Şeyhü'l-ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ'-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ' ve Şemsü'l-Mağrib" isimli eserinde, Hâtemü'l-evliyâ' olan zâtla bir defâsında imamlık tahtında oturduğu bir sırada buluştuğunu ve konuştuğunu ifşâ etmiş; önünde açılmış bir bayrak bulunan ve "Hatemiyyet"i nûr üstüne nûr olan bu zâtın, bu görüşme esnâsında kendisine büyük bir sevgi ve alâka gösterdiğini beyan buyurmuştur:
"Fevkalâde bir sevgiyle üzerime düşüp, bana büyük bir sevgi gösterdi ve şöyle dedi:
'Ben gizli bir örtüyle geleceğim, hiç şüphe yok ki 'Hatm' benim! Benden sonra velî de yoktur, benim ahdimi taşıyabilecek kimse de yoktur. Benim yok olup gitmemle, süregelen zaman da yok olur; baştakilerle sondakiler birbirine kavuşur!'" ("Ankâ'-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ' ve Şemsü'l-Mağrib", s. 16)
Bu beyanlarından da anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmazdan evvel onun "Nûr"unu yarattığı gibi, Hâtemü'l-velî'nin "Nûr"unu da Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmazdan evvel halketmiştir. Hâtemü'l-velî kaç asır sonra geleceği halde o zaman vâr idi ki, Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri onunla görüştü ve konuştu!..
Nitekim Hazret "Fusûsu'l-Hikem" adlı eserinde:
"Velîlerin sonuncusu olan Hâtemü'l-evliyâ' da, Âdem su ile toprak arasında iken velî idi." buyuruyor.("Fusûsu'l-Hikem ve Husûsu'l-Kelim", s. 64)
İşte bunun delili de budur.
Hâtemü'l-evliyâ' olan zâtın "Benim ahdimi taşıyacak bir kimse yoktur!" sözünün mânâsı; ondan sonra velî olmadığı gibi, emânât-ı İlâhî'yi de ona yüklemiş, ondan başkası bu yükü taşıyamaz. O'nun ahdini taşıyan, onun yerine gelecek bir fert de yoktur. O'na ihsân ve ikrâm edileni başkasına yüklememiştir, ona verilen başkasına verilmemiştir. Başkasına verilmediği için, bu soy ve bu ahlâktan gelecek kimse olmadığı ve böyle bir zaman da bulunmadığı için, onun yerine gelecek herhangi bir kimse de yoktur.
O'nun "Benim yok olup gitmemle, süregelen zaman da yok olur." demesinin mânâsı ise; onu bu zamânın içinde gönderdi, böyle bir zaman da bir daha husule gelmeyecek. O'nun gitmesi ile herhangi bir kimsenin gelmesi de düşünülemez. "Şu gelecek, bu gelecek!" diye bir şey yoktur. Niçin? "Hâtem" bir tane olduğu için. Bundan sonra Hazret-i Mehdî'nin de yapacağı işler var, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'ın da yapacağı işler var, amma yapacakları işler hep bu "Velâyet"in içindedir. Neden? "Hatem" olduğu için!..
•
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhâtü'l-Mekkiyye" adlı eserinde "Hâtemü'l-velâye" ile zuhur edecek olan kimsenin, Hâtemü'l-enbiyâ' Aleyhisselâm'ın has velâyetine vâris ve onun hem soy, hem de ahlâk sülâlesine mensup bir kimse olacağını beyan buyurmuştur:
"Bu onun sülâlesinden ve neslindendir. 'Hatm' onun yalnız hissî sülâlesinden değil, onun -sallallahu aleyhi ve sellem- hem soy, hem de ahlâk sülâlesinden olacaktır." ("Fütûhâtü'l-Mekkiyye" c. 3, s. 89)
Demek ki aranan ve duyurulmak istenen iki şey var: Birisi Resulullah Aleyhisselâm'ın soyu, ikincisi onun ahlâkı. Çünkü Allah-u Teâlâ onun ahlâkının en üstün bir ahlâk olduğunu da bildirmiştir. Binâenaleyh onun emânetçisi, onun taşıyıcısı olduğu için bu isim ona da söylenir, ona atfedilen ona da atfedilir. Zîrâ o onun vekîlidir, onun "Hâtem"idir. Allah-u Teâlâ'nın Hâtemü'n-nebî'ye verdiğinin aynısı ona da intikal ettiği için, aynı ismi o da taşıyor. Niçin? "Hâtem" olduğu için!..
Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhü'l-Fusûs li'ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî" isimli eserinin son satırlarında Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'a salât-u selâmda bulunduktan sonra, onun bâtın vârisi olan Hâtemü'l-evliyâ'ya da salât-u selâm'da bulunarak şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın salâtı resullerin ve nebîlerin Hâtem'inin ve onun Hatemiyyet husûsundaki en kâmil vârisi olan Muhammedî velîlerin Hâtem'inin üzerine olsun!" ("Kitâbu Şerhi'l-Fusûs li'ş-Şeyh Mü'eyyedüddîn el-Cendî"; Şehid Ali Paşa, nr.: 1240, vr. 439b-440a)
Çünkü o iki kandili o zaman yarattı, o zaman koydu. O, onun "velâyet"ine sahiptir, ona da salât-u selâm getiriyor. Onun "velâyet"ine sahip olduğu, ona verdiği meziyeti buna da ihsân ettiği için ona da salât-u selâm vâcibtir; "Ona yaptığını buna da yap!" mânâsına geliyor. Buradaki murad; "Mustafâ'nın yine gelmesi"dir. Çünkü bu "kandil"in içinde onun mevcûdiyeti var.
•
Şeyhü'l-ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın makâmını, alâmetlerini ve ayırt edici husûsiyetlerini tespit etmek için yazdığı "Ankâ'-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ'" adlı kitabında buyurur ki:
"Tıpkı resul ve nebîlerin diliyle söylediği gibi, Allah kullarına Hakk'ı onun diliyle söyler." ("Ankâ'-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ' ve Şemsü'l-Mağrib", s. 73)
O tasarruf ederse, içinde O olursa; onun ağzına Allah kelâmını koyar, o da söyler, O'nun diliyle konuşur. O'nun lütfu olmadıkça mahlûktan hiçbir şey husûle gelmez!
•
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri aynı eserinde Hâtemü'l-enbiyâ' Aleyhisselâm'ın ashâbı ile Hâtemü'l-evliyâ' olan zâtın ihvânını aynı noktada birleştiren devirden de söz ederek; Sünnet-i seniyye ameli ve en ulu tecellî sâyesinde, onun ihvânının da onlarla aynı yoldan yürüyüp onların üstünlüğüne kavuşacağını beyan buyurmuş, hakiki ihvânın fazîletini açıkça ortaya koymuştur:
"'Seniyye ameli'ne ve 'En ulu tecellî'ye göre, Peygamber'in sahâbesinden herhangi bir kişiyi öne geçirmiş olan şey, sana has kılınan zamanda senin ihvânın arasında da meydana gelince; senin zamanın onların zamanıyla birleşir ve artık onların yoldaşı cümlesinden olursun!" ("Anka'-i Muğrib fi Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ'", s. 18)
Dikkat ederseniz bu beyanlarda "Ashâp"la "İhvan" mevzû ediliyor, halk mevzû edilmiyor. Onlar öyle bir hâle gelecekler ki; Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarına uyacaklar, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sine sarılacaklar ve Ashâb-ı kirâm ile aynı noktada birleşecekler. O önde, o arkada, amma burada birleşecekler. O "Ashâp", bu "İhvan"; hangisinin hayırlı olduğu belli değil! Bu öyle bir lütuftur ki, târifi mümkün değildir. Allah-u Teâlâ bütün halkı kaldırdı, bu lütfu bu iki noktada topladı!..
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde yeryüzü halkının çoğunun durumunun sapık olduğunu haber vermektedir:
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar.
Onlar sadece zanna uyarlar ve yalandan başka söz de söylemezler." (En'âm: 116)
Ne inançlarında yakîn, ne ölçülerinde hakkâniyyet, ne de kararlarında isâbet bulunur. Bütün iş ve icraatlarında nefsânî arzu ve heveslerine uyarlar, şahsî takdir ve tahminlerini hüküm yerine koyarlar!..