Habîb-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz tüm ruhlar için “Ebu’l-ervâh” olduğu gibi; Allah-u Teâlâ Hâtemü’l-evliyâ’ya da ayrı bir pâye vermiştir. Bu öyle bir pâyedir ki, herhangi bir veliye verilen pâyeler gibi değildir. Çünkü velîlere verilen paye çalışmakla, onunki ise doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın vermesi iledir. O Resulullah Aleyhisselâm’ın velâyetine vâris olduğu gibi, bizzat Allah-u Teâlâ tarafından yürütülen bir kuldur.
Resulullah Aleyhisselâm’ı daha evvel yarattığı gibi, onu da Âdem Aleyhisselâm’ı yaratmazdan evvel yaratmış, ne koyduysa o zaman koymuştur.
Meselâ güneşin yanında başka bir güneş yoktur; o güneş ziya veriyor. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ayrı bir “Nûr” vermiş, ona da ayrı bir “Nûr” vermiş ve o “Nûr”dan velîlere nûr saçmıştır.
Bu hususta Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin beyanları şöyledir:
“Âdem çağından son Nebî’ye varıncaya kadar, tıyneti bakımından olan varlığı gecikse de, nebîlerden hiçbir fert yoktur ki, ilmini sonuncu peygamber olan Muhammed Aleyhisselâm’ın ışığından almış olmasın. Çünkü o, hakîkatiyle mevcuttur ve bu da Peygamber Aleyhisselâm’ın;
‘Âdem henüz su ile toprak arasında iken ben peygamberdim.’ (Ahmed bin Hanbel)
Meâlindeki sözü ile sâbittir. Başka peygamberler ancak ümmetlerine gönderildikleri zaman nebî olmuşlardır. Kezâ velîlerin sonuncusu Hâtemü’l-evliyâ da, Âdem su ile toprak arasında iken velî idi. Diğer velîler, ancak ilâhî ahlâk cümlesinden olan velîlik şartlarını kazandıktan, Allah’ın ‘Velî’ ve ‘Hamîd’ isimlerinin feyzine mazhar olduktan sonra velî oldular.”
(“Fusûsu’l-Hikem ve’t-Ta’lîkât ‘aleyhi”; s. 63-64, Ebu’l-A’lâ Afîfî’nin ta’lik ve tahkîkiyle. Beyrut, 1946)
Allah-u Teâlâ bu iki “Nûr”u ezelden yaratmıştır. Bu herhangi bir kazanma değildir, ezelde koyduğu bir şeydir. Yani “kaynak” bu oluyor. Bu “Nûr”ları yaratmadan evvel hiçbir şey yaratmadı, Âdem Aleyhisselâm bile henüz yaratılmamıştı. Gelecek olan insanların istifâdesi için bu “Nûr”ları Âdem Aleyhisselâm’dan evvel yarattı. Eğer Hâtemü’l-evliyâ’nın kıymeti olmasaydı, o “Nûr”u halketmezdi. Allah-u Teâlâ öyle bir “Nûr” halketmiş ki; sevmiş, seçmiş, koymuş, varlığı ile oraya tecellî etmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz umûmî bir kaynak, bu da husûsî bir kaynaktır. Husûsî kaynak olunca da peygamberlere muhtaç değildir. Çünkü Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmeti olduğu için, onun “Velâyet”i intikâl ediyor. Allah-u Teâlâ ona husûsî bir ihsânda bulunmuş ve beşeriyete nûr saçmak için bir kaynak husûle getirmiştir.
Bu beyanları size arz etmekteki maksadımız; artık gözünüze gözlük takın, işe mânevî gözle bakın ve ona göre eğilin! Bu kitaplara, bu sohbetlere o niyetle nazar edin!...
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyuruyor:
“İşte bu iki Hâtem’in her ikisinin de mevcûdiyeti devam edegelmiştir ve tıpkı ‘Hatemü’n-nübüvve’ hakkında;
‘Âdem henüz su ile toprak arasında iken ben peygamberdim.’ (Ahmed bin Hanbel, c. 4, s. 127-128)
Buyurulduğu gibi; nübüvvet mertebesi hakkında da, velâyet mertebesi hakkında da, ikisi de tek bir hakîkati tasvir etmektedir.” (“Şerhü’l-Fusûs li’l-Bosnevî”, Nâfiz Paşa, nr.: 536, vr. 494)
Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fususü’l-Hikem” isimli eserinde, Allah-u Teâlâ’nın Hâtemü’l-evliyâ’yı ezelden ayırdığına işaret ve onun rûhî yapısına temas ederek şöyle buyurmuştur:
“Onun maddesi ruhlar arasındaki herhangi bir ruhtan değil, ancak Allah’tan gelir. Belki de onun rûhu, bütün ruhlara madde olur.” (“Fusûsu’l-Hikem”, s. 66, bas.: Beyrut, 1946)
Allah-u Teâlâ ezelden o iki “Nûr”u yarattı, murâd ettiğini yerleştirdi; oradan yerleştirdi!..
O Allah’tan geldiği için, onun rûhunun “bütün ruhların mayası” olduğunu beyan ediyor. Çok derin bir nokta, bu noktaya inmek gerekiyor. Resulullah Aleyhisselâm ne ise, o aynadan onu gör!.. Onu ondan yaratmamış... Onu da yaratmış, onu da yaratmış! Hem onu ayrı olarak yaratmış, hem de üstelik Habîb-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin “Velâyet”inden akıttığı için, hem onun vekîli olmuş, hem de onun “Nûr”unu taşıyor, tam vâris... “Vekîl”inin değeri, “Vekâlet” ondan geldiği içindir. Hem ayrı bir “Nûr”a sahip, hem de ayrı bir “İntikâl”e sâhip; “Nûr”ları ayrı yarattığı için hem ona lütfetmiş, hem de ona lütfetmiş, üstelik onun “Nûr”unu oraya akıtmış!..
Bu ilim de Allah’tan geldi, bu “Nûr” da O’ndan geldi!..
Çok ince bir nokta... O ne bir peygamberden, ne de bir velîden destek almaya muhtaç değildir, desteğini doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’dan ve Resulullah Aleyhisselâm’dan alıyor. Diğer velîler o “Nûr”a muhtaçtır, çünkü onun “Velâyet”i ayrıdır!
Nitekim yaklaşık üç yüz sene evvel yaşamış olan Allâme Abdülgânî en-Nablûsî -kuddise sırruh- Hazretleri, “Cevâhirü’n-Nusûs fî Hall-i Kelimâti’l-Fusûs” adlı eserinin ikinci bölümünde bu noktaya temas ederek şöyle buyurmaktadır:
“Risâlet velâyeti, nübüvvet velâyeti ve imân velâyeti husûsunda evliyânın Hatm’i olan insanın rûhu bunun dışındadır. Onun ilmi kâmillerin ruhları arasındaki bir ruhtan değil, ancak vasıtasız olarak bir olan Allah-u Teâlâ’nın katından gelir.” (vr. 42)
Şunu çok iyi bilin ki, bu ilim Allah-u Teâlâ’nın ihsân ettiği, ikrâm ettiği bir ilimdir; doğrudan doğruya O bildirdiği, O duyurduğu için de “İlm-i billâh’ın âlâsı”, “Has ilmullah” oluyor. Yâni bu ilimde nefsin hiçbir katkısı yoktur. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiştir; su boruya gelir amma, o su boruya ait değildir. Boru da onu itiraf edince O’nun oluyor. Sen çık aradan, kalsın Yaradan!..
Bu ihsân edilen ilim “Has ilmullah” olduğu için, bu ilmin üstünde ilim de yoktur. Onu ancak dilediğine vermiştir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ilmi var mıydı? Her hangi bir kimseden ilim tahsîli görmüş müydü? O ümmî idi, yazısı bile yoktu!
Fakat o, Rabbü’l-âlemin tarafından öğretildiği için her şeyi biliyordu...