Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem" adlı eserinde Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın rûhî yapısına temas ederek şöyle buyurmuştur:
"Hâtemü'l-evliyâ her ne kadar unsurî olan terkîbi cihetinden bunu bilmezse de, hakikat ve mertebesi bakımından bunun hepsini bilir. Şu hâle göre Hâtemü'l-evliyâ hakikat ve derecesi itibâriyle âlim, cismânî ve unsurî benliği itibâriyle câhildir. Demek oluyor ki asıl olan varlık birbirine benzemeyen sıfatlarla vasıflanmayı kabul ettiği gibi, Hâtemü'l-evliya da birbirine zıt sıfatlar takınmayı kabul eder. Celîl ve Cemîl, Zâhir ve Bâtın, Evvel ve Âhir gibi. Halbuki o kendi nefsinin aynıdır, kendisinden başka değildir. Fakat o hem bilir, hem bilmez; hem anlar, hem anlamaz; hem görür, hem görmez."("Fusûsu'l-Hikem ve't-Ta'likat aleyhi", s. 65-66. Ebu'l-Ala Afifi'nin ta'lik ve tahkîkiyle. Beyrut, 1946)
Allah-u Teâlâ onu kendi ilmiyle münevver etmiş, her hakikati duyurmuştur; amma onun hiçbir tahsili, hiçbir bilgisi yoktur, hiçbir şey bilmez!..
Gerçekten bu zât-ı muhterem'lere Allah-u Teâlâ birçok hakikati ayrı ayrı bildirmiş. Evet, gerçekten de hiçbir bilgiye sahip değildir; bunun için "câhildir" diyorlar. Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği, duyurduğu ve gösterdiği her şeyden haberdar olduğunu bildiklerinden ötürü de "âlimdir" diyorlar. O, Allah-u Teâlâ kendisne ne ki öğrettiyse onu bilir, O'nun öğretmesi de öğretmelerin en güzelidir!
O, ona vazîfesi yönünden o ilmi öğretti, risâletleri yönünden de onlara o ilmi tâlim ettirdi. Onların o ilmi "Hiç kandili"nden alması, kendisine bir varlık gelmemesi içindir.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem" isimli eserinin başka bir noktasında Hâtemü'l-evliyâ'nın "Velâyet kandili" hakkında şöyle buyurmaktadır:
"İşte bu ilim, ilm-i billâh'ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velîlerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi Nebî ve resullerden görebilenler ancak 'Hâtemü'n-nübüvve' olan Muhammed Aleyhisselâm'ın mişkâtından görürler. Velîlerden görebilenler de ancak (onun mirasçısı olan) Hâtemü'l-velî'nin mişkâtından (kandilinden) görürler."
Ya Hâtemü'l-enbiyâ'dan görür, ya Hatemü'l-evliyâ'dan görür; Çünkü Allah-u Teâlâ bu nûru başkasına değil, bu ikisinin kandiline koymuştur!
"Hattâ peygamberler o ilmi ne zaman müşâhade etseler, ancak 'Hâtemü'l-velâye' kandilinin ışığıyla görürler. Çünkü resullük ve nebîlik keyfiyyeti sona ermiştir, velîlik ise aslâ nihâyete ermez. Kitap ile gönderilen peygamberler aynı zamanda velîlerden de olduklarından, bahsettiğimiz ilmi ancak Hâtemü'l-evliyâ mişkâtından alırlar. Şu hâle göre onlardan aşağı mertebede bulunan velîler nasıl olur da o kaynaktan almazlar?" ("Fusûsu'l-Hikem ve't-Ta'likat aleyhi", s. 62-63, bas.: Beyrut, 1946)
Allah-u Teâlâ öyle murâd etmiş, öyle koymuştur. Bunlar hep murâd-ı İlâhî'dir; hangi kandile nasıl akıtmışsa, nasıl tecellî etmişse öyle olur.
Bu noktada mühim bir hususu arzedelim:
Peygamberân-ı İzâm Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın her biri kendi zamanlarında birer vazîfe ile geldiler, ayrı birer tecelliyâtla gönderildiler. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zuhûr edince peygamberliklerinin hükmü bitti, durumları velâyete düştü. Şu kadar var ki, onlar Mahşer'e yine peygamber olarak çıkacaklar. Bütün vazîfe Resulullah Aleyhisselâm'da tecellî ettiği için onların vazîfesinin hükmü kalmadı, hepsinin ayrı ayrı gördükleri vazîfe onda toplanmış oldu. O Semâvî kitaplar da Kur'an-ı kerim'e dercedilmiş oldu.
Bunun gibi, nasıl ki onların durumları velâyete düştüyse; Hâtemü'l-velî çıkınca, ikinci "Kandil" zuhûr edince de; her birinin tecelliyâtları ve vazîfeleri ayrı ayrı olan diğer velilerin hükmü bitmiş oldu, velâyetleri isimde kaldı. Onlar yine de velîdir. Velîdir amma hükümleri yoktur. Şimdi bütün vazîfe "Hâtemü'l-velî"de tecellî ettiği için onların vazifesinin hükmü kalmadı, hepsinin ayrı ayrı gördükleri vazîfe onda toplandı; diğer Peygamberân-ı İzâm Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın vazîfelerinin "Hâtemü'n-nübüvve"de toplanması gibi oldu.
Ondan sonra artık velî gelmeyecek. Çünkü o, o işi bitirdi. Ne gelecek? Nübüvvetiyle Hazret-i Mehdî, risâletiyle Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek. Bu merdiven "Velâyet", "Nübüvvet" ve "Risâlet"le bitiyor!
Allah-u Teâlâ her bir kimseye ayrı ayrı tecellî eder ve fakat Azâmet'ini bir yerde toplar. Onlarda ayrı ayrı tecellî etmiş, "Hâtem"de ise murâd ettiği gibi tecellî etmiştir.
Nitekim yeri gelmişken arz edelim: Rize'den Ali Özkurt kardeşimiz anlattı, ilk intisab ettiği günlerde gördüğü bir rüyâsında Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri ile mülâkî olmuş, ona: "Yâ Seyyid! Ben Ömer Efendi'ye intisâb ettim!" demiş; Hazret ise: "Çok iyi yapmışsın! Birimiz hepimiz, hepimiz birimizdir; o zât-ı muhterem ise hepimize bedeldir!" buyurmuş. O'nun "Hepimize bedeldir!" dediği yer işte burasıdır. Niçin? "Hâtem" olduğu için. Çünkü şimdi vazîfe başında o var, "Hepimizin vazîfesini o görüyor!" diyor.
Bunların hepsi İlâhî irâde ile oluyor...
Bunlar neden benimseniyor?
Nefis benimsiyor!.. Fakat Allah-u Teâlâ ona fırsat vermediği zaman, kişi kendi aslını bilir ve yürür, her zaman Allah-u Teâlâ'ya sığınır; "Allah'ım! Bu pisliğin, bu şeytanın tehlikesinden Sana sığınırım, yegâne sığınağım Sen'sin!" diye niyâz eder. İşte o zaman o, O'nun himâyesi altında yürür. Bunun gizli noktası da budur.
İşte gizli kalan işlerin içyüzü!.. Bunlar halka anlatılmaz, anlatılsa da hiç kimse anlamaz...