Altı yüz on yedi yıl önce, 10 Ağustos 1389 târihinde Osmanlı Devleti ile birleşik haçlı devletleri arasında meydana gelen Birinci Kosova Meydan Muhârebesi, Türk târihinin en önemli dönüm noktalarından birisidir.
Kâfirlerin küfrüyle kararmış olan beldelerde İslâm'ın nûrunu ve adâletini yayan, "İ'lâ-yı Kelimetu'llâh" uğrunda küffâra kılıç vuran gâzîler; Rumeli beldesinin İslâm'laşmasını, küffârın yuvası ve barınağı olan Avrupa ikliminin açılmasını, şanlı İslâm sancağının ve ay-yıldızlı Türk bayrağının kâfir ilinde dalgalanmasını bu savaş sâyesinde mümkün kılmışlardı.
Osmanlı tahtının şanlı vârisi, mücâhid ve gâzîlerin reisi, cihân hükümdarlarının efendisi olan Sultân Murâd Hüdâvendigâr Hân Hazretleri, Müslüman Türkler'in Rumeli'nde ilerleyişini durdurmaya niyetlenen kâfirler gürûhu ile cihâd etmek üzere Kosova'ya doğru yola çıkmıştı. Ne zaman ki Filibe önlerine vardı, Kral Lâzar'ın içine bir ateş düşüp; "Arslanı uyarup, uyur yılanun kuyruğun basup, kurda taş atup belâyı başıma satun aldum!" diyerek dövünmeye başladı.(1) Kuyruğu fenâ hâlde sıkışan Kral Lâzar'ın İslâm'a karşı bir "Küffâr birliği" kurmaktan başka çâresi kalmamıştı; hemen etrâfındaki diğer kâfirlere haber gönderip: "Eğer baña mu'âvenet (yardım) itmezseñüz, Türk ne beni ve ne sizi kor!" diyerek onları kışkırttı.(2)
Bu haber üzerine; Türk kılıcıyla kırılmaktan usanmış, Osmanlı topuzuna yem olmaktan canı yanmış ne kadar kâfir beyi varsa hepsi Kosova meydanına koşuştu; ne yapacaklarını bilmeyen bu kâfir başları hemen müşâvereye tutuştu. Kral Lâzar etrâfındaki kâfirlere: "Türk'le n'itmek gerek?" diye sordu;(3) kâfirlerin "kimi 'Uğraşalum!', kimi 'Barışalum!'" diyerek, kimi: "Üzerine varalum!" kimi; "Bunda turalum!"diyerek fikrini ortaya koydu.(4) İçlerinden akıllı biri, oyalanmamaları için söze müdâhale etti; "Türk'ün eğlendükçe şevketi ziyâde olur, bizüm 'askerimüz turdukça eksilür. Ve hem Türk hîle ehlidür, cenk kolayın gâyet eyi bilür!" dedi.(5) Bu fikri doğru bulan kâfirler Türk tarafının nabzını ölçmek istediler, hemen Osmanlı otağına bir elçi gönderdiler.
Gâzî Hüdâvendigâr Hân ordusuyla ilerleye ilerleye "Kratova" denilen bölgeye gelmişti ki, Kral Lâzar o güne dek sanki hiç "İslâm kılıcun görmemiş", hiç Osmanlı tokadı yememiş gibi, yiğitlik taslamak kastıyla Hünkâr'a bir mektup gönderdi; ilettiği elçi vâsıtasıyla: "Eğer er ise gelsün, uğraşalum ve eğer gelmezse hazır olsun, ben varırum!" kâbilinden ipe-sapa gelmez sözler sarfetti.(6) Hünkâr ise karşısına geçip de bu haberi okumaya cür'et eden "ilçiye gazâb idüb"; "Eğer ilçiye ölüm olsaydı, fi'l-hâl seni depelerdüm!" buyurdu;(7) ardından Kral Lâzar'a bu küstahlığına karşı: "Kimse pençesün yemiyen kendü pençesini demürden sanur! Ve kedi karâñu evde kendüyü arslan tevehhüm ider. İnşâ'allah âña Türk erliğin gösterem!" diyerek meydan okudu.(8)
Sonra Hünkâr hemen arkasındaki askerlere işâret etti, Türk erlerini karşısında görünce bu "kâfirüñ yüreği yağı eriyüb" korkusundan hazan yaprağı gibi "ditredi."(9) Buna rağmen yığdıkları kuru kalabalığı hatırlayınca tekrar kendini toparlayıp: "Ey şah! E gerçi baña bu şekilde 'asker arz itdün, amma bizüm 'askerümüz oñ sizün 'askerüñüzce vardur. Evvel beş yüz biñ silâhlı, geyimlü ve geçimlü, göm-gök demürden erimüz vardur. Her bir erimüz biñ Türk'e tıpdur!" diye hezeyanlar savurdu.(9) Hünkâr elçinin bu sözü karşısında birdenbire gazâba gelip; "Ey necis mel'un, cehennem iti pelid! Eğer cihânuñ 'askeri dahî sizinle olsa; Allah 'inâyetiyle, Muhammed mu'cizâtıyle cümlesinüñ kanını toprağa karup, ânları karga gibi ayıklayup, biñini bir kezden kırup kendünüñ bâşın keserüm!" buyurdu ve elçiyi derhâl huzûrundan kovdu.(10)
Hazret-i Hüdâvendigâr bir ara "oğlı Bâyezid'le bir yüksek yire çıkub" kâfir ordusunun ne kadar olduğunu görmeye çalıştı.(11) Baktı ki, "başdan başa bir ovayı 'asker kaplamış, 'askerden yir yüzi görünmez."(12) Hünkâr küffârın yığdığı uçsuz-bucaksız kalabalığın kendi ordusundan kat be kat fazla olduğunu görünce derin bir iç çekip; "Bu mel'un ne çok 'asker cem' eylemiş!" dedi,(13) "Hakk Te'âlâ'ya" yalvarıp: "İlâhî! Nûr-i Muhammed Resûli'llâh hürmetiyçün bu mü'minlere sen 'inâyet (yardım) kıl, beni mü'minlerüñ helâkine sebeb kılma!" diye duâ etti.(14)
Kâfir ordusunun sayıca çok çok fazla olması Gâzî Hüdâvendigâr'ı başka başka tedbirler almaya sevketti; atların develerden ürktüğünü bilen Hünkâr, ordunun önüne develeri siper tutup küffârı püskürtme fikrine meyletti. Plânını açıklamak üzere şehzâdelerini ve vezirlerini biraraya toplayan Sultan, ilk suâli "ulu oğlı Sultân Bâyezîd"e sordu, "'Bu bâbda sen ne dirsin?' deyû hitâb" buyurdu.(15) Şehzâde Bâyezîd babasının fikrini usûlünce reddetti; "Nice yıldur ki kâfirle cenk iderüz, hiç öñümüze deve tutmaduk, şimdi dahî tutmazız! Eger Hakk Te'âlâ'dan 'inâyet olursa, yalıñuz ben kuluñ bu kâfirüñ işin tamâm iderem!"dedi.(16)
Ardından "dönüb 'Alî Paşa'ya hitâb itdi", o ise karşısında yığılan kâfirler gürûhuna bakıp, "'Adedinden aslâ teşvişimüz yokdur!" dedi;(17) sür'atle uçan bir şâhin sürüsünün "ördek-ü kaz" yığınından aslâ "pervâ"etmeyeceğini söyledi.(18) "Allah'ın izniyle nice az topluluk çok topluluğu yenmiştir!"(19) Âyet-i kerîme'sini okuyup hünkârın gönlünü teskin etti; "Kâfirüñ azını çoğundan kayurmak revâ değildür!" dedi.(20)
Sonra Gâzî Hüdâvendigâr Han "Evrenos Beg'i söyledüb, ânuñ dahî re'yün imtihân itdi, ol dahî" aynen Şehzâde Bâyezîd gibi Hünkâr'a "hatâsını beyân idüb"; küffârın "topuna-tüfegine, okuna ve zenberegine karşu etden hisâr" kurmanın,(21) böyle bir yöntemle "topuna-tüfegine göğüs gerüb turma"nın bir fayda sağlamayacağını belirtti.(22)
Böylece Sultân Murad Hân'ın bütün vezîrleri ve beyleri Şehzâde Bâyezid'e muvâfakat ettiler, küffârın "öñüne sedd itmegi ittifâk"la reddettiler.(23) Şehzâdesinin ve vezîrlerinin sözünü can kulağıyla dinleyen Sultân Murâd Hân, söylenenleri kabûl edip: "Gâzîler bir kezden tekbîr idüb küffâra hücûm ideler!" diye emretti,(24) sonra oradakilere dönerek; "Bu gazâda ya taht ola, ya baht ola ve tûl (uzun) ömrümde bunca gazâlar ki itdüm, gayrı bu gazâda şehîd olub eyü adla 'âlemden göçem ve her diriligüñ âhiri ölmek oldukdan soñra ne teşvîş çekmek gerek?" deyip otağında istirahate çekildi.(25)
(1-2) Mehmed Neşrî, "Kitâb-ı Cihân-nümâ", c. 1, s. 260. Haz.: F. R. Unat - M. A. Köymen. TTK Yayını - Ankara, 1949. (3) İbn-i Kemâl, "Tevârîh-i l-i 'Osmân", III. Defter, Millet Ktp. Ali Emîrî, Tarih, nr.: 30, vr. 94a. (3) Neşrî, a.g.e., c. 1, s. 260-262. (4-5) Neşrî, a.g.e., c. 1, s. 262. (6-9) Neşrî, a.g.e., c. 1, s. 268. (10) Neşrî, a.g.e., c. 1, s. 268- 270. (11-14) Neşrî, a.g.e., c. 1, s. 278. (15) İbn-i Kemâl, a.g.e., vr. 110b. (16) Neşrî, a.g.e., c. 1, s. 280. (17-18) İbn-i Kemâl, a.g.e., vr. 111a. (19) Kur'ân-ı Kerîm, Bakara [2]: 250. (20) Neşrî, a.g.e., c. 1, s. 280; İbn-i Kemâl, a.g.e., vr. 111a. (21) İbn-i Kemâl, a.g.e., vr. 111a. (22-23) İbn-i Kemâl, a.g.e., vr. 111b. (24-25)