Şeyhü'l-ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhâtü'l-Mekkiyye" isimli eserinde, Hâtemü'l-evliyâ'nın soylu bir Arap âilesine mensup olacağını; kendisinin, yaşadığı devirde henüz cismen zuhûr etmemiş olan bu zâtla karşılaştığını, Allah'ın ondaki alâmetini ve başkalarından gizlemiş olduğu Velâyet'ini kendisine bildirdiğini beyan etmiş; ondaki ilâhî ilmi süflî birtakım kimselerin inkâra kalkışacağını haber vermiştir:
"Hatmü'l-velâyeti'l-Muhammediyye, bu Arab'ın en keremli aslından ve neslinden olan bir şahsındır. O bizim zamanımızda, bugün dahî mevcuttu. Ben beş yüz doksan beş senesinde onunla tanıştım ve Hakk kendisinin, kullarının gözlerinden gizlediği ondaki alâmetini bana gösterip, Fas şehrinde onu bana keşfettirdi. Hatta ben ondaki 'Hâtemü'l-velâye'yi dahî gördüm. İnsanların çoğu aynı zamanda onun, mutlak bir biçimde 'Hâtemü'n-nübüvve' olduğunu da bilmez.
Nitekim Allah onun sırrında, kendisini bilmekten yana Hakk'ın kendisinde gerçekleştiği şey husûsunda ona inkâr ehlini mübtelâ kılar. Şer'î nübüvveti Allah nasıl ki Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-le hatmetmişse; Allah diğer peygamberlerden tahsil edilemeyen, ancak Muhammedî vârislerin tahsil edebildiği velâyet-i Muhammedî'nin Hatm'iyle de öylece hatmedecektir.
İşte bu Hatmü'l-Muhammedî'den sonra, velîlerden İbrâhim, Musâ ve İsâ'ya vâris kimseler bulunabilir; ondan sonra, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e vâris olan bir velî ise bulunmaz. İşte Hâtemü'l-velâyeti'l-Muhammediyye'nin mânâsı budur." ("Fütûhâtü'l-Mekkiyye fî Esrâri'l-Mâlikiyye ve'l-Mülkiyye", c. 3 s. 87-88 Bas.: Beyrut 1994)
Bu beyanlarındaki en ince sır şu sözdedir:
"İnsanların çoğu aynı zamanda onun, mutlak bir biçimde 'Hâtemü'n-nübüvve' olduğunu da bilmez." ("Fütûhâtü'l-Mekkiyye", c. 3, s. 87)
Bu zât-ı muhterem çok mühim bir noktaya parmak basmış, halkın bunu bilemeyeceğini söylüyor. Burası çok sırlı!..
Resulullah Aleyhisselâm "Hâtemü'l-enbiyâ"dır; Allah-u Teâlâ'nın Nûr'u, âlemlerin gurur ve sürûrudur. Lâkin "Hâtemü'n-nübüvve"nin velâyeti ona intikal ettiği için, "Hâtemü'n-nübüvve"nin emânetini taşıdığı için, Hâtemü'l-velî'nin nûru ayrı yaratıldığı için bir nevî "Hâtemü'n-nübüvve" olmuş oluyor. "Hâtem"in asıl mânâsı budur. Çünkü doğrudan doğruya ondan intikal etmiştir, onun "Vekîl"idir. Kaynak birdir; bu şahsa âit değildir, O'na aittir.
Allah-u Teâlâ Hâtemü'l-enbiyâ'ya ne ki lütfetmişse "Velâyet"inde lütfetmiştir, "Velâyet" de onun bâtınıdır, verilen ona veriliyor. Ona verilen ona intikâl edince; zâten onundur, yine ona intikâl etmiş oluyor. Biraz evvel onundu, biraz sonra da onun oldu. Yani biraz evvel bu babanındı, biraz sonra evlâda geçti, o kadar!..
Şu kadar var ki, baba çok itibarlı olduğu için kalan şey de çok itibarlıdır!
Allah-u Teâlâ'nın lütuflarını akıl almaz. Bu O'nun ihsanından başka bir şey değildir. O öyle murad etmiştir, mahlûka ait hiçbir şey yoktur.
Muhammed Aleyhisselâm değil, Muhammed Aleyhisselâm'ın vekâletinin taşıyıcısı ve emnânetçisi, o hazînenin hazînedarı!..
Nitekim Yâkub Hân Kaşgârî -kuddise sırruh- Hazretleri "Tavzîhu'l-Beyân" adlı eserinde buyurur ki:
"Şahsî unsûrî velâyeti yönünden Hâtemü'r-rüsul'ün, onun mutlak veya has velâyetinin hakîkatine mazhar olması yönünden Hâtemü'l-velâye'ye olan nisbeti, nebîlerin ve resullerin kendisine olan nisbetine denktir. Yâni onlar velâyetlerini nasıl ki Hâtemü'l-velâye mişkâtından almışlarsa; Hâtemü'r-rüsul de aynı şekilde, sana târif ettiğim gibi; kendisini şümullü olan hakikatine nisbetle öne geçiren, kendi mişkâtının aslı olan onun mişkâtından alır. Çünkü o, onun bâtınıdır. Kendisine istimdâd edilen hakîkatlerden bir hakîkat değil, hepsi için istimdâd edicidir. Bu ise 'Ta'ayyün-i evvel'; yâni 'İlk açığa çıkan şey'dir. Hazîneci hazîneye tâyin edildiği gibi, bu mertebeye tâyin edildiği için; bu mişkât Hâtemü'l-velâye'ye nisbet edilir. Lâkin sultan, tâyin ettiği bir hazîneciye bağladığı hazînesinden almak istediği bir şeyi almayı dileyince, hazînecinin sultandan üstün olması gerekmez." ("Tavzîhu'l-Beyân", İzmirli İsmâil Hakkı, nr.: 3788 s. 69)
Bâlî-i Sofyavî -kuddise sırruh- Hazretleri ise "Fusûsu'l-Hikem Şerhi"nde Hâtemü'l-evliyâ'yı; "Zâtiyyet hazînelerinin anahtarlarını elinde bulunduran zât" olarak vasıflandırmıştır. ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem li'l-Bâlî", s. 39)
Bu söz "Allah-u Teâlâ'ya âit olan gizli sırları ifşâ eden" mânâsına gelir.
Şeyhü'l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ" isimli eserinin başka bir noktasında; Hâtemü'l-evliyâ'nın kıyamet günündeki öncülüğünün mâhiyetini ve mahşerde müşâhade edilecek olan muhteşem ahvâlini, kâmil ve mükemmel üslûbuyla tasvir ederek şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet koptuğu gün Hatm'in cemaatin öncüsü olması sahîh olunca, onun iki haşrı bulunduğu ve iki Hatm'in sâhibi olduğu sâbit olur. Haşrı husûsunda, kabahat sâhipliği de kendisine iştirâk eder. Şu hâle göre Hatm, hatemiyyet'i ile eşsiz ve benzersizken, Melikî rütbeyle nefsine arınmayı tahakkuk ettiren rûhâniyyeti üzerine gâlip geldiği nispette de, insanlığı husûsunda kabahat sâhibidir. Bize göre bu makamda savunma ve çekişme olmaz. O kendisindeki noksanlıkların izâlesine güç yetirebildiği nisbette; iki, üç ve dört ashâbıyla berâber olup, ruhlar için bir emniyet olur. Kabahat ismi onun için başka bir şekle dönüştürülür; amma bu sâyede dahî ondan sıyrılıp çıkmaz ve dolayısıyla da o yine kabahatsiz olmaz.
Biz onu 'Hâtem' diye adlandırdık ve ayrıca onun velîler üzerinde hükmedeceğini de ortaya koyduk. Çünkü o kıyamet gününde, cismânî temsiliyle bir 'Hâtem' olarak, sâğ elinde apaçık bir 'Melik'lik' mahâlli; rûhânî menziliyle bir 'Hâtem' olarak da, sol elinde gizli bir 'İmam'lık' mahâlli bulunduğu hâlde gelir. Sağındakini 'Ta'ayyün ehli' zümresinde neşreder, solundakini 'Temkîn ehli' ile beraberken neşreder. İki ilmin tahsîsine erdirilir ve iki isimle (kendisine) hitap edilir. Başlangıç hususunda reislik ve Âhir velâyet'te öncülük de ona verilir.
Ey öz anlayış sâhibi! Bu sırları, bu nûrların ışığıyla genişleterek iyi anla..." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ", s.18-19, bas.: Mısır, 1954)
Çok mühim bir ifşaat!.. O hem öne geçirilmiştir, hem geriye bırakılmıştır; hem temizlenmiştir, hem kirlenmiştir. Bunlar iç hallerdir!
Bu husustan Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri başka bir noktada şöyle bahsetmiştir:
"Binâenaleyh o (Hâtemü'l-evliyâ) bir cihetten enzel (geri) olur, bir cihetten a'lâ (yüksek) olur." ("Fusûsu'l-Hikem ve't-Ta'lîkât 'aleyhi", s. 63 bas.: Beyrut, 1946)
Lûtf-u ilâhî'den başka hiçbir şey değil!.. Çünkü o hiç bilmezken "Hâtem" oldu, onların hiçbir tanesine lâyık değil amma, Cenâb-ı Hakk ona bunu verdi!..