eğmiştir. Böylece günahı ikisi beraberce yükleneceklerdir. Bu da tek başına iyi niyetin yetersizliğini göstermektedir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir." (Ankebût: 13)
Çünkü hem kendileri küfre düştüler, hem de başkalarını küfre düşürerek imanlarını yok ettiler ve cehenneme düşürdüler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?" (İbrahim: 28)
Körükörüne uydukları sapık liderler onları yüzüstü bırakıp giderler. Dünyadaki gibi baş olmak iddiâsında bulunamazlar. Aralarındaki bütün ülfet ve muhabbet sebepleri ortadan kalkar.
"Hayır! O zulmedenler körü körüne heveslerine uymuşlardır. Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da yoktur."(Rûm: 29)
"İşte böyle. Çünkü onlar Allah'ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır. Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır." (Muhammed: 9)
Görüldüğü üzere bu gibi şeytan yolunu tutmuş dünya kodamanlarının debdebesine ve cezbesine kapılarak onların peşinden gitmek ne kadar büyük bir bedbahtsızlıktır:
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)
•
"Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler. Halbuki onlar aslında yalnız kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar." (En'âm: 123)
Balık otu yutan ve bunlara "Müslümandır" diyenler de seyre dalarlar, bu hâinleri alkışlarlar. Zira haram lokma onları bu hâle koymuştur.
•
Bir topluluğun başına felâketler gelip belâlara uğrayacakları zaman, oranın ileri gelen mütekebbir ve müstekbirleri azgınlaşır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz bir memleketi, yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına (iyilikleri) emrederiz. Buna rağmen onlar orada itaatsizlik edip kötülük işlerler. Artık o memleket helâke müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz. " (İsrâ: 16)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- bu Âyet-i kerime'ye şu şekilde mânâ vermiştir:
"Onların kötülerini başa getiririz, onlar o memlekette isyan ederler. Böyle yaptıkları zaman da Allah-u Teâlâ onları azap ile helâk eder."
Yani halkın helâkine vesile olurlar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler." (En'âm: 123)
Hususiyetle ileri gelenlerin mevzu edilmesi, onların sahip oldukları geniş imkanların daha çok olmasından; başkalarına kıyasla kendilerini hile ve tuzaklara, isyan ve tuğyana, küfür ve inkâra daha çok yöneltmiş olmasındandır.
Başkalarını dalalete, küfür ve isyana sevketmiş olan her isyankar topluluğun kötülükte önder olanlarını, sapıtmış ve saptırıcı liderlerini ve ileri gelenlerini Allah-u Teâlâ çıkarıp ayıracak, suçu en büyük olanlardan başlanacaktır.
"Sonra her gruptan Rahman'a karşı isyanda en ileri gidenleri ayıracağız." buyuruyor. (Meryem: 69)
Onların mahkemesi daha şiddetli görüldüğü gibi, azapları da kat kat olacaktır.
"Sonra, biz oraya girmeye kimlerin daha müstehak olduklarını elbette daha iyi biliriz." (Meryem: 70)
•
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu hükümlerden yüz çevirenlerin, ne kadar delillerle karşılaşsalar bile inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve âkıbetlerini bir Âyet-i kerime'sinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim." (A'râf: 146)
Kalpleri öyle mühürlenecek ki; dinin inceliklerini, ilâhî hükümlerdeki hikmet ve hakikatleri anlamazlar, gerçeklere nüfuz edemezler.
"Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar." (A'râf: 146)
Büyüklük taslamaları onları tasdik etmelerine mâni olur, tefekkür etmezler, ibret almazlar.
"Doğru yolu görseler onu yol edinmezler." (A'râf: 146)
Kendilerini sapıklık kapladığı için Hakk'a yönelmezler ve o yolun doğru olduğunu görmelerine rağmen o yolu tutmazlar.
"Azgınlık yolunu görseler hemen onu yol edinirler." (A'râf: 146)
Hevâ ve heveslerine uygun ve bâtıl arzularına ulaştırıcı olmasından dolayı, dalâlet yolunu kendilerine hiç ayrılmayacakları bir yol olarak seçerler.
"Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular." (A'râf: 146)
Onların bu gafletleri yanılmak ve bilgisizlikten kaynaklanan bir gaflet değil, Hakk'a ve hakikate yüz çevirmelerinden kaynaklanan bir gaflettir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"O, kendisine faydasından çok zararı olana tapınır." (Hacc: 13)
Zararı faydasından çok olan kimseler, yoldan çıkmış saptırıcı önderlerdir. Onlara tabi olanlar dünyevi makam ve mevkilerine bakarak, kendilerinden maddi menfaatler umarlar.
Halbuki bunlar:
"Ne kötü bir yardımcı, ne kötü bir arkadaştır." (Hacc: 13)
Ne fena bir önderdir onların liderleri, ne kötü bir âmirdir onların âmirleri!
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız, heva ve hevesine uymuş, haddi aşmış kimselere boyun eğme!" (Kehf: 28)
Onlar din ve diyaneti, ibadet ve taatı bırakıp bâtıla saplandılar. Eğer gerçekten iman etseler ve Allah-u Teâlâ'yı anmış olsalardı, gururlarını indirirler, büyüklenmekten vazgeçerlerdi.
Hakk'tan uzaklaşan, nefsinin arzularını ilâh edinen bir kimse bunun neticesi olarak da ilâhi hudutları aşar, her hususta aşırılığa kaçar. Bu sebepledir ki ona itaat eden kimse de onun gibi olur, onun arkasında bozgunculuğa devam eder.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:
"Kâfirlere ve münafıklara itaat etme!" buyuruluyor. (Ahzâb: 48)
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Onlardan (başınızdakilerden) kim size Allah'a isyan etmeyi emrederse sakın o kimseye itaat etmeyiniz." (İbn-i Mâce: 2863)
Bu gibi kimselerin peşlerine takılmanın dünyadaki zararı ahirettekinden öncedir. Ümit ettikleri dünyevî menfaatler ya hiç ele geçmez, veya geçse de serîüzzeval olur, mesuliyeti üzerinde kalır. Ahiretteki zarar ise hiç şüphesizdir ve muhakkaktır.
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde eski devirlerde bir takım kimselerin, Tevrat'ın hükümlerine uymaları için kendilerinden söz alınmış olmalarına rağmen, o kitabın hükümlerine muhalefet ederek dini dünyaya âlet ettiklerini, dünyanın geçici menfaatine yöneldiklerini haber vermektedir:
"Arkalarından onların yerine Kitab'a vâris olan bir takım kimseler geldiler." (A'râf: 169)
Kitap ilmini, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü tahsil ettiler ancak kendileri o kitaba sahip çıkmadılar, hükümlerine sarılmadılar. O kitapta bulunan emir ve yasakları, helâl ve haramları bildikleri halde gereğince amel etmediler. Onu keyiflerine göre, işlerine geldiği gibi kullandılar.
Allah-u Teâlâ'nın hüküm olarak koymuş olduğu dine uymayıp muhalefet etmeye kalkışmak, dünya hırsı adına yapılan fenalıkların ve şirklerin en büyüklerindendir.
"Şu aşağılık dünyanın geçici menfaatini alıyorlar." (A'râf: 169)
Sonra da bu yaptıkları hareketi tevile yelteniyorlardı.
"Ve: 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız.' diyorlardı." (A'râf: 169)
Elde etmiş oldukları bu dünyalık sebebiyle, bu menfaatlerinden dolayı Allah-u Teâlâ'nın kendilerini mesul tutmayacağını iddiâ ediyorlardı.
"Onlara buna benzer bir menfaat daha gelse onu da almaktan tereddüt etmezler." (A'râf: 169)
Almaya devam ederler, mesuliyetten korkmazlar, bu suretle bayağı servetler elde ederek, haris bir halde yaşarlar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-ya bu Âyet-i kerime'den sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Bir takım kimseler ki, dünyaya rağbet ederler. Kur'an'ın ruhsatlarıyla amel etmek isterler ve: 'Allah bizi bağışlar.' derler. Dünyadan her ne ki ellerine geçerse alırlar, haram helâl noktasına lâyık-ı veçhile dikkat etmezler.
Bugün ellerine geçeni aldıkları gibi, onun aynısı yarın gelse tekrar alırlar."
Kur'an-ı kerim'in ahkâmına riâyet etmeyenlerin durumları burada anlaşılmış oluyor.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Allah'a karşı gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dâir Kitap'ta onlardan söz alınmamış mıydı?" (A'râf: 169)
Buna rağmen mâsiyetlerde ve haram yemede ısrar ediyorlar, Allah-u Teâlâ'nın kendilerini bağışlayacağını kuvvetle savunuyorlar.
"Ve onun içindekileri ders olarak okumuşlardı." (A'râf: 169)
Kitap'ta yazılı olan bütün bilgileri çok iyi bildikleri halde dünya menfaati için Allah-u Teâlâ'nın hükmüne aykırı davranıyorlardı.
Bunların gökkubbe altında en şerli kişiler oluşunun sebeplerinden birisi de budur. Din-i mübin'e en büyük zarar bunlardan gelmektedir.
"Allah'tan korkanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ düşünmüyor musunuz?" (A'râf: 169)
Onlar akıllarını kullanıp düşünselerdi, fâni olanı bâki olana tercih etmezler, azaba götürücü âdi şeyler karşısında ebedî saâdetlerini fedâ etmezlerdi. Bu geçici hayatın zevklerini ancak Allah'tan korkmayanlar tercih ederler.
"Kitab'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz." (A'râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ'nın üzerinedir.
Allah-u Teâlâ Kasas sûre-i şerif'inin 76-82. Âyet-i kerime'lerinde Musa Aleyhisselâm zamanında yaşayan Karun adındaki bir zenginin; zenginliği sebebiyle şımarmasından, diğer insanlara karşı böbürlenmesinden, neticede ağır bir cezaya müstehak olduğundan, halkın da ona verilen zenginlik sebebiyle imtihan geçirmesinden bahisle, beşeriyete bir ibret numunesi olarak hikâyesini takdim buyurmaktadır:
"Karun Musa'nın kavminden biriydi. Onlara karşı azgınlık etti.
Biz ona anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıdığı hazineler vermiştik." (Kasas: 76)
Menkul ve gayr-i menkul o kadar çok malı vardı ki, o malların sayı ve miktarını, ancak bilgili ve güçlü bir topluluk yapabilirdi.
Musa ve Harun peygamberlerin risalet ve nübüvvetine haset ediyor, onların İsrâiloğulları arasındaki riyasetini kıskanıp duruyordu. Nihayet kinini ortaya koydu.
Kavminin salih kişileri, gücü ve kuvvetine aldanarak gururlanmaması için öğüt vermişlerdi.
"Kavmi ona şöyle demişti:
'Gururlanıp şımarma, şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez.
Allah'ın sana verdiği mal ile ahiret yurdunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma.
Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.
Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez.'" (Kasas: 76-77)
Kavmi ona öğüt verince hiddetlenmiş, o inci gibi sözleri bir tek cümle ile reddetmiş ve şöyle demişti:
"Bu bana ancak bende olan bilgiden ötürü verilmiştir." (Kasas: 78)
Onun bu azgın ve mağrur sözlerine cevap mahiyetinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Bilmez mi ki Allah, önceleri ondan daha güçlü ve topladığı şeyler daha fazla olan nice nesilleri yok etmiştir.
Suçluların suçları kendilerinden sorulmaz." (Kasas: 78)
•
Karun bir gün büyük bir ziynet içinde, göz kamaştıran elbiseler giymiş bir halde, maiyeti ve hizmetçileri ile binitlere binmiş olarak dışarı çıkmıştı. Varlığını göstermek için büyük bir ihtişam içinde dolaşmaya başladı.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Debdebe ve ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı.
Dünya hayatını isteyenler dediler ki:
'Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı! Doğrusu o çok büyük nasip sahibidir.'" (Kasas: 79)
"Kendilerine ilim verilmiş kimseler ise dediler ki:
'Yazıklar olsun size! Allah'ın mükâfâtı, iman edip sâlih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.'" (Kasas: 80)
Sonuçta Karun öyle bir belâ ile karşılaştı ki; Allah-u Teâlâ evi ile, malı ile ve adamları ile birlikte onu yere batırdı.
"Nihayet Karun'u da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı kendisine yardım edebilecek kimsesi de yoktu. Kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi." (Kasas: 81)
Karun'un mevkisini arzulamakla düştükleri hatanın farkına varan bazı kimseler, serveti ile birlikte yere gömüldüğünü gözleri ile gördüklerinde dediklerine son derece pişman oldular.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler 'Vay! Demek ki Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletip bir ölçüye göre veriyor. Eğer Allah bize lütfetmemiş olsaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkârcılar aslâ iflâh olmazmış!' demeye başladılar." (Kasas: 82)
Akılları öyle başlarına geldi ki, Karun gibi kendilerine servet verilmemiş olmasından dolayı Allah-u Teâlâ'ya hamdetmeye, şükranlarını arzetmeye yöneldiler.
•
Bu kıssa dünyanın değersizliği; Allah'ın verdiği nimetleri nefse mâletmenin, azmanın ve şımarmanın nasıl bir felâketle sonuçlanacağını gözler önüne sermekte, bu gibi kimselere meyletmenin ve bu gibi dünya kodamanlarının avanesi olmanın tehlikesini ortaya koymaktadır.
Allah-u Teâlâ'ya hasım kesilen, kibir ve büyüklük taslayan bu bedbahtsızların azap ve felaketleri daha dünyada iken başlar.
Bir Âyet-i kerime'de:
"Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir." buyuruluyor. (Tâhâ: 124)
Zâhiren nimetler içinde görünse bile, dilediğini yiyip içip, dilediğini giyinip, dilediği meskenlerde yaşasa bile; ne rahatı ne huzuru olur, ne kalbinde genişlik ne de ferahlık olur. Tereddütlerden, kuruntulardan, boş hayallerden, uzun emellerden kendisini kurtaramaz. Bunun da sebebi hidayetten uzak oluşlarındandır.
Ukbâ'yı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk'ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir.
Hakk ve hakikati bırakarak, imandan uzaklaşarak dünyaya dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Allah-u Teâlâ dünyada kâfirlere verilen mühletin haklarında iyilik olmadığını, küfürlerini derece derece artırmaları ve ahirette azaplarının kat kat olması için fırsat verdiğini beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz, onlar için hayırlıdır. Biz onlara ancak, günahlarını artırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Âl-i imrân: 178)
Kâfirler ve münâfıklar Allah-u Teâlâ'ya ulaşmaktan nefret ederler. Halbuki Allah-u Teâlâ onlarla buluşmaktan daha çok nefret etmektedir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah aslâ affetmeyecektir." (Muhammed: 34)
Zira küfrün affı yoktur. Ancak dünyada iman etmekle affolunur.
"Melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiçbir sevinç haberi yoktur ve: '(size sevinmek) yasaktır yasak!' derler." (Furkân: 22)
Allah-u Teâlâ onlara her türlü sevinçli haberi haram kılmıştır.
"Nefislerine zulmederlerken meleklerin canlarını aldığı kimseler (ölümü görünce) teslim olurlar.
'Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!' derler.
Melekler de onlara: 'Hayır! Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.' diye cevap verirler." (Nahl: 28)
Onlar kendilerini iman şerefinden mahrum bırakarak, göz göre göre felâkete sürüklemişlerdir.
Onların canları cehenneme, öldükleri andan itibaren girecek, kabirlerinde cehennemin sıcak yeli kendilerini kuşatacak, kasıp kavuracaktır.
Melekler canlarını şiddetle ve zor kullanarak, vura vura çıkartmaya çalışacaklardır:
"Fakat melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?" (Muhammed: 27)
O kâfir kimsenin bedeninden ruhu kabzolunurken onun gerçekte ne acılar çektiğini ve ne hasretler içinde gittiğini dışarıdakilerin müşahede etmesi mümkün değildir.
"Andolsun söküp çıkaranlara!" (Nâziât: 1)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere, ölüm meleği ve yardımcıları kâfirlerin ölümleri anında canlarını boğarcasına, son derece şiddetli ve çetin bir şekilde, parmak uçları ve tırnak altları gibi vücudun tâ derinliklerinden söke söke, çeke çeke alırlar. Sonra onlara cehennem kokusunu teneffüs ettirirler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bu zâlimler ölüm dalgaları içinde can çekişirken, melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi canlarınızı teslim edin! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah'ın âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bu gün siz horlayıcı, alçaltıcı azapla cezalandırılacaksınız!' derken bir görsen!" (En'âm: 93)
Kâfir ve münafık bir kimse dünyadan ayrılıp ahirete yöneldiği zaman gökten siyah yüzlü melekler gelirler. Yanlarında getirdikleri can yakıcı elbise ile o kişinin etrafında göz alabildiğine bir topluluk halinde otururlar. Ölüm meleği de başucunda oturur.
"Ey kötü ve pis rûh! Allah'ın gazabına doğru bedenden çık." der.
Ölüm meleği ıslanmış yünden kızgın şişin çıkarıldığı gibi ruhu bedeninden çıkarır alır. Ölüm meleği canı alır almaz, melekler onun elinde göz açıp kapanacak kadar bırakmaz, getirdikleri cehennemî elbiseye sararlar.
Ondan yeryüzündeki cîfe kokularının en kokmuşu gibi bir koku çıkar. Onu alıp yükselirler. Karşılaştıkları melek toplulukları:
"Bu kötü ruh da kimin?" diye sorarlar. Refakatçı melekler, dünyada iken isimlendirilmekte olduğu isimlerin en çirkini ile: "Falan oğlu falandır." der.
Dünya semâsına geldiklerinde, melekler semânın bu ruha açılmasını isterler, fakat açılmaz.
Ölümden sonraki bu safhaları anlatan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu kısımda;
"Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara imân etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe de cennete giremezler. Suçluları işte biz böyle cezalandırırız." (A'râf: 40)
Âyet-i kerime'sini okumuştur
Onların ruhları o ulvî makamlara yükselmez.
Allah-u Teâlâ:
"Bunların amel kitabını yedi kat yerin en alt tabakasındaki mühürlü divana yazın." buyurur.
Sonra bu kötü ruh atılır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz daha sonra şu Âyet-i kerime'yi okumuştur:
"Allah'a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgârın bir uçuruma attığı şeye benzer." (Hacc: 31)
Neticede ruh kabirdeki cesedine döner. Kabir onu şu sözlerle karşılar.
"Yazıklar olsun sana! Üzerimde gezenlerin bana en çirkini sendin. Seni şimdi teslim aldım."
O sırada Münker ve Nekir adlı melekler gelir. Arada hiçbir engel yoktur. Onu oturturlar. Müthiş bir korku ve feryat ile oturur.
"Rabb'in kim?" diye sorarlar. "Bilmiyorum!" der. "Dinin ne?" derler. "Bilmiyorum!" der. "Size peygamber olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm hakkında ne dersin?" diye sorarlar. "Onun hakkında bir şey bilmiyorum. Halk onun için peygamberdir derlerdi." diye cevap verir.
Melekler: "Senin dünyada böyle dediğini, burada da böyle diyeceğini biliyorduk." derler.
Bu arada çirkin yüzlü, kötü elbiseli, pis kokulu birisi gelir. "Seni Allah'ın gazabı ile müjdelerim." der. O da: "Sen kimsin?" diye sorar. "Ben senin çirkin amelinim." diye karşılık verir.
Sonra ona kör, sağır ve dilsiz bir melek musallat edilir. Elinde bütün insanların ve cinlerin kaldıramayacağı ağırlıkta demirden bir topuz vardır. Bu topuzla bir dağa vurulsa, dağ un ufak olurdu. Onunla öyle bir vuruş vurur ki, insan ve cinler hariç her canlı varlık onun bağırışını duyar.
Daha sonra onun için cehenneme bir kapı açılır ve ateşten bir yatak hazırlanır. Cehennemin kavurucu harareti kabre dolar. Kabir ona daralır da daralır, kaburga kemiklerini sıkar da sıkar.
Böylece Allah-u Teâlâ'nın huzurunda muhakeme olunmak üzere kabirden kalkacağı güne kadar bu azap devam eder.
Kıyamet günü Sur'un sesi yükselir yükselmez, ruhların hazırlanan bedenlere girmesiyle ikinci hayata kalkış başlar, her insan beraberinde bir sürücü bir de şahit bulunduğu halde mahşer alanına getirilir.
Mahşer inananlar için ne kadar rahat, güzel ve kısa geçecekse, inkârcılar için de o kadar elemli ve ıstıraplı olacaktır.
Dünyada iken cehalet karanlıkları, dalâlet girdapları içinde kalan kâfir, müşrik, münâfık, kodaman, fâsık, fâcir ve zâlim kimseler; hasret ve pişmanlıklar, teessür ve teessüfler içinde feryat ederler.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Kıyamet gününde güneş mahlûkata yaklaşacak, hatta onlara bir mil miktarı yakın olacaktır." (Müslim: 2863)
Ahiret güneşinin bu kadar yaklaştırılması, hararetinin eritecek derecede olması, o günün şiddet ve dehşeti karşısında; insanlar kan ter içinde hararetten kavrulurlar, izdihamdan birbirini iter, birbirini çiğnerler, sıkışıklıktan deniz dalgaları gibi dalgalanırlar. Sıkıntıları son haddini bulur.
Diğer bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"İnsanlar amelleri miktarı tere batacak. Kimisi topuklarına kadar, kimisi dizlerine kadar, bazıları köprücük kemiklerine kadar batacak, bazılarına da ter tamamen gem vuracaktır." (Müslim: 2863)
Kalpler parça parça olduğu halde, kimse ile konuşmadan, yemeden, içmeden, hesapların görülmesini, haklarında verilecek hükmü beklerler. Şaşkınlık ve perişanlık içinde ayakta dururlar. Herkes ameline göre belli bir grupta yerini alır. Bu geniş sahada kimse gözden uzak bulunmaz. Günahkâr ve isyankârların bütün bu meşakkatları henüz hesap görülmeden ve azaba uğramadan olacaktır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün bir takım yüzler vardır, üzerini toz kaplamış, karanlıklar örtmüştür." (Abese: 40-41)
Yüzlerde böyle toz ile karanın bir araya gelmesi, korku ve zilletin en ürkütücü bir şekilde ortaya çıkışıdır.
"Kıyamet gününde, Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüzlerini simsiyah kesilmiş görürsün.
Büyüklük taslayanlar için cehennemde barınacak yer yok mudur?" (Zümer: 60)
Amel defterini soldan veya arkadan alanlara "Ashâb-ı şimâl" denilir.
Çetin bir hesap görecek ve cehenneme gidecek olanlar bunlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kitabı sol eline verilmiş olanlara gelince, o da der ki: Kitabım keşke bana verilmeseydi!" (Hâkka: 25)
Defterinin sol ele verilmesi, nereye gideceğine ve nasıl bir cezaya çarptırılacağına işarettir. Bunu görünce açıkca rezil olmuş, artık cezadan kurtulamayacağı açıkca belli olmuş, durumu herkes tarafından öğrenilmiş, pişmanlığı da son haddini bulmuştur.
O sıkıntının verdiği temenni ile:
"Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!" der. (Hâkka: 26)
Orada göreceği azaba göre, ölüm acısı çok çok hafif olduğundan, ölüp de bir daha dirilmeyi ister:
"Ah! Keşke bu iş son bulmuş olsaydı!" (Hâkka: 27)
"Malım bana hiçbir fayda vermedi. Saltanatım benden ayrılıp gitti." (Hâkka: 28-29)
Ömür sermayesini boş yere harcamıştı. Sahip olduğu makam ve mevki ona hiçbir fayda sağlamaz.
"Amel defteri kendisine arkasından verilen kimse 'Mahvoldum!' diye bağırır." (İnşikak: 10-11)
Kötülerin hesaba çekilmeleri çok zorlu olacaktır.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Hesabın en kötüsü onlar içindir." (Rad: 18)
"Tartıları hafif gelenler, âyetlerimize yaptıkları haksızlıktan ötürü (Âyetlerimizi inkar ederek zulmettikleri için) kendilerine çok yazık etmiş kimselerdir." (A'râf: 9)
Allah-u Teâlâ'nın davetine kulak asmayan, emir-yasak dinlemeyen kimselerin yaptığı yanına kâr kalmayacak, herkes amelinin cezasını görecek ve hak yerini bulacaktır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Tartıları hafif gelenler ise, onların anası (varacakları yer) Hâviye'dir." (Kâria: 8-9)
Cennet nasıl ki salih amelleri ağır gelenlerin ana yurdu ve ana kucağı ise, cehennem de kötülükleri ağır gelenlerin ana kucağı mesabesindedir.
"Hâviye'nin ne olduğunu sen bilir misin? O kızgın bir ateştir!" (Kâria: 10-11)
•
Küfür üzere ölen inkârcılar için, müşrikler için, iyilik ve kötülüklerinin tartılması diye bir fasıl olmayacaktır. Çünkü onların durumları ve gidecekleri yer bellidir.
"İşte onlar Rabbinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden amelleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü biz onlar için terazi kurmayız (Onlara hiç değer vermeyiz)." (Kehf: 105)
•
Başkalarını dalâlete, küfür ve isyana sevketmiş olan her isyankâr topluluğun kötülükte önder olanlarını, sapıtmış ve saptırıcı liderlerini ve ileri gelenlerini Allah-u Teâlâ çıkarıp ayıracak, suçu en büyük olanlardan başlanacaktır.
"Sonra her gruptan Rahman'a karşı isyanda en ileri gidenleri ayıracağız." (Meryem: 69)
Onların mahkemesi daha şiddetli görüldüğü gibi, azapları da kat kat olacaktır.
İstikametten ayrılanların günahları sebebiyle yükleri ağırlaşır. Azabı haketmiş olan müslümanlar ve kâfirler sırattan geçemezler.
İnsanlar için gayet geniş ve kısa olan sırat, âsilere kıldan ince kılıçtan keskin olur. Daha ilk adımda ayakları kayarak kitle kitle cehenneme düşerler.
Cehennem alevi ve kıvılcımları sırat üzerine kadar çıkar. Zebâniler kâfirlerin çenelerine kancalar takıp cehenneme atarlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Sonra takvaya erenleri kurtarırız, zâlimleri de orada diz çökmüş olarak bırakırız." (Meryem: 72)
İmanları ve iyi amelleri ile sevap kazanıp mükâfatı hak edenlere cennetin yolu açıldığı gibi, inkârları ve yaptıkları kötülüklerle günaha girip ceza görecek olanlara da cehennemin kapıları açılacaktır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın düşmanları o gün toplanır cehenneme sürülürler. Hepsi bir aradadırlar." (Fussilet: 19)
Sayıları tamamlanıp bir araya geldikleri zaman topluca cehenneme itileceklerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz." buyuruyor. (Meryem: 86)
Ateşin önlerinde yanmakta olduğunu ve içine muhakkak düşeceklerini gördüklerinde, artık kaçıp kurtulacakları bir yer bulunmaz.
İşte kâfirler ve münâfıklar için en acı gün gelmiş çatmış bulunuyor:
"İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sürülürler." (Zümer: 71)
"Oraya vardıklarında cehennem kapıları açılır." (Zümer: 71)
"Ebedî olarak içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından! O kendini beğenmişlerin yerleşip kalacakları yer ne kötüdür!" (Zümer: 72)
Zebaniler onları perçemlerinden ve ayaklarından sımsıkı bağlayıp, hakaret ve tehditlerle, dağları bir anda toz edebilecek güçteki darbelerle ateşe sürerler. Onlar o gün cehennem ateşine şiddetle ve zorla atılırlar. Zebaniler ateşe girinceye kadar enselerine vururlar.
Cehennem, kâfirleri son derece büyük bir öfke ile ve uğultulu sesler çıkararak karşılar:
"Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı korkunç uğultusunu işitirler." (Mülk: 7)
Taraf-ı ilâhîden zebanilere emrolunur:
"Tutun onu! Hemen bağlayın! Sonra atın onu cehenneme! Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!" (Hâkka: 30-32)
Allah-u Teâlâ: "Tutun onu!" buyurduğu zaman yetmiş bin melek birden onun üzerine yüklenir, her biri boynuna zinciri geçirmek için çalışır.
•
Allah-u Teâlâ cehennemliklere şiddetli azaplar tattırmak için cüsselerini enine ve boyuna büyütür.
"Kâfirin cehennemdeki azı dişi Uhud dağı kadardır. Derisinin kalınlığı ise üç gecelik yol mesafesidir." (Müslim: 2851)
•
Cehennem üstüste yedi tabaka halindedir, her birinin ayrı ayrı kapısı vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"O cehennemin yedi kapısı vardır. Her bir kapıya onlardan bir kısmı taksim olunmuştur." buyuruyor. (Hicr: 44)
Cehennemlikler küfür ve isyanlarına, işledikleri suça göre sınıf ve derecelere ayrılırlar. Ayrıca sapıklığın da sınıf ve derecesi farklı farklıdır. Âsiler lâyık oldukları dereceye göre kendilerine âit olan kapılardan girerler ve orada yerleşirler.
•
Cehennemin vüs'atini ve dehşetini gözler önüne sermek için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"O gün cehenneme: 'Doldun mu?' deriz. O da: 'Daha yok mu?' der." (Kaf: 30)
Allah-u Teâlâ cehennemin dolup dolmadığını bildiği halde cehenneme sual sorması, dünyadaki vaadini tahakkuk ettirmektir.
•
"Kaynar su" mânâsına gelen "Hamîm" kelimesi Kur'an-ı kerim'de on iki Âyet-i kerime'de geçmekte olup, cehennemdeki azap çeşitlerinden birisidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır.
Kesin gerçek budur işte!" (Vâkıa: 92-93-94-95)
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Bunlar Allah'ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır." (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm'e sürüklenirler, sonra Cahîm'e atılırlar. Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
"Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!" (Duhân: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
"Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin." (Duhân: 49)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
•
Cehennem sakinleri ateş deryası içinde boğulurlar. Yedikleri ateş, içtikleri ateş, giydikleri ateş, yatacak yerleri ateştir. Ateş orada ıstırap kaynağı olarak her yerdedir.
Âyet-i kerime'de:
"İnkâr edenlere cehennem ateşi vardır." buyuruluyor. (Fâtır: 36)
Vücutlarına ateşten çiviler batırılır, ateşten makaslarla dudakları kesilir. Ölmemelerine rağmen, zebaniler onları ateşten tabutlara koyarlar.
Ne kötü bir yer, ne kötü bir âkıbet!..
Cehennem ateşi bizim bildiğimiz dünya ateşi gibi değildir. Dünyada en şiddetli azap bu ateşin azabı olduğu için cehennem ateşi onunla tarif olunmuştur.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Yaktığınız bu ateş var ya, cehennem ateşinin yetmiş parçasından bir parçadır." (Buhârî)
Cehennem ateşi derileri, etleri ve kemikleri hep yiyip tükettikçe, kendilerine yeni başka bir deri ve kemik verilir, cehennem alevi daha da alevlenir.
"O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir. Sanki o kıvılcımlar sarı sarı develer gibidir." (Mürselât: 32-33)
•
Allah-u Teâlâ azaba müstehak olanları tahkir etmek için cehennemin üç kola ayrılmış bunaltıcı dumanına gölge ismini vermiştir.
Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Üç kola ayrılmış olan, fakat ne gölgelendiren ne de alevlerden koruyan bir gölgeye gidin!" (Mürselât: 30-31)
Alevler yükselip de üstünden dumanlar çıktığında onun şiddet ve kuvveti üç kola ayrılır. Bu dumanın gölgesi ne gerçek gölgeliktir, ne de kişiyi alevin kucağından korur. Bu cehennemî bir gölgedir, kızgın ve bunaltıcı bir gölgedir. Nefesleri keser, insanı ateşle dağlar. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hayırlıdır.
•
Cehennemde son derece sert tabiatlı, güçlü-kuvvetli ve sayılamayacak miktarda merhametsiz zebâniler bulunur, azaplara nezaret ederler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz de zebânileri çağıracağız!" buyuruyor. (Alâk: 18)
Allah-u Teâlâ onlara ne emrederse ona koşarlar, bir göz kırpması kadar bile emr-i ilâhiden geri durmazlar. Hiçbir emri sonraya bırakmazlar, hemen ifaya çalışırlar.
"Onun başında pek haşin, pek şiddetli, Allah'ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, emredildikleri şeyi yapan melekler vardır." (Tahrîm: 6)
•
Cehennemliklere âit, onları dövmek için zebânilerin ellerinde özel kamçılar da azap çeşitlerinden birisidir.
Âyet-i kerime'de:
"Bir de onlar için demirden kamçılar vardır." buyuruluyor. (Hacc: 21)
Cehennemden kaçıp kurtulmak istedikleri zaman, zebâniler üzerlerine musallat olurlar, ellerindeki kamçılarla topuzlarla vura vura tekrar iâde ederler.
"Her ne zaman ateşten, onun ıstırabından çıkmak isteseler, her defasında geri çevrilirler ve onlara 'Yakıcı azabı tadın!' denilir." (Hacc: 22)
Onlardan intikam almak ve azap üstüne azap tattırmak için hazırlanmış, kendilerine ağırlık veren zincirler ve boyunduruklar da bulunmaktadır.
"Yanımızda onlar için ağır boyunduruklar ve cehennem var." (Müzemmil: 12)
"Biz o kafirlerin boyunlarına demir boyunduruklar takarız. Onlar ancak yapmış olduklarının cezasını çekerler." (Sebe: 33)
Azapların her türlüsünü çekmek zorunda kalırlar.
"Bunlara benzer daha çeşit çeşit acılar da vardır." (Sâd: 58)
•
Cehennemlikler her bakımdan hor ve hakir kılınırlar. Gömlekleri var katrandan, yüzlerinde perde var ateşten.
Âyet-i kerime'de:
"Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar." buyuruluyor. (İbrahim: 50)
Bilindiği gibi katran simsiyah, çirkin ve pis kokulu bir maddedir, çok çabuk tutuşur. Ciltleri katrana bulanır ki, vücutlarını yakacak olan ateş çabuk tutuşsun. Ayrıca derileri kararıp pis koksun.
•
Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin dibinde yetişir ve ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan yemek zorunda bırakılacaklardır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Zakkum ağacı cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Meyveleri şeytanların başları gibidir." (Saffât: 64-65)
Bu ateşten ağaçlar onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar.
Cehennemlikler takatlerinin de üstünde bir açlığa mübtelâ olup, başka yiyecek bulamayınca; ister istemez, bu ağaçtan bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar. Fakat açlığa hiç faydası olmaz, çünkü çok yerlerse, o nispette açlık hissederler.
"Cehennemlikler ondan yerler ve karınlarını onunla doyururlar." (Sâffât: 66)
Zehir gibi zakkumu yiyince bu sefer hararetleri dayanılmaz bir dereceye ulaşır.
Cehennem sakinlerine, azabın hararetinden ciğerleri yandıkça; kendilerine kaynar suyun yanında, kan ve irin içirilir. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Orada ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tatmazlar." (Nebe: 24)
•
Cehennem azaplarından birisi de ölüm azabıdır.
Âyet-i kerime'de:
"Ölüm her yandan geldiği halde ölemez." buyuruluyor. (İbrahim: 17)
Ölüm sebepleri her taraftan kendisini kuşatır. Kıl ucuna varıncaya kadar bütün bedeni ve organları acı duyar, fakat ölemez.
•
Cennetlikler cennette nasıl ki ebedîleşirlerse, cehennemliklerden küfür ve nifak üzere ölen azgınların cezası da öylece sonsuza kadar uzanıp gidecektir.
"Onlar orada sonsuz çağlar boyunca kalacaklardır." (Nebe: 23)
Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer, ne de biter.
Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun hafifletilmez.
•
Cehennemlikler için en acı şey cennet saâdetinden ve Allah-u Teâlâ'yı görmekten mahrum kalmaktır.
Âyet-i kerime'de:
"Hayır! Muhakkak ki onlar o gün Rabb'lerini görmekten mahrum kalacaklardır." buyuruluyor. (Mutaffifîn: 15)
•
Cehennemlikler birbirini kovalayan, akla hayale gelmeyen öyle azaplar çekmektedirler ki, onlardan kurtulmak için alevlere sığınıp sarılırlar.
Âyet-i kerime'de:
"Bunun arkasından da daha çetin bir azap vardır." buyuruluyor. (İbrahim: 17)
Cehennemde sayılamayacak kadar ateşten dağlar, vâdiler, nehirler, hendekler, kuyular, zindanlar, fırınlar vardır. Her birinin azabı diğerlerinden çok daha katmerlidir.
İnsana ateşten daha fazla azap verecek olan hayvanlar da vardır. Cehennemliklerin üzerlerine kışkırtılarak salınırlar. Katır büyüklüğündeki yengeçler, deve gibi büyük yılanlar ve akrepler onlara hiçbir zaman rahat vermezler. Göz kapaklarını, dudaklarını, vücutlarının en hassas yerlerini ısırıp kemirerek uğuldaşırlar. Zehirleri çok şiddetli ıstırap verir.
Cehennem ehli ayrıca çok şiddetli soğuklarla da azap olunurlar.
Allah-u Teâlâ böyle şiddetli cezaları ancak nankör kâfirlere verir. Bunlar küfrün ve zulmün cezasıdır.
•
Cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme yerleştikten sonra; cehennemlikler şeytanı kınamaya, azarlamaya, kendilerini saptırmakla suçlamaya başlarlar. Şeytan onlara şöyle cevap verir:
"İş olup bitince, ilâhi hüküm yerine gelince şeytan ateşte olanlara der ki: Gerçekten Allah size sözün doğrusunu söylemiş, gerçek bir vaadde bulunmuştu. Ben de size söz vermiştim amma, sonra sözümden caydım. Esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum da yoktu. Sadece sizi davet ettim, siz de bana hemen uydunuz. O halde beni değil kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni! Daha önce beni Allah'a ortak koşmanıza da inanmamıştım zaten. Doğrusu zâlimlere can yakıcı bir azap vardır." (İbrahim: 22)
Şeytanın bu sözlerinden anlaşılıyor ki; insanlar hiçbir delile isnat etmeksizin şeytanın sözüne uymaktadırlar. Şeytanın vaadleri asılsızdır, Allah-u Teâlâ'nınki ise gerçeğin ta kendisidir. Bunlar Hakk'ı bırakıp asılsız şeylerin ardına düştüler.
•
Dünyada iken şer kapısını açıp onun tellâllığını yapan, kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran küfür liderleri; kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?" (İbrahim: 28)
Saptırıcı önderlerle onlara şuursuzca uyan şakşakçılar bir araya gelince husumet ve karşılıklı tartışmalar başlar.
"Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için: 'Ey Rabb'imiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır. Bunlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!' derler." (A'râf: 38)
Allah-u Teâlâ onların bu isteklerine şu şekilde mukabele eder:
"Zaten hepsinin azabı kat kattır, fakat siz bilmezsiniz!" (A'râf: 38)
•
Münafıklar kâfirlerin en mundarı, en habisi oldukları için ebedî ikâmetgahları da cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: 145)
Şüphesiz ki onlar bunu hak etmişlerdir. Çünkü onlar İslâmiyeti karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.
"Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır.
Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır." (Tevbe: 68)
Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedi kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur edilemez.
"Cehennem onlara yeter! Oraya gireceklerdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!" (Mücadele: 8)