Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
GÜNDEM - Türkiye'ye "Nüfuz" Eden "Batı", "Batı"İle İşbirliği Yapan "Nüfuz Casusları" - Ömer Öngüt
Türkiye'ye "Nüfuz" Eden "Batı", "Batı"İle İşbirliği Yapan "Nüfuz Casusları"
GÜNDEM
Uğur Kara
1 Şubat 2007

 

Türkiye'ye "Nüfuz" Eden "Batı",
"Batı" İle İşbirliği Yapan "Nüfuz Casusları"

 

Batı'yı, Avrupa'yı, Amerika'yı tahlil ederken içine düşürüldüğümüz çok büyük yanılgılar vardır.

Batı'yı; "Doğu"dan ve müslümanlığımızdan beslenen, milletimize has değerlerimizle tahlil etmeye kalkıyoruz. Bu sebeple bir hayranlık, bir imrenme hâli ortaya çıkıyor.

Biz dünyaya hükmetme arzusu ile yayılmış, fetihler yapmış bir milletiz. Bu hükmetme arzusu; medeniyet, adalet, iman ve insanlık götürme ülküsünü barındırır. Fethettiğimiz ülkelerde cinsi, kavmi ne olursa olsun samimi müslümanlar zuhur etmesini isteriz. İnsanların iman sahibi olması bizim için büyük bir mutluluktur. Böylelerini öz kardeşimiz gibi bağrımıza basarız.

Böyle bir tarihi alt yapıdan gelen milletimiz -propaganda bombardımanının da tesiri ile- Avrupa milletlerini de kendisi gibi zanneder. Zanneder ki; bu milletler içinde bulunduğu zenginliği bütün dünyaya yaymak istiyor, bütün insanlara adalet götürmek istiyor.

Halbuki gerçek durum hiç de öyle değildir.

Batı dediğimiz Avrupa kökenli kavimler sömürme maksadıyla ülkeler fethederler. Avrupa ülkelerine sırtlanlar ve tilkiler kulübü demek mümkündür. Bir üçüncü dünya ülkesine gösterdikleri ilgi ve güleryüz tilkinin tavuğa gösterdiği güleryüzle aynı şeydir. Yani yutmak için fırsat kollama taktikleridir. Yine bir araya gelerek seferler, savaşlar tertip etmeleri sırtlanların yaptığı gibi aslanın ağzındaki lokmayı almak içindir. Haçlı seferlerinde olduğu gibi.

Amerika'ya, Afrika'ya, Avustralya'ya hep bu maksatlarla gitmişlerdir. Doymak bilmeyen çok büyük bir açlıkla yamyam sürüleri gibi bu kıtaların zenginliklerini fütursuzca yağmalarken, yerli insanlarını ölümüne, aç-susuz çalıştırmışlardır. Yerli halklara kendi hayvanlarına verdikleri değerin zerresi kadar değer vermemişlerdir.

Bugün de bu böyledir.

Ruanda'da Tutsiler'in soykırımdan geçirilmesine Fransızlar ön ayak olmuşlardır. Bosna'da BM'in güvenli bölgesini Sırplar'a teslim ederek 10 bin Boşnak'ın öldürülmesine sebep olan Hollandalı askerlere bizzat Savunma bakanları tarafından daha geçtiğimiz günlerde madalya verilmiştir. Hangi şerefli asker kendisine emanet edilen masum insanları canavarlara teslim eder. İşte bunlar bu şerefsizliği ödüllendirecek kadar alçalmış insanlardır. Daha ötesi "Müslüman öldürmek için her türlü şerefsizliği yapabilirsiniz." demek istemişlerdir.

Emperyalist ve sömürgeci Batı devletlerine hangi olumsuz sıfat yakıştırılırsa yeridir.

Avrupa'nın zenginliği bu yağma ve sömürü düzeninin eseridir. Bütün dünyayı yediler bitirdiler. Oralardan elde ettikleri zenginlikle Osmanlı karşısında üstünlük kurdular. Osmanlı karşısındaki yükselişlerindeki en büyük pay bu kanlı zenginliktir. Bu kanlı zenginliğe Vatikan olsun, papazlar olsun fütursuzca destek vermişlerdir.

Şimdi tabir caiz ise deniz kurudu. Sömürme devri tükenmek üzere. Üzerine kondukları toprakların zenginlikleri hâlâ bunlara akıyor ama yeni sömürecek yer bulamıyorlar. Ya Amerika'nın yaptığı gibi intihar dalışları yapacaklar veyahut yavaş yavaş yok oluşlarını seyredecekler. Büyük bir tedirginlik içerisindeler.

Avrupa, Amerika çöküyor. Bizim aklı evveller yükselişte olan ülkeler yerine çöküşte olan yamyamların yanına gidiyorlar. "Ne olur bizi alın!" diye de kendilerini pazarlıyorlar. "Bakın benim etim budum iyidir, istediğin gibi yiyebilirsin, sömürebilirsin." demek istiyorlar.

Halbuki Avrupa Birliği sırtlan birliğidir. Pastayı paylaşma birliğidir. Yönetim mekanizması buna göre oluşturulmuştur. Üyelere eşit haklar verilmiştir. Türkiye gibi kendilerinden görmedikleri ülkeleri bu yönetime ortak etmeyi kesinlikle düşünmemektedirler. Bir politikacının dediği gibi, "Ne zaman kendileri 'AC'yi kurarlar, o zaman bizi 'AB'ye alırlar."

Avrupa'nın nazarında Türkiye "Sömürülecek ülke"dir, Amerika'nın nazarında "peyk"tir.

Hem onların yanında olmak, hem de bağımsız karaktere sahip bir ülke olmak ham hayalden başka bir şey değildir. İçimizdeki nüfuz ajanlarının propagandasıdır.

Ermeni meselesi olsun, Kürt meselesi olsun, Kıbrıs meselesi olsun başımıza örmeye çalıştıkları çorapların hepsi aleni birer taarruzdur, şekli değişmiş harp taktikleridir. Ortaya koyduğumuz hiçbir hakikati dinlemeye kabul etmeye niyetleri yoktur. Niyetleri bizi mahkûm etmektir. Bunlardan adalet, hakkaniyet beklemek boş bir hayâldir.

Dikkat ederseniz Türkiye hakkında kafalarında barındırdıkları tek bir şey vardır; bu ülkeyi esir almak, küçültmek, sömürmek, kontrol altında tutmak.

Nitekim Osmanlı'nın son devirlerinden itibaren bu ülkeye nüfuz etmeye muvaffak olmuşlardır. Bu kadar büyük taarruzların, bu kadar büyük propaganda bombardımanının altında bu milletin hâlâ temel karakterini muhafaza edebilmiş olması, İslâm'ın, müslümanlığının bir hediyesidir.

Bu ülke 200 yıldır oltadaki balık misali çırpınmaktadır. Tam manasıyla yakalamaya da muvaffak olamadılar. Biz de oltadan kurtulamadık. Zira balık çok büyük.

"Türkiye Avrupalı olmaya çalışıyor, Avrupa ise 1839'da ilán edilmiş olan Tanzimat Fermanı'ndaki vaadleri az buluyor, daha fazlasını istiyordu.

MÜTTEFİK KAZIĞI

1854'te Avrupa devletleriyle müttefik olup Rusya'ya harp ilán ettik ve "Kırım Savaşı" başladı. Çar, 1855 Eylül'ünde ateşkes istedi. Artık Avrupalı olacağımızdan emindik ama müttefiklerimiz "önce reform" dediler. İşkencenin yasaklanmasını, cezaevlerinin ıslah edilmesini, halka din hürriyeti verilmesini ve vergi reformu yapılmasını istiyorlardı. 1856'nın 18 Şubat'ında "Islahat Hatt-ı Humayunu"nu yayınlayıp daha da çağdaşlaştık, Avrupa da buna karşılık 1856'nın 30 Mart'ında bizim "Avrupalı" olduğumuzu ilán etti ve "Avrupa Devletleri Konseyi"ne alındık. Ama Avrupalı Türkiye'nin ömrü kısa sürdü. Rusya, daha önceden imzaladığı anlaşmaları tanımayacağını duyurdu; derken "93 Harbi" denilen 1876'daki Türk-Rus savaşı çıktı, "hasta adam" komaya girdi, bunu Balkan ve Birinci Dünya Savaşları takip edince de vefat edip gitti." (Murat Bardakçı, 10 Aralık 2006)

Osmanlı'yı öldürdüler. Bu ölümde en büyük pay sahibi Avrupa sevdalısı gayr-i müslim unsurlar ile "Batıcılık dini" mensubu aydınlarımız olmuştur. Bunlar bilerek bilmeyerek birer nüfuz ajanı olarak Avrupa'ya hizmet etmişlerdir.

"Yedi düvel"e karşı Kurtuluş Savaşı vermek zorunda kalan Türkiye bu nüfuz ajanlarından, ismi müslüman aslı kâfir sahtelerden, gözü Avrupa'dan başka bir şey görmeyen "Batıcılık dini" mensuplarından kurtulamamıştır. Aradan geçen 100-150 yıla rağmen hâlâ benzer sıkıntıların yaşanmasının en büyük sebebi budur.

Amerika'nın dünya sahnesine çıkmasıyla bizi bu ülkenin peyki haline getiren en büyük amil bu tür insanlar ve masonluk gibi teşkilâtlar olmuştur. Bu tür teşkilâtlar son 10 yılda yaşanan gelişmeler ile etkinliklerini iyice kaybetmişlerdi. Hatta birbirlerine düştüler. Eski yönetim ile yeni yönetim mahkemelik oldular. Sabah gazetesi "Masonluk Battı" diye manşetten bu kargaşayı duyurdu.

Şimdi onların yerine başka teşkilâtlar türedi. Devletten artık bunlar nemalanıyor. Yahudi ile, Hıristiyan ile anlaştılar. Türkiye'de iktidarı ele geçirebilmek için onlarla işbirliği yapıyorlar. Bilderbergcilere karşı yazdığı yazılarla nam salmış bazı gazetecilerin Bilderberg toplantılarına katılması bu yeni sürecin tezahürüdür.

Masonluk gitti. Bir yazarın bundan yıllar evvel kullandığı tabirle "Neo İslamic Masonlar" türedi. Devlet ihaleleri bunlara gidiyor, bürokraside bunlar örgütleniyor. İsimleri farklı asılları aynı. Kendilerine cemaat derler ancak küffar ile irtibatları var. Dikkat ederseniz basın olsun, Amerika olsun hepsi bunların arkasındadır. Zira hepsi aynı yolun yolcusudur.

İşte bunların yüzünden Türkiye bugün Osmanlı'nın son devirlerine benzer bir süreç yaşamaktadır. Çok tehlikeli durumlar var. Çok dikkat etmek lâzım.

Hemen her sahada, elbirliği ile topyekün bir hazırlık gayreti içerisine girilmesi gerekiyor. Ancak bu nüfuz casusları ülkenin damarlarına öyle bir nüfuz ettiler ki elbirliği yapmanın imkânı kalmadı.

Bu yüzden Irak meselesinde, Kerkük meselesinde, Kıbrıs meselesinde ezildikçe eziliyoruz. Küffar bastırdıkça bastırıyor. Madenlerimiz, topraklarımız elden gidiyor. Ancak kimsede ses seda çıkmıyor. Devlet düşmanlığı için bir fırsat ele geçtiğinde hepsi topyekün seferber oluyor. Bir gayr-i müslimin cenazesi günlerce bütün Türkiye'yi esir alıyor. Basın en büyük vazifeyi gündemi çarpıtmakla yapıyor. Birinci sayfa haberleri içeride, iç sayfa haberleri birinci sayfada veriliyor. Türkiye'nin menfaatini müdafa etmek "milliyetçilik" yaftası ile susturulmaya çalışılıyor.

"Türkiye uzun süredir psikolojik harple karşı karşıya. Bu psikolojik harbi Türkiye kaybetti. Burada sorulması gereken soru bu psikolojik savaşta görev yapması gerekenler nerede? Türk insanının toplumsal değerlerini, ahlâki değerlerini çökertenler Türk halkına niçin deşifre edilmedi. Türkiye'de öyle bir ortam oluşturuldu ki... Özellikle son 4 yılda oluşturulan ortam, hırsızın galip geldiği bir ortam haline getirildi. Adalete olan inanç kaybedilince toplumda büyük bir gerginlik oluştu. Bir ülkenin yaşamı adaletli ve eşit davranmasında yatar. Ancak bunun tam tersi bir yozlaşma oluşturuldu. Bu gergin ortamdan dolayı suç işleyecek binlerce insan bulabilirsiniz. Çünkü yönetimdeki adaletsizlik insanları geriyor. Çocuklarınızı koruyamıyorsunuz. Ortamı dış güçler için müsait hale getiriyorsunuz. Psikolojik savaşta ortam önemlidir. Ve siz bunu yapamazsanız psikolojik savaşta kaybedersiniz" (Sadettin Tantan, 24 Ocak 2007)

Durumumuz bu. Küffar her alana nüfuz etmiş.

Türkiye tabir caiz ise bıçak sırtında, buz üzerinde yürüyor. Harp tehlikesi var, kuraklık ve kıtlık tehlikesi var, ekonomik buhran tehlikesi var.

2001 yılında yaşanan kriz birkaç yabancı fonun aniden Türkiye'den para çekmesi ile başlamıştı.

Bugün de ekonominin suyu mecrasında akmıyor. Bizim merkez bankası güya "dalgalı kur" uyguluyor ancak "kur"un dalgasını dış güçler ayarlıyor. Bunun adına da "piyasa ekonomisi" deniliyor.

Dış ticaret açığının devasa boyutlara ulaşması, borç stokunun gün gün artması gibi hemen bütün ekonomik göstergeler normal şartlar altında dövizin değerlenmesine sebep olması gerekirken, tam tersi döviz değer kaybediyor, Türk parasının değeri yükseliyor. Kalkıp bir de "Ah ne güzel, paramız değerleniyor." diyenler oluyor.

Ancak bu değerlenme sun'i bir değerlenme, yani balon gibi. Avrupa'sı, Amerika'sı, yahudisi balonu şişirip duruyor. Yani Türkiye'ye para pompalayıp duruyor. Halkın cebinden alıyor, devlete borç veriyor, halkın cebinden alıyor devlete borç veriyor... Bir gün ya balon patlayacak veyahut birisi eline basit bir iğne alıp değdirdiği an yine balon patlayacak.

Bizi uyutmaya çalışıyorlar. Diyorlar ki "Uluslararası piyasada paradan para kazanan adamlar nerede kârı varsa oraya gider. Türkiye'de bir gelecek görmemiş olsalar buraya gelmezlerdi. Herhangi bir sıkıntı beklemeyin."

Bu teranelere "Avrupa, Amerika bizim dostumuz" teranelerine inananlar inanıyor. Ortalığı da bunlar istilâ etmişler. Basın da ellerinde, halkı uyutup duruyorlar.

"Peki madem böyle, bu Amerika'sı, Avrupa'sı Türkiye'ye niye para pompalıyorlar?" diye bir soru sorulabilir.

Evvela adamlar faiz düzeni sayesinde dünyanın hiçbir yerinde elde edemeyecekleri kârları elde ediyorlar. Amerika dolara bir yılda % 5 faiz verirken, Türkiye'de % 60-70'e kadar dolar bazında kâr elde ettiler. Borsa deseniz ona kezâ. Halkın cebindekini, devletin kasasındakini vakumlayıp duruyorlar. Bu sömürü düzenini bir kısım basiretsiz, bir kısım da hâin kimselerin desteği ile kurdular. Hâlâ bu düzen devam ediyor.

Bu faiz düzeni sayesinde Türkiye'yi de esir aldılar.

"Türkiye Avrupa'nın, Amerika'nın arkasından ayrılmasın, Irak'ta, Kıbrıs'ta kafasına göre hareket etmesin, azınlık-mazınlık derken, "devlet" gemisi batsın, sesini çıkartan da olmasın!"

Bunu istiyorlar. Şu zamana kadar da bunda muvaffak oldular.

Adamlar şu anda resmen bizimle oyun oynuyorlar. İp ellerinde. "Sizi bizim trene bindirmeyiz ancak arkada bagaj vagonundan ayrılmayın, yoksa haliniz perişan olur" diyorlar. Takılmışız küffarın treninin arkasına. Bıraksalar raydan çıkma tehlikesi var, peşlerinden gitsek neyimiz var neyimiz yok elimizden alacaklar. Halkın imanına kadar tasallut ettiler.

Ekonomi böyle, dış tehlikeler ona keza. Zamanında gerekli tedbirler alınmadığı için göz göre göre gözümüzün önünde ikinci bir İsrail peydahlandı. Harp tehlikesi büyüdükçe büyüdü. Üçe halledilecek meselenin maliyeti 100'e çıktı. Geç kaldıkça daha da artıyor.

Bu haramlar bu fâizler imanları da söndürdü. İnsanların gönlüne korku düşürdü. Nice cengâverler pısırık oldu. Amerika ile harp etme korkusuna vatanın erimesine göz yumar oldular.

Amerika ve Avrupa siyasette, ekonomide, enerjide, madenlerimizde, petrolümüzde, tarımsal üretimde hemen her alanda bu zaafiyetlerin meyvelerini toplamaya çalışıyor.

Bugün tarımsal üretim için tohumculukta büyük oranda İsrail'e bağımlı hale geldik. Gıda üretimi bir memleketin en stratejik sektörüdür. Silah sanayi daha sonra gelir.

Topraklarımızı yabancılar satın alıp duruyor. "Ne var bunda!" diye geçiştiriliyor.

Kuraklık afatı adeta "Geliyorum" diyor. Hiçbir tedbir yok.

Hemen her konuda dışarıya bağımlı hale geldik. Avrupa'da fırtına koptu, Ukrayna'dan gelen petrolün bir gün akışı durdu.

Yarın bir harp olsa, gaz taşıyan borular, enerji taşıyan nakil hatları vurulsa, çalışmaz hale gelse ne gibi bir tedbiriniz var? Evde, iş yerlerinde, elektrikte her yerde gaz kullanılıyor. Yılda 24 milyar dolar Rusya'ya gaz ödemesi yapıyoruz. Dünyada petrolün gazın fiyatı çıkıyor, bizim fatura da otomatik yükseliyor. Su, rüzgâr, kömür gibi birçok imkân varken dövizle çok pahalıya gaz alıyoruz.

"Avrupa, Avrupa", "Amerika, Amerika", başka bir şey bildikleri yok.

Yarın bir gün sıkıntı baş gösterdiği zaman bakalım "Avrupa"ları, "Amerika"ları bunlara yer gösterecek mi?


  Önceki Sonraki