Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir. Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O hem Evvel'dir, hem Âhir'dir, hem Zâhir'dir, hem Bâtın'dır. O her şeyi bilendir." (Hadid: 3)
Evvel'dir. Öyle bir evvel ki, yalnız kendi kendisini bilir.
Âhir'dir. Öyle bir âhir ki, yalnız kendi kendisini bilir.
Zâhir'dir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O'nun Zâhir ism-i şerif'i ile ortaya çıkmışlardır. Her yarattığı şeyde ulûhiyyet sırları ve hikmetleri vardır. Amma yalnız kendisi bilir.
Bitkiye bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş meydana çıkarmış, insana bir şekil vermiş meydana çıkarmış. Her meydana çıkan varlık O'nunla meydana çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. Kâinat da böyledir. Yani bir otla, bir çiçekle, bir insanla bir kâinat Hazret-i Allah'ın yanında aynıdır, değişmez.
Bâtın'dır, ulûhiyet sırları kâinatın her zerresinde gizlidir, yine bâtını da kendisi bilir.
Âlemleri yaratan Hazret-i Allah'tır. İlâhi nizamını kurmuş, her yarattığına; güneşe, aya, gündüze, geceye, dağlara, denizlere, hülâsa bütün âlemlere bir nizam vermiştir.
Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak da O'na muhtaç, su da O'na muhtaç.
"De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed'dir, her şey O'na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir." (İhlâs: 1-2)
Bir meyveyi düşünün. Bütün insanlar cinler bir araya gelseler; bir elma, bir nar, bir portakal, veyahut bir buğday, bir arpa tanesi yaratabilirler mi? Hayır! İşte Hazret-i Allah budur.
Allah-u Teâlâ'nın yeryüzünde meydana getirdiği, sayılamayacak kadar çok olan ihtiyaç giderici şeyleri bir düşün!
"Şüphesiz ki bütün bunlarda inanan bir topluluk için ibretler vardır." (En'âm: 99)
•
Beden ilmi hakkında hülâsa olarak bilgi vermekten maksadımız, bu hususta araştırma yapmak değil; bedeni yaratan, uzuvlarla donatan Allah-u Teâlâ'nın yüce kudretini hatırlatmak, O'nun azametini gözler önüne sermektir.
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin: 4)
Âyet-i kerime'de geçen "Takvim" kelimesi; kıymet biçmek, kıymetlendirmek mânâlarına gelir. "Ahsen-i takvim" ise, büyük bir biçimlendirmenin en güzeli demek olur. Bu da, maddi ve mânevî her türlü güzelliği içine alır.
Bedenin yaratılışında o kadar ince hikmetler, göz alıcı güzellikler, hayrete düşürücü sanatlar vardır ki, saymakla bitmez.
"Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak 'Ol!' dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." (Nahl: 40)
Engin merhamet sahibi Allah-u Teâlâ "Ahsen-i tavim" olarak yarattığı ve nimetlere gark ettiği biz kullarından, emir ve hükümlerine uymamızı, ibadet ve taatlerimizi yerine getirmemizi istemektedir. Fakat bizler; öyle bir devirdeyiz ki, dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor. Allah-u Teâlâ'nın bunca ihsanları karşısında bunca isyan! Helâk olan eski kavimler bollukta iken, sefahat içinde iken belâ ve âfâtlara uğramışlardır. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcut. Onun için böyle bir devir gelmiş değil.
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız." (İsrâ: 58)
"Biz o gün onları (Ye'cüc ve Me'cüc'ü) bırakırız, dalgalar halinde birbirine girerler." (Kehf: 99)
Bu emr-i ilâhî'leri göz önünde bulundurarak, biran evvel Hazret-i Allah'a sığınmalıyız.
•
Bu ay içerisinde başlayacak olan "Üç aylar"ınızı ve idrak edilecek "Regaib Kandili"nizi tebrik eder, tüm İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını Allah-u Teâlâ'dan niyaz eyleriz.
•
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Öyle bir devirdeyiz ki, dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor. Allah-u Teâlâ'nın bunca ihsanları karşısında bunca isyan! Helâk olan eski kavimler bollukta iken, sefahat içinde iken belâ ve âfâtlara uğramışlardır. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcut.
Onun için böyle bir devir gelmiş değil.
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız." (İsrâ: 58)
"Biz o gün onları (Ye'cüc ve Me'cüc'ü) bırakırız, dalgalar halinde birbirine girerler." (Kehf: 99)
Yaratmak; olmayanı, bilinmeyeni ortaya koymak, hiç yoktan var etmektir. Bu da yalnız Hazret-i Allah'a mahsustur.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icat ile numunesiz olarak yaratan O'dur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir." (Zümer: 62)
Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde terkip eder. Yarattığı şeylerde güzelliğinin kemâlini gösterir.
"Allah ne dilerse yaratır." (Âl-i imrân: 47)
Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz, benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O'dur.
İnsanların yaptığı, sadece O'nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların sırlarını keşfetmekten ibarettir.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya koysalar bir tek incir çekirdeğini, bir buğday tanesini yapabilirler mi? Veyahut bir sivrisineği, bir tek kılı yoktan var edip onlara can verebilirler mi? Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat acze düşüyor. Şu halde yaratıcı yalnız Hazret-i Allah'tır.
O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir. Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O hem Evvel'dir, hem Âhir'dir, hem Zâhir'dir, hem Bâtın'dır. O her şeyi bilendir." (Hadîd: 3)
Evvel'dir. Öyle bir Evvel ki, yalnız kendi kendisini bilir.
Âhir'dir. Öyle bir Âhir ki, yalnız kendi kendisini bilir.
Zâhir'dir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O'nun Zâhir İsm-i şerif'i ile ortaya çıkmışlardır. Her yarattığı şeyde ulûhiyyet sırları ve hikmetleri vardır. Amma yalnız kendisi bilir.
Bitkiye bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş meydana çıkarmış, insana bir şekil vermiş meydana çıkarmış. Her meydana çıkan varlık O'nunla meydana çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. Kâinat da böyledir. Yani bir otla, bir çiçekle, bir insanla bir kâinat Hazret-i Allah'ın yanında aynıdır, değişmez.
Bâtın'dır; ulûhiyet sırları kâinatın her zerresinde gizlidir, yine bâtını da kendisi bilir.
Âlemleri yaratan Hazret-i Allah'tır. İlâhi nizamını kurmuş, her yarattığına; güneşe, aya, gündüze, geceye, dağlara, denizlere, hülâsa bütün âlemlere bir nizam vermiştir.
Farz-ı muhal ki; bir meyve olgunlaşabilmesi için toprağa, suya, havaya ve güneşe muhtaçtır.
Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak da O'na muhtaç, su da O'na muhtaç.
Bir meyve tekâmül edebilmesi için havaya ve güneşe muhtaçtır. Hava da O'nun emrinde, güneş de O'nun emrinde. Her şey O'na muhtaç olduğu gibi, güneş de O'na muhtaç. Her şey O'nun yed-i kudretinde ve O'nun emrindedir.
Hülâsa olarak; cemâdatı, nebâtatı, hayvanatı, insanları, melekleri hep O yaratıyor, hepsi de O'na muhtaç. O yaratıyor, O tekâmül ettiriyor, O öldürüyor... Hep O...
Allah-u Teâlâ İhlâs sûre-i şerif'inde buyurur ki:
"De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed'dir, her şey O'na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir." (İhlâs: 1-2)
Bir meyveyi düşünün! Bütün insanlar cinler bir araya gelseler; bir elma, bir nar, bir portakal veyahut bir buğday, bir arpa tanesi yaratabilirler mi? Hayır! İşte Hazret-i Allah budur.
Hadi sen de bir tanesini yap! Fakat yapamazsın! Çünkü insan âcizdir, mahlûktur. Bakınız daha bir tek meyvenin karşısında kâinat acze düşüyor. Bir tek arpanın karşısında kâinat bakar, fakat kör bakar. Yaratıcısını onda görmez.
Mevye dalına güvenir, dal ise ağacına, ağaç ise köküne, kök ise toprağa güvenir. Meyve olması için de ayrıca suya, havaya, güneşe, aya... ihtiyaç vardır. Dalı kessen meyve yok olur, kökünü çıkarsan ağaç yok olur.
Aslında her şey Hakk'a muhtaçtır.
Meselâ toprağı ele alalım: İnsanı ondan yarattı, yiyeceğini de ondan yarattı. Kokuları ayrı, renkleri ayrı, tadları ayrı ayrı olan bütün bitkiler toprakta bitiyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler." (Yâsin: 33)
Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.
Toprakta ne var? Hiçbir şey yok. Ne varsa yalnız O'nun emrinde, O'nun hükmünde, O'nun takdirinde var.
"İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38)
Kör bir tabiatın eseri değildir. Onlara "Öyle ol!" buyurmuş, öyle oluyorlar.
•
"Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz!
Kudreti karşısında en güçlü kimselerin âciz kaldığı Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz!"
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde vahdaniyetini, azamet ve hâkimiyetini insanların ibret nazarlarına arzediyor, bütün beşeriyeti tefekküre ve insafa dâvet buyuruyor:
"Allah mı hayırlıdır, yoksa ortak koştukları şeyler mi? Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için su indirip onunla bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz nice bahçeler meydana getiren mi?
Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? Hayır, onlar Hakk'tan ayrılan bir güruhtur." (Neml: 59-60)
Göz göre göre Hakk'tan sapıyorlar, bu apaçık delil ve işaretleri göz önünde bulundurmuyorlar. Aynı sudan güzellikleri ile birlikte, değişik renk, tat ve şekillere sahip olan bitkilerin başkası tarafından yaratılmasının imkânsız olduğunu düşünemiyorlar.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Hayır! Onların kalpleri bundan habersizdir. Onların bunun dışında da bir takım işleri vardır, bu işleri yapar dururlar." (Müminûn: 63)
Hem inkâr ettiler, hem de kötü işler yaptılar.
Allah-u Teâlâ'nın yeryüzünde meydana getirdiği, sayılamayacak kadar çok olan ihtiyaç giderici şeyleri bir düşün!
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Şüphesiz ki bütün bunlarda inanan bir topluluk için ibretler vardır." (En'âm: 99)
Cinsleri, renkleri, tadları, şekilleri farklı olarak bu meyvelerin ve ekinlerin yaratılmasında Allah-u Teâlâ'nın varlığına ve vahdaniyetine inanan insanlar için, O'nun kudretini ve azametini gösteren kesin deliller bulunmaktadır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bunlar Allah'a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona ibret vermek içindir." (Kâf: 8)
Bütün bunların böyle yapılması, Rabb'ine gönül verecek olan her kulun basiretini açmak için ibret verici birer delildir.
İnsanın Yaratıcı'sını bulması zor değildir. Düşünen bir insana bazen bir çiçek, hatta bazen de bir zerre Rabb'ini göstermeye yeter.
Beden ilmi hakkında hülâsa olarak bilgi vermekten maksadımız, bu hususta araştırma yapmak değil; bedeni yaratan, uzuvlarla donatan Allah-u Teâlâ'nın yüce kudretini hatırlatmak, O'nun azametini gözler önüne sermektir.
Allah-u Teâlâ gören göze, duyan kulağa, anlayan gönüle ibret olsun, yüceliğine ve yaratıcılığındaki eşsizliğe bir delil olsun diye insanı varlık âlemine çıkarmış; insanoğluna verdiği değeri, ikram edip şereflendirdiğini, onu en güzel bir şekilde ve mükemmellikte yarattığını Âyet-i kerime'sinde haber vermiştir:
"Andolsun ki biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." (İsrâ: 70)
İnsan niçin mükerremdir? Allah-u Teâlâ yarattığı için, içini ve dışını donattığı için, içinde O olduğu için mükerremdir. Binaenaleyh bu mükerrem olan insanın her organı da mükerremdir, kişiye âit değildir.
Bütün dünya senin olsa bir beden satın alabilir misin? Bir tek organı yapabilir misin? Yaratan O, yaşatan O...
Allah-u Teâlâ'nın yarattığı en değerli varlık insandır. Göklerde ve yerde bulunan her şey insan için yaratılmıştır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Görmediniz mi, göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah size boyun eğdirmiştir." (Lokman: 20)
İnsanın ruhu ilâhî nefhanın tezahürü, bedeni ise Allah-u Teâlâ'nın kudretinin surette tecellî eden eseridir.
Allah-u Teâlâ dünya mülkünde ona halifelik gibi üstün meziyet vermiştir. Ona lutfettiği yüksek kabiliyetler sayesinde, bütün varlıklar arasında en mümtaz yerini almıştır.
İsrâ sûre-i şerif'inin 70. Âyet-i kerime'sinin devamında:
"Yaratmış olduklarımızdan çoğuna onları üstün kıldık." buyuruluyor. (İsrâ: 70)
Yeryüzündeki bütün varlıklardan üstün olma şerefini insana Allah-u Teâlâ vermiştir. Bu ancak O'nun tarafından verilen nimet ve ikramdır.
Allah-u Teâlâ Tin sûre-i şerif'inde:
"İncire ve zeytine. Sina dağına ve şu güvenilir şehre andolsun ki!" (Tin: 1-2-3)
Buyurarak, mübarek meyvelerden olan incire ve zeytine, Musa Aleyhisselâm'ın Rabb'ine münacaatta bulunduğu Tur dağına ve Muhammed Aleyhisselâm'ın doğup büyüdüğü Mekke-i mükerreme şehrine yemin etmiş, daha sonra da bu yeminlere cevap olarak şöyle buyurmuştur:
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin: 4)
Âyet-i kerime'de geçen "Takvîm" kelimesi; kıymet biçmek, kıymetlendirmek mânâlarına gelir. "Ahsen-i takvîm" ise, büyük bir biçimlendirmenin en güzeli demek olur. Bu da, maddî ve mânevî her türlü güzelliği içine alır.
Gerek bedenî ve organları bakımından, gerekse mânevî bakımdan insan en güzel biçimde yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ'nın verdiği bu kıymet, onun fevkalâde cismânî yapısında, eşi ve benzeri bulunmayan aklî durumunda ve ruhî bünyesinde apaçık görülmektedir.
Mühim olan ise, insanın Allah-u Teâlâ tarafından verilen fazilet ve meziyetini koruması, Rabb'inin kendisine bir lütuf olarak bağışladığı eşsiz emsalsiz nimetlerine karşı O'na nankörlük etmemesi; bedeninin, organlarının, akıl ve zekâsının hikmet ve değerini bilip, her birini en güzel bir şekilde kullanmaya ihtimam göstermesidir.
Bu zâhirde mükerremliktir. Zâhirde mükerremlik olduğu gibi, bâtında da mükerremlik vardır.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir." (Lokman: 20)
Bâtındaki mükerremliğe gelince;
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak 'Ol!' dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." (Nahl: 40)
O bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. "Ol!" dediği şey kaçınılmaz olarak var olur. Yani "Ol!" diyor, oluyorsun. Ve fakat en büyük gaflet, herkes olanı görüyor da Olduran'ı görmüyor. Yani Yaratan'ını bilmiyor.
Görüyor, fakat yarattıklarını görüyor. Oysa her şeyi O yaratıyor, uzuvlarla donatıyor, her birini yerli yerine koyuyor, her birine ayrı ayrı vazifeler vermiş.
Kalbi bir düşünün, günde kaç bin defa kan pompalıyor! Damarları, sinirleri, dimağı, hafıza kuvvetini... Her şeyi yaratmış ve yeryüzüne yaymış. O yaratıyor, O yönetiyor.
Senin aslın bir damla kerih su, o ise çok değersiz bir şey! O çok değersiz bir şeyi dilediği şekilde inşâ etmiş, kendi ruhundan üflemiş. Hiç bir şey yok iken, her şeyi var etmiş. Her canlıyı yeryüzüne yaymış, imtihan için insanları bu dünya sahnesine koymuş, biraz sonra varlığını çekecek, bir avuç gübre olacaksın. Hani sen kendini çok değerli sanıyordun? Meğer bütün değerler Hazret-i Allah'a âitmiş!
Allah-u Teâlâ bedenlerin ve uzuvların yaratılışındaki hikmetlerden, faydalardan, ziynet ve meziyetlerden hiç bir kusur ve noksanlık bırakmayıp, hepsini de en mükemmel şekilde yapmıştır.
Rabbül-âlemin'in bu lütuf ve ihsanları yalnız insanlara mahsus olmayıp, bütün mükevvenatı içine almaktadır. Bunlardan her birine, lüzumlu olan her şeyi verdi. Şekillerini ve suretlerini, güzel çizgilerle ve renklerle süsledi.
Bedenin yaratılışında o kadar ince hikmetler, göz alıcı güzellikler, hayrete düşürücü sanatlar vardır ki, saymakla bitmez.
Âyet-i kerime'sinde:
"Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak 'Ol!' dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." buyuruyor. (Nahl: 40)
İnsan vücudunun yaratılışına dikkatle bakmak, Yaratıcı'yı bilmenin anahtarıdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah'ın yarattıkları hakkında tefekkür ediniz, zâtı hakkında tefekkür etmeyiniz." (Câmiu's-sağîr)
Bedenin iç ve dış yapısına bakılırsa akıllara durgunluk verecek inceliklerle karşılaşmamak imkânsızdır.
İnsanın her yaratılan şeyde Allah-u Teâlâ'nın eserlerini görmeye çalışması gerekir. Bu tefekkürler sayesinde iman tekâmül etmiş olur.
Dışta va içte olan organların her birindeki faydalardan, insanların çoğu habersizdir.
Sahip olduğu en kıymetli şeyleri dahi hiç karşılık vermeden üzerinde bulmuş olmasına rağmen, devamlı gördüğü bir çok şeylerin de farkına varamamış, ibret gözüyle bakmadığı için hayret edememiştir.
Meselâ insan vücudunda yüzlerce kemik, sinir, damar ve yüzlerce ihtiyarî hareketler tertip olunmuştur. Her birinin şekli ve sıfatı başka başkadır. Her biri bir başka hizmette, bir başka harekettedirler. Her biri bir iş için yaratılmıştır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitar: 7-8)
Allah-u Teâlâ insanı her uzvu yerli yerinde ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir ölçüde yaratmıştır. O'nun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
Senin ise bunlardan hiç haberin yok! Sen sadece el ve ayağın tutmak ve yürümek için, dilin konuşmak için kullanıldığını bilirsin. Halbuki insanın içindeki ve dışındaki bütün organlar bir iş için yaratılmışlardır. Her biri bir işle meşgul olurken sen ise tatlı tatlı uykudasın. Onlar sana hizmetten bir an bile geri durmuyorlar. Sen ise onları tanımıyorsun. Aynı zamanda onları sana hizmet ettirene de şükretmiyorsun!
"Gerçekten insan çok nankördür." (Hacc: 66)
İnsan bu hususlarda tefekkür etmiyor, sırlarını çözmeye çalışmıyor.
Meselâ yürek, mide, akciğer, karaciğer, öd kesesi ve böbrek gibi iç organlar; çekme, emme, hazmetme, ayırma, işe yaramayanı atma, şekil verme, üreme gibi vazifeler yaparak bedende hizmetçi olarak tayin olunmuşlardır. Aldıkları emir üzerine her biri kendi işini yapmakta ve hiç aksatmamaktadırlar.
Vücuda hayat veren yürek, bu organlara her an çeşit çeşit hareket ve kuvvet göndermektedir. Günde kaç bin defa kan pompalıyor, onu pompalatan kim?
Burada Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükmü yürümekte olup, ona o hizmeti yaptırıyor, diğerine başka hizmeti yaptırıyor. Hiç bir organ bunları kendiliğinden yapamaz. Emir ve hükmünü çektiği zaman bir saman çöpünden ne farkı oluyor?
Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Her yaratılışta bir hikmet var, fakat Allah-u Teâlâ'dan başkası bu hikmetlerin hepsini kavrayamaz.
Karaciğer; midede kalan o lâtif ve ince olanları kendine çekerek kan rengine boyar.
Dalak; kanın üzerinde meydana gelen ve sevda adı verilen siyah köpüğü çekip alarak kendisine tebdil eder.
Öd kesesi; safra adı verilen sarı köpüğü kendisine çekip değiştirir.
Onda olan balgamı da akciğer cezbedip, nefesle boğaza çıkarır.
Sonra bunlardan süzülüp ayrılan kan, ciğerde su ile karışıp kıvam bulmadığından, böbrek kandaki o fazla suyu çekip süzmekte ve ayırmaktadır. Böbreklerde kalan artık, idrar olup mesaneye gider ve dışarı çıkar.
Kalan kan kıvamında olup, damarlar yoluyla bütün vücuda yayılmaktadır.
Büyüme kuvveti, ondan organlara neşv-ü nemâ verip, et ve yağ gibi kuvvet ve kudret hasıl olmaktadır.
Sonra damarlar içinde kalan kandan üreme kuvveti; erkekte meni, kadında yumurta ve bebek için süt meydana getirip, her biri hususi yerlerine dolmakta ve birikmektedirler.
"Âlemlerin Rabb'i olan Allah ne yücedir!" (A'râf: 54)
Dalakta bir arıza olursa, kandan sevda adı verilen maddeyi ayıramaz. O sevda ile karışık kan vücuda dağılır, bazı hastalıklar meydana gelir.
Öd kesesinde bir arıza olursa safrayı kandan ayıramaz, böylece sarılık gibi bazı hastalıklar ortaya çıkar.
Bunun gibi bedende bulunan organ ve kuvvetlerin her biri kendi işlerinde olurlar. Bunlardan biri noksan olursa veya vazifesini yapmazsa, çeşitli hastalıklar zuhur eder, insan bünyesi iş yapamaz hale gelir.
Allah-u Teâlâ kandaki besinleri temizleyip tekrar kana versin ve kanda her uzuv kendine yarayan besini alsın diye karaciğeri yarattı. Bu şekilde kemiğin aldığı besin kasların aldığından, damarların aldığı besin sinirlerin aldığından farklı olmaktadır.
Allah-u Teâlâ kulları hakkındaki lütuf ve ihsanlarına işaret ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Dileseydik oldukları yerde onların şekillerini değiştirirdik. Ne ileri gitmeye ne de geri dönmeye güçleri yetmezdi." (Yâsin: 67)
Allah-u Teâlâ'nın, kullarına olan lütuf ve inayetinin sonu yoktur. Zira yaratılması lüzumlu olanlardan bir tane bırakmayıp hepsini de en mükemmel bir şekilde yaratmıştır. Kalp, beyin, ciğer ve bunlara benzer organlar zaruri olarak lâzımdır.
El, ayak, göz ve dil gibi insanın ihtiyacı olduğu, fakat zaruri olmadığı organları da yarattı, hepsini O verdi.
Saçın siyahlığı, kirpiklerin düzgünlüğü, kaşların kavisliği gibi lazım olmayan, fakat fazlalık da olmayıp güzelliğe sebep olanları da verdi.
Eğer dikkat edersen, bütün bu ilâhî sanatların hepsini bir damla kerih suda bulursun!
Allah-u Teâlâ o bir damlacık kerih sudan bunca hikmetlerini göstermektedir. Bu bir damla suda bu ince sanatları, bu ilâhî hikmetleri gösteren yaratıcının; aynı zamanda şu muazzam mükevvenattaki gösterdiği hikmetleri bir düşün! Bu ne muazzam bir kudrettir!
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?" (Nâziat: 27)
Gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri, görünen ve görünmeyen bütün varlıkları, güneşi, ayı, gezegenleri, melekleri... Bütün bunların hepsini "Ol!" emri ile yaratan Allah-u Teâlâ için; insanları yaratmak, bütün bu varlıkları yaratmaktan elbette daha güç ve çetin değildir.
"Gerçek hükümdar olan Allah çok yücedir!" (Müminun: 116)
Yaratmak, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek suretiyle mülkünde tasarruf sahibidir. Boşuna bir şey yaratmaktan münezzehtir.
•
Bütün insanlar ve cinler bir araya gelip de bir damlacıktan hayat, görme ve işitme gibi hassaları meydana getirmeye kalksalar, buna hiçbir zaman güç yetiremezler.
"Onlar Allah'ı bırakıp bir takım ilâhlar edindiler. Ki onlar hiçbir şeyi yaratamazlar, zaten kendileri yaratılmışlardır. Kendilerine bile ne zarar, ne de fayda veremezler. Ne kimseyi öldürebilirler, ne de kimseye hayat verebilirler, ne de yeniden diriltebilirler." (Furkân: 3)
Bunlara sahip olmayan ise aslâ ilâh olamaz.
Bu mânâda Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyurmuşlardır:
"Kendisinden başka ilâh olmayan, Hayy ve Kayyûm olan yüce Allah'tan mağfiret dilerim. Kendi nefsine zulmeden, gerek hayat gerek ölüm ve gerekse tekrar dirilme bakımından kendi nefsine malik olmayan bir kulun tevbesi ile tevbe ederim." (Ebu Dâvud)
Canlıların en küçük bölünmeyen parçasına "Hücre" adı verilmektedir, en küçük yapı taşıdır. Canlılar tek hücreli ve çok hücreli diye iki kısma ayrılırlar.Çeşitli şekilleri vardır. Kemik, kas ve sinir hücreleri gibi özel yerlerde çalışan hücrelerin özel şekilleri bulunmaktadır. İnsanın bir santimetrekaresinde 250 bin tane hücre bulunur.
Hücreler tek başlarına yaşayabildikleri gibi toplu halde de yaşarlar. Bu durumda daha büyük vazifeler yaparlar. Trilyonlarca hücrenin beraberce çalıştığı bir insanı düşünün! Bu hücrelerin her biri kendisi için lüzumlu olan bütün işleri yaptığı gibi, diğer hücrelerle ortak olarak vazifesini de yapar. Böylece trilyonlarca hücre, hiç haberimiz olmadığı halde fevkalâde intizamlı bir ordu gibi çalışarak yaşamamıza hizmet ederler. Bunların hiçbirinin şuuru olmadığına göre, acaba bunları kim idare ediyor? İnsanı meydana getiren, hücrelerini idare eden, o insanlardan habersiz olur mu?
O ne güzel Yaratıcı, O ne güzel donatıcı!
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah görünmeyeni de görüneni de bilendir. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yüce ve münezzehtir." (Müminûn: 92)
Hücrelerin büyüklüğü mikronla ölçülür. Bir mikron, bir milimetrenin binde biridir. Beş mikronluk hücreler bulunduğu gibi, devekuşunun bir buçuk kilo gelen yumurtası da tek hücrelidir.
Elektron mikroskobunun keşfinden önce canlı bir hücrenin yapısı hakkında çok az şey biliniyordu. Bugün bile tamamiyle çözülmüş değildir. Normal mikroskop canlı bir hücreyi bin defa büyütürken, elektron mikroskop bir milyon defa büyütmektedir.
Canlı bir hücre; "Zar", "Stoplazma" ve "Çekirdek"ten ibarettir.
Hücre zarı canlıdır, hücreyi çepeçevre sarar, dağılmaktan korur, dış müdahaleleri de önler. Her şeyi almaz, aldıklarını da seçerek alır.
Zarın içinde stoplazma bulunur. Hücrenin esasını teşkil eden bu sıvı, kolloid bir maddedir. Kolloid, suda erimeyen çok küçük parçalara ayrılan sıvı demektir. Bu parçalar gelişigüzel serpiştirilmemiştir, her biri bir organdır. Beş mikron, yani bir milimetrenin binde beşi kadar küçük bir hücre ve bunun içinde yer alan iç organlar gözönüne getirilirse; büyük bir Yaratıcı'nın azameti, kudreti ve ilmi açıkça görülmüş olur.
Bu kadar küçük bir hücrenin içinde bulunan ve önemli kısımlarından sayılan çekirdek, hücrenin iç organlarından biridir, fakat başlıbaşına bir âlemdir. Bunun da içinde organlar bulunmaktadır. Çekirdek stoplazmanın ortalarında bulunur, zar ile stoplazmadan ayrılır. Çekirdeğin içindeki çekirdek özsuyu, stoplazmadan farklı yapıdadır. İçinde kromozom iplikleri vardır. Her çekirdekte farklı sayıda kromozomlar bulunur.
Hücrelerin üremesi, yani çoğalması bölünme suretiyle olmaktadır. Bölünme sırasında çekirdekteki kromozom iplikleri tam ortadan ve uzunlamasına öyle bir bölünür ki, akıllara hayranlık verir. Bölünen kromozom iplikçiklerinin yarısı bir tarafa, diğer yarısı da öbür tarafa giderek bölünme başlar ve devam eder. Bölünme mitoz ve amitoz olarak iki kısma ayrılır, mitoz bölünmede dört safha vardır.
Hücrelerin içinde bulunan ve kromozom iplikçiklerinin üzerinde noktalar şeklindeki, ancak elektron mikroskobuyla görülebilen ve "Gen" adı verilen varlıklar; gelecek olan insanın karakter ve kabiliyetlerini, bütün hususiyetlerini üzerlerinde taşımaktadırlar.
Erkek veya dişi olacağı, güzelliği, çirkinliği, boyunun kısalığı veya uzunluğu, aklî ve ruhî yapısı, sağlığı ve hastalığı, duygu ve emelleri, kabiliyet ve anormallikleri... hepsi bu bir zerrede gizli bulunuyor. Bunlar evlâdın anneye-babaya veya dedeye-dayıya benzemesini sağlarlar. Yeryüzüne gelmiş geçmiş iki insanı aslâ birbirine benzetmeyen hususiyetler güçsüz bir cisimcikte mevcut.
İnsan genini diğer genlerden ayıran farklılık ve özellik nereden geliyor? Her insan genini diğer insanların geninden ayıran özellik nasıl intikal ediyor? Bir zerre nerede, bir insan nerede? Kim der ki; bu zayıf, güçsüz, küçücük zerrede koca bir kâinat gizli?
Bir düşünürsek; milimetrenin binde beşi kadar küçük hücrenin içinde çekirdek, çekirdeğin içinde kromozom iplikçikleri ve kromozom iplikçiklerinin üzerinde de noktalar şeklindeki genler, bu genler de canlının fihristini taşıyor. Bu kadar küçük şeye, bu kadar büyük vazifeyi yüklemek sadece ve sadece kâinatı Yaratan'a âittir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Seni topraktan, sonra nutfeden yaratıp sonunda da seni bir insan şekline getiren Rabb'ini inkâr mı ediyorsun?" (Kehf: 37)
Düşünmeli ki; bir nutfe ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir! Böyle bir yapıyı tanzim eden büyük kudret karşısında insan iki büklüm olur.
Fakat insan aslını unutuyor da Yaratıcı'sına karşı açık bir düşman oluyor, O'na karşı şirk koşmaya, mantık yürütmeye kalkışıyor.
"İnsanı nutfeden yaratmıştır. Böyle iken o nasıl oluyor da apaçık bir hasım kesiliyor?" (Nahl: 4)
Halbuki insan Yaratan'a karşı çıkmak için değil; O'na inanmak ve kulluk yapmak için yaratılmıştır.
Kullarını yaratan, yaşatan, nimetlerle donatan, öldüren, sonra yine hayata kavuşturacak o Hâlik-ı Azîmüşân'dır.
"Öldüren de O'dur, dirilten de O'dur." (Necm: 44)
Ne yaratmaya, ne de öldürmeye ve diriltmeye O'ndan başka kimsenin gücü yetmez.
Kafatasının içine yerleştirilerek bütün dış etkilere karşı korunmuş olan beyin, bir çok girinti ve çıkıntılardan meydana gelir. Bu girinti ve çıkıntılar büyük ve derin kıvrımlar yaparak beyin yüzeyinin genişlemesini sağlarlar. Beyin kıvrımlarında bir çok fizikî ve ruhî duyu merkezleri bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ beyni bir kale içine koydu ki, o bütün duyguların kaynağı olduğu için buna lâyıktır.
Vücudun duyum ve şuur merkezi beyindir. Kafatasının içinde, beyazımtırak, yumuşakça bir kitledir. Bütün zihni faaliyetlerinin merkezidir.
Beyin kafatasında bir zar içinde bulunur. Merkezi sinir sisteminin boşluk ve kanallarını da dolduran bu sıvı, beyni çarpmalara karşı korur. Beyin ayrıca menenj denilen üç katlı bir zarla korunur.
Beyin kabuğunun çeşitli bölümleri, duyu organlarından gelen çeşitli etkileri alır. Duyma, görme, işitme, tatma, dokunma duyuları beyin kabuğunda belirli yerlere gelirler.
Mesela; görme merkezi artkafa lobunun kabuğudur. Duyma merkezi, şakak lobunun kabuğudur. Dokunma duyumunun beyin kabuğu tarafından alınması başka şekilde olur. Beyin kabuğunda vücudun her noktasıyla ilgili ayrı bir yer vardır. Vücudun neresine dokunulduğu bu sayede anlaşılır. Tatma duyumları da dokunma duyumları bölümünden alınır. Koku duyumu, şakak lobundaki koku merkezi tarafından alınır. Beyin kabuğunun bir kısmı vücudun kaslarına emir göndererek hareketleri sağlar.
Vücudu ayakta tutan kemiklerdir. Kemiklerin birbirine bağlanması ile "İskelet" adı verilen çatı meydana gelir.
Bir betonarme binayı ayakta tutan kolon, kiriş ve döşemeler ne ise, insanı ayakta tutan iskelet sistemi de odur. Ancak düşünenleri hayrete sevkedecek nokta, en modern binalardaki iskelet sisteminin bina ağırlığının % 60-70'ini teşkil ettiği halde, insan iskelet sisteminin, toplam insan ağırlığına nisbetle % 4 gibi bir miktar teşkil etmesidir. Yani 180 cm. boyundaki ve 75 kilo ağırlığındaki bir insanın iskeleti sadece 3 kilo gelmektedir. 72 kiloluk eti omuzlayan, onu yürüten, koşturan ve dağılmaktan koruyan iskelet sisteminin bu kadar hafif ve israfsız bir şekilde programlanması hiç şüphesiz ki yüce Yaratıcı'nın takdiri ve tedbiri dahilindedir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki Rabb'in yaratan ve bilendir." (Hicr: 86)
Allah-u Teâlâ kemikleri sert ve kuvvetli olarak vücuda bir direk olacak şekilde, muhtelif büyüklüklerde yaratmış, büyüklük küçüklüklerini hareket kabiliyetlerine uygun şekilde ayarlamıştır.
İnsan iskeletinde irili ufaklı 206 kemik bulunur. Bu kemikler birbirlerine mafsallarla bağlı olup, hareketlerini kaslar temin eder.
Biçimlerine göre uzun ve kısa, yassı ve düzensiz kemikler olmak üzere dörde ayrılır. Bulundukları yere göre; baş, gövde, üst yan, alt yan kemikleri diye isim alırlar. 206 kemiğin 29'u başta, 51'i gövdede, 64'ü üst yanda, 62'si alt yanda bulunur.
İskelet parça parça kemiklerden teşekkül ettiği için, böylelikle her parça kolaylıkla ve rahatça hareket etme imkânı bulur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kemiklere bak! Onları nasıl biraraya getirip yerli yerine koyuyor ve sonra da onlara et giydiriyoruz." (Bakara: 259)
O kemikler nelerden ve nerelerden çıkıp gelerek düzene giriyor, etler nasıl meydana geliyor, kemikleri kim sarıyor?
Kemikler sonsuz bir ilim ve kudret sahibi tarafından mükemmel bir şekilde hesaplanarak hafifletilmiş ve içleri boşaltılmıştır. Ancak hiçbir şeyi israf etmeyen kudret, kemiklerdeki boşlukları da israf etmemiş; kemik iliği denilen ve bütün kan hücrelerinin yapılmasından mesul olan yumuşak dokuyu yerleştirmiştir.
Hep O, hep O'ndan...
"Görenedir görene,
Köre nedir köre ne?"
Bir bak! Kalbi göğüs içinde nasıl sakladı? Ne muhkem bir kafes içine aldı!
Allah-u Teâlâ bunların hepsini bir damlacık kerih sudan nasıl yaratıyor! Bu ilâhî hikmeti bir düşün!
"Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur. O, hikmet sahibidir, her şeyi bilendir." (Zuhruf: 84)
Yarattıklarının yönetiminde hikmet sahibi ve onların faydasına olan şeyleri bilendir. Çünkü O, hikmetin ve ilmin kemâli ile muttasıftır.
Kaslar, vücudun etli kısmını meydana getiren, herhangi bir uyarma etkisiyle kasılma özelliği olan, içinde bulundukları organların, dokuların veya kemiklerin hareket etmesini sağlayan esnek dokulardır. "Adale" adı verilen kaslar, beyinden sinirler yoluyla aldıkları iradeli ve iradesiz hareket emirlerini yerine getirmek üzere yirmi dört saat durmadan çalışırlar, organları hareket ettirirler. Gördükleri işin cinsine ve yerine göre muhtelif şekil ve ağırlıktadırlar.
Bütün bunlar Halik-ı Azîmüşân'ın hikmeti ile konulmuştur. Hepsinde de ne ince tedbirler, ne harika sanatlar var! Mesela göz kapaklarını hareket ettiren kasların birisi eksik olsa göz sakat olur.
Kaslar vazifelerine göre çizgili ve düz kaslar olmak üzere iki gruba ayrılırlar. Çizgili kaslar, yürümek, koşmak, yük kaldırmak, konuşmak ve yazı yazmak gibi iradeye bağlı hareketleri yerine getirirler. Düz kaslar ise mide, bağırsak, böbrek ve karaciğer gibi irademizin dışında hareket eden iç organları çalıştırırlar.
Vücudun en önemli organı olan kalp, çizgili kaslara benzeyen ancak iradenin dışında hareket eden bambaşka bir yapıya sahip, içi oyuk özel kaslardan meydana gelmiştir. Kalp de dahil olmak üzere bütün iç organları, kişi uyurken bile çalışmaya devam ederler.
Vücudu bir elbise gibi saran, kasları ve kan damarlarını dış etkilere karşı koruyan deri; dışarıdan görüldüğü gibi düz olmayıp, çok küçük deliklerle doludur. Bu deliklerin tahminlerin ötesinde çok mühim vazifeleri vardır.
Bu ne eşsiz sanattır ki, akıllara durgunluk veren tertip üzere nizam bulmuştur. Bunu tefekkür eden akıllı kimseler muhakkak ki ibret alırlar ve gerçeği görürler.
Deri; değişik tabakaları, kılları, ter ve yağ bezleriyle bedende müstakil bir sistem halinde incelenir. Üst deri ve alt deri olmak üzere iki tabakadan meydana gelmiştir. Alt deride kan damarları, sinir uçları, kıl kökleri, yağ ve ter bezleri bulunmaktadır. Ter ve yağ bezleri, ince borularla dış deriye açılırlar. "Gözenek" adı verilen bu delikler, çok küçük olup dışarıdan su, mikrop ve tozların içeri girmesine izin vermezler. Gözeneklerden dışarıya ter boşalmakta; terin içerisinde bir çok zehirli ve zararlı maddeler vücuttan atılmaktadır. Aynı zamanda bu gözenekler vasıtasıyla dışarıdan oksijen alınmakta, böylece deri küçük bir "Solunum sistemi" gibi vazife yapmaktadır.
Ter bezleri yönünden el ayaları ve ayak tabanları bir hususiyet göstermekte, bedenin en zengin ter bezlerini bu iki bölge ihtiva etmektedir. Vücuttaki ter guddelerinin miktarı iki milyon civarındadır.
Deri, beş duyu organından biri olup, dokunulan şeyin sertliğini, yumuşaklığını, sıcaklığını, soğukluğunu kişiye haber verir. Alt derideki bezler vasıtasıyla vücudu soğuğa karşı korur.
Kırmızı renkli ve koyu bir sıvı olan kan, dolaşım yaparak vücudun her yanına besin maddeleri ve oksijen taşır. Hücrelerden çıkan artık maddeleri de dışarı atılması için boşaltım organlarına götürür. Bütün bu taşıma işini, damarlar içinde gidip gelmeyle sağlar.
İnsan vücudunu meydana getiren bütün doku hücrelerinin yaşamaları ve vazifelerini yerine getirmeleri için kana ihtiyaçları vardır. Kan insanın hayat suyudur.
Kanın bütün vücut hücrelerine ulaştırılması vazifesini yürüten kalptir. Kalp bir taraftan kendisine bağlı "Atar damarlar" vasıtasıyla vücuda temiz kan pompalarken; diğer taraftan yine kendisine bağlı "Toplar damarlar" vasıtasıyla kirlenmiş kanı emmektedir. Emdiği kirli kanı akciğerlere göndererek tekrar temizlenmesini sağlar.
Oksijen taşıyıcılığı kanın alyuvarlarına yüklenmiş bir vazifedir. Alyuvarlardaki hemoglobin, akciğerlerde havanın oksijenini alır, beraberinde getirdiği karbondioksidi bırakır. Oksijen yüklü alyuvarlar kalbe giderler. Kalpten, önce aorta, daha sonra da atardamarlara geçerek kılcal damarlara ulaşırlar. Kılcal damarların aracılığıyla da doku hücreleriyle temasa geçerek getirdikleri oksijeni bırakır ve orada birikmiş karbondioksidi alırlar. Sonra toplardamar aracılığı ile önce kalbe, oradan da akciğerlere dönerler. Akciğerlere gelince; karbondioksidi bırakır, havanın oksijenini alırlar. Aynı hadiseler, aynı sırayı takip ederek tekrarlanır durur.
Atar ve toplardamarlar vücudun bütün hücrelerine nüfuz edecek incelikte olmadıklarından, bunlara bağlı çok ince "Kılcal damarlar" vardır. Bu kılcal damarlar vasıtasiyle bütün dokuların içine girerek hücreleri beslerler.
Kalp ile akciğer arasında meydana gelen ve kanın temizlenerek oksijenle yüklenmesini sağlayan dolaşıma "Küçük kan dolaşımı" denilmektedir.
Akciğerden dönen temiz kanın bütün vücuda dağıtılmasını ve kirlenen kanın geri emilmesini sağlayan dolaşıma ise "Büyük kan dolaşımı" adı verilir.
Kalp bu dolaşım faaliyetini her biri emme-basma tulumba gibi çalışan, özel kaslardan yapılmış dört adet torbacıkla gerçekleştirmektedir. Üstteki iki torbaya "Kulakçık", alttaki iki torbaya da "Karıncık" adı verilmektedir. Kulakçık ve karıncıklar, emme-basma işini gerçekleştirecek tek yönlü kapaklarla donatılmışlardır.
Küçük dolaşımda sağ kulakçığa gelmiş olan kirli kan, sağ karıncığa geçer. Sağ karıncık tarafından akciğer atardamarı vasıtasıyle akciğere pompalanır. Burada temizlenen ve oksijen yüklenmiş olan kan, akciğer toplardamarıyla sol karıncığa emilir.
Kan, 6 saniyede kalpten akciğerlere, 8 saniyede kalpten beyne, 18 saniyede kalpten ayak parmaklarına kadar inip tekrar döner.
Kanın mühim bir özelliği de, hava ile temas edince sertleşerek pıhtılaşır. Pıhtılaşma, ufak yaraların kapanmalarını sağlamakla kalmaz, devamlı kanamayı da önler.
Bu işleri tam tamına ve zamanında yerine getirmeyi; hiçbirisi yok iken onları var eden Allah-u Teâlâ'dan başka kim yapabilir?
"O'ndan başka ilâh yoktur. O Rahman'dır, Rahim'dir." (Bakara: 163)
Hücrelerin, oksijenden ayrı olarak gıdaya da ihtiyacı vardır. Kendilerine lazım olan gıdayı kandan, kan ise yenilen besinlerden elde eder. Bu alışverişi temin eden sisteme "Sindirim sistemi" adı verilmektedir.
Mide, sindirim sisteminin bir parçasıdır. Yemek borusu ile on iki parmak bağırsağı arasında, karın boşluğunun sol tarafında bulunur. Dışta karın zarı bulunur, orta zar kas dokusundan yapılmıştır, içte de mukoza denilen iç zar bulunur. Mide, yutulan besinleri sindirime elverişli hale getirir. Çeşitli salgılarla besinleri sindirime hazırladığı gibi, çeşitli hareketlerle de yutulan besinleri yoğurur.
Allah-u Teâlâ insan hayatının devamı ve bekasının sebebi olan gıdaları sindirecek sindirim yollarını koymuş, uzuvlarını tam gıda alabilecek kabiliyette yaratmıştır.
Gıdalar devamlı alındığı halde insan vücudu normal olarak kalmaktadır. Eğer gıdalar sarfedilmeyip vücutta devamlı birikmiş olsaydı, beden anormal irilik gösterir, hareket kabiliyetini kaybederdi.
İnsan ağzına aldığı bir yiyeceği çiğner, bu arada tükürükle karıştırarak yutar, yemek borusuna gönderir. Yemek borusundan mideye giden yiyecekler, burada mide tarafından salgılanan eritici ve çözücü kimyevî sıvılarla karbonhidratlar, daha sonra da yağlar mideden ayrılarak, oniki parmak bağırsağı vasıtasiyle ince bağırsaklara geçerler. İnce bağırsaklarda da bir takım kimyevî sıvılar tarafından iyice parçalanan gıdalar, suda eriyecek seviyeye ulaşırlar. İnce bağırsak zarı tarafından emilen bu erimiş gıdalar, kılcal damarlar yoluyla kana karışır. Mideden ince bağırsaklara geçen gıdaların erimeyen kısmı posa olarak kalın bağırsaklara gönderilir. Nihayet buradan da dışarı atılır.
İşte bu ilahî nizam, Allah-u Teâlâ'nın kullarına olan apaçık şefkat ve merhametini gösterir.
Vücutta cereyan eden ve metabolizma adı verilen hadisenin yürümesi için alınan gıdaların yakılarak enerji elde edilmesi gerekir. Gıdalarda depo edilmiş enerjinin açığa çıkması ise oksijenle yakılmasına bağlıdır. Bu bakımdan akciğerler, havadaki oksijeni rahatlıkla alabilecek tarzda bronş ve bronşcuklar şeklinde dallara ayrılmış, son kısımları ise "Alveol" adı verilen küçük ve küre şeklindeki odacıklarla, çok geniş bir satıh teşkil edecek şekilde bir yapıda yaratılmıştır.
Bu ince ve nemli organların solunumu rahat yapabilmesi için, dıştaki havanın akciğer alveollerine geldiğinde, hiçbir toz parçası ihtiva etmemesi ve nemlenmiş olması gerekir. Zira kuru havanın içindeki oksijenin, alveollerin zarından kana geçişi zordur.
Solunumun yapıldığı asıl yer akciğer alveolleri olduğu halde, havanın buraya gelinceye kadar geçeceği yolların da çeşitli hususiyetlere sahip olması gerekir. Burundan itibaren yutak, gırtlak, nefes borusu ve bronşlardan alveollere kadar uzanan bu hava yolları boyunca yerleştirilen çeşitli yardımcı organlarla teneffüs edilen havanın kalitesi ayarlanır ve akciğerlere gereken özellikte hava yollanır.
Teneffüs edilen havanın içinden her şeyden önce toz, duman gibi kirlilik yapan şeylerin bulunmaması gerekir. Bu sebepten burun içindeki kıllar süzücü bir filtre gibi yerleştirilmiş olup havadaki parçacıkları mukus salgısı ile birlikte tutarlar.
Dakikada 6 litre havayı ısıtıp nemlendiren ve içindeki tozlardan temizleyen Allah-u Teâlâ'nın bu tecelliyatı sayesinde teneffüs edilen hava, akciğerlerin kullanacağı şekilde hazırlanmakta, böylece rahatlıkla nefes alıp vermek mümkün olmaktadır.
Hücrenin en önemli ihtiyacı oksijendir. Oksijensiz kalan bir hücre yedi-sekiz dakikadan fazla yaşayamaz. Çok hassas olan beyin hücreleri daha önce ölürler.
Hücreler, oksijen ihtiyacını kandan, kan da akciğerlerden temin etmektedir. Bu alışverişi temin eden sisteme "Solunum sistemi" adı verilmektedir.
İnsan nefes aldığı zaman hava, ağız ve burun yolu ile genize ve oradan da nefes borusunun kanalı ile akciğerlere ulaşır. Ağız ve burundan geçen hava hem ısınır hem de nemlenir.
"O görülmeyeni de bilir, görüleni de bilendir. Çok büyüktür, yücedir." (Ra'd: 9)
Allah-u Teâlâ vücudu birer tel mesabesinde olan sinirlerle bağlamıştır. Bu sinirlerin köklerinin başı beyin, dallarının sonu ise cilttir.
Her yarattığını "Ol!" emri ile yaratan Yaratıcı, bütün vücudu kaplayan sinirlere öyle bir düzen vermiştir ki, akıllar hayranlıklarını gizleyemezler.
Sinirler aracılığı ile beyin, diğer uzuvlara his ve hareket vermektedir. Bunu beyin mi yaptı, sinirler mi yaptı? Onlara o ruhsatı vermediği zaman hiç birisi de iş göremezler.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onları biz yarattık, mafsallarını biz pekiştirdik." (İnsan: 28)
Eklemlerini sinir ve damarlarla iyice bağladık ki güçlü kuvvetli olsunlar.
"Dilediğimiz zaman yerlerine başka benzerlerini getiririz." (İnsan: 28)
Bütün bunlar ilâhî kudrete nazaran pek kolay şeylerdir.
Beyinden iç organlara inen hareket sinirleri başlangıç noktalarından uzak oldukları için, Allah-u Teâlâ onları çok sağlam yapmıştır, tedbirini açıkça göstermiştir.
Organlara his veren sinirler ise ne kadar yumuşak olursa, his kuvvetini o kadar çok artırırlar. Bunlar sağlam olmaya muhtaç olmadıkları için, hareket sinirleri gibi sert ve sağlam olmayıp lâtif ve yumuşaktırlar.
Bütün bunlar O'nun kudretinin kemâlini gösterip, insanoğluna olan büyük nimetine şahitlik etmektedirler. Bu şekilde bir arada bulunan ince sanatları seyreden basiret sahibi bir kimse, Yapıcı ve Yaratıcı'sını bilmiş olur, her halinde O'na yönelir.
Sinir sistemi; "Merkezi sinir sistemi" ve "Büyük sempatik sistem" olmak üzere iki bölümde incelenir.
Beyinden organlara giden ve oralardan da beyne dönen bütün sinir yolları "Omurilik" içinden geçerler. Omurilik omurga kemiklerinin ortasındaki boşlukta yerleşmiş ve koruma altına alınmıştır.
Merkezi sinir sisteminin bir kısmı duyu organlarını idare ederken, bir kısmı da kişinin hareketlerini idare etmektedir.
Büyük sempatik sinir sistemi, insanın iradesinin dışında gerçekleşen, iç organların çalışmasını sağlayan sinirlerden meydana gelmiştir.
Bu işlerin hepsini tam tamına ve zamanında yerine getirmeyi, hiç bir şey yok iken onları yoktan var eden Yaratan'dan başka kim yapabilir?
Ve daha bir çok incelikleri bir kere düşün!
Duyu organları vücudun dış dünyaya açılan pencereleridir. Gözle görülür, kulakla duyulur, burunla koku, dil ile tat alınır. Deri ile de sıcak ve soğuk, yumuşaklık ve sertlik hissedilir.
Duyu ile duyular arasında vasıta olan aracıları da düşün ki, duyu ancak böyle tamam olur. Işık ve hava bunlardandır. Işıkla görülen maddeler ışıksız idrak edilemez, çünkü ışık göz ile eşya arasında bir vasıtadır. Eğer hava olmasa sesi işitmek mümkün olmazdı, çünkü sesi kulağa taşıyan havadır.
Duyu organları bir nevi haber alıcıdırlar. Bu haberler, sinirler yoluyla beyne ulaştıktan ve burada değerlendirildikten sonra bir mânâ ifade ederler.
Her duyu organı için beyinde ayrı bir idare merkezi kabul edilmektedir. Dolayısıyle bu merkezlerden birinin ârızalanması halinde, merkeze bağlı organ sağlam dahi olsa, vazifesini yapamamakta ve gelen haberler hiç bir işe yaramamaktadır. Beyne haber toplayan organ ârızalı olduğu zaman ise, beyindeki idare merkezi sağlam bile olsa, bu haberleri ilgili merkeze gönderemeyeceğinden yine duyu faaliyetleri gerçekleşemez.
Allah-u Teâlâ çocuğun dişlerini tam ihtiyaç olduğu anda bitirmiştir. Altı aylık olunca dişleri çıkmaya başlar. Hepsinin kökleri vardır, sinirler ve kan damarları dişlerle birliktedir. Renkleri beyaz, dizilişleri düzgün, başları birbirine denktir. İnsana hem güzellik verir, hem de sindirimde bir çok faydalar sağlar. Dişlerin yenilen gıdaları çiğnemesi, iyi hazım yapabilmesi için mideye yardımdır.
Allah-u Teâlâ, bazılarının çürüyüp dökülmesiyle diğerlerinden faydalanılsın diye dişleri tek bir kemik halinde yaratmamıştır. Devamlı olarak kullanıldığı için tahribe elverişli olduğundan, beden kemiklerinden daha serttirler. Öğütücü dişler, gıdaları iyi parçalaması için büyük ve ezici olarak yaratılmışlardır. Zira çiğnemek birinci hazımdır.
Dudaklar, kullanmak için açılması gereken zamana kadar kilitli bir kapı gibi ağzın perdesidirler. Hem kelimelerin telâffuzuna ve konuşmaya yardım ederler, hem de bir şeyler yenirken ağzı kapatıp çirkin görünüşleri önlerler. İçilecek şeyler, dudaklarla emilerek istenilen şekil ve miktarda alınır.
Dil, insanın içindeki duyguları ifade etmeye yarayan bir organdır.
Allah-u Teâlâ sesler değişik olsun diye hançereyi dar, geniş, sıkı, yumuşak, katı maddeli, kısa, uzun... şekillerde yaratmıştır. Böylece iki ses birbirine benzemez. Bu sebeple insanlar sesleriyle de tanınabilir, birbirleriyle tanışabilirler.
Dil, dokuzbin kadar tad alma hücreleri ve sinirleri vasıtasıyla aldıkları tesirleri beyne ulaştırır.
Boğazda bir dilcik bulunur, lokma gelirken hemen nefes borusunu kapatır, yemek borusu vasıtasıyla lokmanın mideye gitmesini sağlar. Hava geldiğinde ise, dilcik bu sefer yemek borusunu kapatır, gelen havayı nefes borusu vasıtasıyla akciğerlere gönderir.
Allah-u Teâlâ yemek yeme zevkini ihsan ettiği gibi, dile de tatma duyusunu vermiştir. İnsan bu sayede tadını tattığı şeylerin uygun olup olmadığını, yiyip içeceği şeylerin sıcaklık derecelerini anlar.
Göz, eşyayı ve renkleri görmek için yaratıldı. Renkler olup da onu görecek göz olmasaydı, renklerin bir faydası olmazdı. Işık olmasaydı göz göremezdi. Çünkü ışık, göz ile eşya arasında bir vasıtadır.
Göz tabaka tabakadır ve her tabakanın kendine has bir özelliği vardır. Bu tabakalardan biri yok olsa veya bozulsa göz görmez olur.
Allah-u Teâlâ kudretinin kemalini ve insanlar üzerindeki tasarrufunun pek geniş olduğunu bildirmek için Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Dileseydik gözlerini silme kör ederdik de yol bulmaya çalışırlardı. Fakat nasıl görebilirlerdi ki?" (Yasin: 66)
Elbette göremezler. Halbuki insanlar Yaratıcı'nın kudret eserlerini görüyorlar, yollarını takip edebiliyorlar. Binaenaleyh bunun şükrünü yerine getirmeleri gerekmez mi?
Beyine bir anda birbuçuk milyon bilgi ileten göz, ışığını almak üzere yüz otuz milyon sinir uçlarından meydana gelmiştir. Bu da hiç şüphesiz ki ilâhî kudretin harikalarındandır.
Birisi ona: "Gözlerini bana sat, sana şu kadar para vereceğim." dese, kişi acaba satmayı düşünür mü?
Gözü çevreleyen göz kapak uçlarının özelliğine bir bak! Gözü toz gibi şeylerden korumak için onda ne büyük sürat var! Bunlar ihtiyaç hissedildiğinde anında açılıp kapatılabilen kapılar gibidir. Onları yüze güzellik versin ve gözleri korusun diye yaratmıştır. Kirpikler pek çok olmadıkları halde gür görünürler. Baş ve sakal kılları, çok veya az olsun yine de bir güzellik alâmetidirler.
Allah-u Teâlâ işitme organı olan kulağı başın iki yanında tesbit etmiş, onu acı bir su olan kulak salgısıyla, toz, duman ve böceklerden korumuştur.
Kulak deliğini kulak kepçesi ile çevrelemiştir ki, sesi toplayıp içeri versin.
Kulağın fiziki yapısı çok hassas ve ince yapılmış bölümlerden meydana gelir. Gergin ve dayanıklı bir zar dokusu olan kulak zarının büyüklüğü bir santimetreden fazla olup, duyma işinin başladığı yerdir. Kulak, saniyede yirmi ile yirmi bin defaya kadar titreşim yapan bir sesi duyabilecek tarzda yaratılmıştır. Kulağın bir kısmını teşkil eden orta kulak kısmında, vücudun en küçük kemikleri bir arada asılı durur. Bunlar; Örs, Özengi ve Çekiç adını alırlar. Vazifeleri kulak zarından geçen sesleri yükseltmektir. Yükselen ses buradan iç kulağa geçer. İç kulak vücudun en sert kemiklerinden yapılmıştır. Bu bölümün başlıca işitme parçası kulak salyangozudur. Dörtyüz kadar gayet ince, düğümlenmiş vaziyette kıvrımlı olarak yaratılmıştır. İnce esen rüzgâra kadar ses titreşimlerini toplar ve merkeze naklederler. İşitme siniri otuz binden fazla devreyi içine alır. Bu titreşimleri mânâlı hale getirmek ise beynin vazifesidir.
Kulak yüksek sesleri ve yüksek frekanslı olanları işitir. Kulağın bu kabiliyetine maskeleme denilir. Bu maskeleme sayesinde bir ses ötekini örtmez ve ikinci ses aslında işitilmez olur. Maskeleme aynı zamanda aynı andaki yüzlerce sesi birden işiterek aklın karışmaması için ilâhî bir lütuftur.
Bak, Allah-u Teâlâ bunların hepsini içiçe ve ahenkli olarak nasıl düzenlemiş!
İnsana göz vermiş bakıyor, kulak vermiş işitiyor. O uzuvlara o hassaları vermeseydi, ne göz görürdü, ne kulak duyardı, ne de ağız konuşabilirdi. Nice gözler var görmüyor, nice kulaklar var işitmiyor, nice diller var konuşmuyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Söyleyin bana! Eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi alsa, kalbinizin üstüne mühür vurursa, Allah'tan başka onları size getirecek ilâh kimdir?
Bak! Âyetleri nasıl türlü türlü anlatıyoruz, sonra onlar yüz çeviriyorlar." (En'am: 46)
Burun, kemik ve kıkırdaktan yapılmış, üstü adale ve deri tabakasıyla kaplı bir uzuvdur. Kemik kısmı daha gerilerdedir. Önde çıkıntı yapan kısmı kıkırdaktan yaratılmış, burun delikleri ortadan bir bölme ile ikiye ayrılmıştır.
Yaratılan her şeyde bir hikmet olduğu gibi, burun dokusunun bu şekilde yaratılmış olmasının hikmetleri de çoktur. Eğer kıkırdaktan değil de deriden yaratılmış olsa idi, soluk alış-verişler imkânsız hale gelirdi. Kemik olsaydı, yüzün en çıkıntılı kısmı en ufak darbelerde bile hemen kırılırdı.
Allah-u Teâlâ burunu yüzün ortasında en güzel bir surette yükseltmiştir.
Burunda "Konka" denilen, kanat şeklinde sağlı sollu üç çift kemik çıkıntıları vardır. Bunlar tıpkı uçak kanatları gibi olup, burna gelen ve dışarı atılan havanın burun yüzeyine dengeli bir şekilde yayılmasında vazifelidirler. Burun mukozasında ve ve bu mukozanın altında bulunan zengin kılcal damar ağı sayesinde buruna giren hava ısıtılmakta, nemlendirilmekte ve havanın içinde bulunan toz gibi yabancı artıklar tutulmaktadır. Böylece her türlü kirden arınmış ve ısıtılmış hava akciğerlere gönderilmektedir. Bir kısmı da beyine nüfuz eder.
Burun deliklerinden bir günde ortalama 15 metreküp hava geçer. Burundan nefes alırken vücudun ihtiyacı olan oksijen bir taraftan içeri alınırken, diğer taraftan da vücut için bir zehir olan karbondioksit dışarı atılmakta; aynı zamanda konuşma ve koklama faaliyetini de icra edebilmektedir.
Gırtlaktan geçen nefes sadece belirli frekansta seslerin çıkmasına sebep olur. Ondan sonra sesin yükseltilmesi burun ve sinüslerin yardımı ile olmaktadır. Burnun tıkalı olduğu durumlarda konuşma bozulur.
Allah-u Teâlâ buruna koklama duygusunu verdi ki, insan yenilen ve içilen şeylerin kokusunu anlar, güzel kokulardan faydalanır, çirkin kokulardan kaçınır.
Bunun sırrını Yaratıcı'dan başka hiç kimse hakkıyla bilemez.
Allah-u Teâlâ'nın insana bahşetmiş olduğu şeref gözler önündedir.
El ayası enlice, parmaklar beşe bölünmüş, ayrıca uçları da düğüm gibi bölüm bölüm yaratılmıştır. Parmakların kullanış biçiminde, baş parmak bir tarafta, diğer dört parmak da bir tarafta bulunur ve hepsini baş parmak idare eder. Bütün insanlar bir araya gelseler, parmakların diziliş şeklini şimdikinden daha elverişli şekilde yapamazlar. Zira bu diziliş şekli, alıp vermeye, tutmaya, kavramaya en elverişli diziliş şeklidir.
Allah-u Teâlâ parmağın tepe kısmında ona güzellik veren ve arkadan destek olan tırnağı yaratmıştır. Tırnak, kemik gibi ne sert, ne de cilt gibi yumuşaktır. Uzayınca kesilir, kısaltılır. Bak şu hükümsüz gibi görünen tırnağın hikmetlerine!
Parmak ucundaki hassasiyete bir bakın ki, kör onunla görüyor. Bir parmak izi, diğer hiçbir insanın parmak izine uymuyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski haline getirmeye kadiriz." (Kıyamet: 4)
Parmak uçlarında yaratılış bakımından ince bir sanat bulunduğu için Allah-u Teâlâ onları anmıştır. Çünkü bir insanın parmaklarının derisi son derece ince çizgilerle kaplıdır. Bu çizgilerden bazısı kavis, bazıları düz ya da daire şeklindedir. Bu ince çizgiler o şekilde yaratılmıştır ki, yeryüzündeki diğer herhangi bir şahsın parmak çizgileri bu çizgilere benzemez.
Her insanın farklı simâlarda olmasının yanısıra, parmak uçlarındaki desenlerin de birbirine benzememesi, Âdem Aleyhisselâm zamanından bu yana yaratılan milyarlarca insanın simâsını ve parmak izlerini ezelî ilminde muhafaza eden Zât-ı kibriyâ'nın mevcudiyetine ve ulûhiyetine delildir.
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir." (Müminûn: 14)
Allah-u Teâlâ uyluk ve bacakları uzatmış, ayakları çalışabilecek, üzerinde durulabilecek şekilde yaymış, onları parmaklarla süslemiş, kuvvet organı yapmıştır.
Onu hayvanlar gibi yüz üstü dört ayak üzerinde yaratmamıştır. Eğer öyle olsaydı, şimdi yaptığı işleri yapamazdı.
Şu ilâhî kudreti ve hikmeti bir düşün ki, Allah-u Teâlâ bütün bu sayılanların hepsini bir damlacık kerih sudan yaratmıştır.
"O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır!" (Hacc: 78)
İnsan; biri hisle müşahede edilen beden, diğeri de akıl ile idrak olunan ruh olmak üzere iki unsurdan müteşekkildir.
Allah-u Teâlâ insanı en güzel ve itidal üzere yarattığı gibi, insanda bir takım zaruri duygular, huylar da yaratmış, her insana uygun mizaçlar vermiştir. Hiçbir insanın huyları ve mizaçları birbirine benzemez. Bu hayat verici duyguların tertip edilmesinde, Halik-ı Zülcelâl'in kudret ve azameti apaçık görülür.
Şu unutma ve hafıza nimetlerini bir düşün! Allah-u Teâlâ her ikisini de yerli yerince nasıl yarattı?
Eğer unutma insana musibetleri unutturmasaydı; hasret eksilmez, âfetleri, felaketleri hatırından çıkaramaz, bu sebeble de huzurlu bir hayat yaşayamazdı. Hafıza da unutma da birbirine zıt iki duygudur, her ikisinde de insanlar için bir çok iyilikler ve faydalar vardır.
İnsanlar yazı yazma nimeti ile geçmiş zamana âit bilgileri elde ederler, bugünün bilgilerini geleceğe aktarırlar. Aralarındaki muamele ve hesapları bununla yaparlar. Eğer bu nimet olmasaydı, dünün ilmi bize ulaşamaz, ilimler, irfanlar, faziletler yok olur, nesiller arasında büyük bir boşluk olurdu.
Bu lütufları bahşeden Allah'ın şanı ne yücedir!
İnsanda yaratılmış olan gadap duygusunun hikmetini hiç düşündün mü? İnsan onunla kendisine eziyet veren şeyleri uzaklaştırır. Düşmanına karşı dinini, vatanını, canını ve malını korur. Gadapta zararı defedecek dereceye kadar cevaz vardır.
Haset duygusu ile de insan bir çok menfaatler elde eder. Ancak bu duyguda da itidali kaybetmemek lâzımdır, gıpta derecesine kadar mahzuru yoktur. Eğer haddi aşılırsa, o zaman şeytanın durumuna düşülür.
İnsana verilen ve yasaklanan şeylerin hepsi de kendi iyiliği içindir. Hedefe ulaşma duygusu ile dünya imar edilir, nesil devam eder. Bu suretle dünyanın nizamı kurulur, kendisinden sonra gelen kuvvetli nesiller, evvelki zayıf nesillere imar yönünden mirasçı olurlar. Bu hal böylece kıyamete kadar devam eder.
Allah-u Teâlâ insanlara ne zaman öleceğini, ne kadar yaşayacağını bildirmemiştir. Bu da ilâhi nimetlerden biridir.
Eğer ömrün kısa olduğu bilinse, hayatta huzur bulunmazdı. Nesil yetiştirmek, mal-mülk sahibi olmak için de bir arzu duyulmazdı.
Bunun aksine olarak ömrünün uzun olduğu bilinse, bu sefer nefsin arzularına uyulur, Allah-u Teâlâ'nın çizdiği hudutların dışına çıkılırdı. Kişi kendisini tehlikeye atar, kötülüklere dalmaktan nefsini durduramaz, böylece felâkete sürüklenmekten kurtulamazdı. Nitekim bu şuurdan mahrum olanlar aynı felâketlere düşmektedirler. Bu şuura sahip insanlar ise ölümün hemen gelivermesinden korkarak, ölüm gelmeden önce iyi işlere koyulurlar. Bu da insan için bir başka faydadır.
Büyük hikmetlerden biri de insanların fakirlik ve zenginlik durumlarında bulunması için mal kazanma kabiliyetindeki farklılıklardır. Bu sayede dünya nizamı dengeli bir şekilde devam eder.
Sonra bir bak! İnsanların menfaatlendikleri çeşitli lezzetteki yiyecekler; muhtelif renkte ve güzellikteki meyveler; karada, denizde, havada sefer yapan nakil vasıtaları; seslerinden, ziynetlerinden hoşlandığı kuşlar; meşru ihtiyaçlarını gördüğü para ve mücevherler; sağlığını koruduğu çeşitli ilaçlar; etlerinden, tüylerinden, kıllarından istifade ettiği hayvanlar; kokularından istifade ettiği, şekillerinden içi açıldığı çiçekler; giydiği her çeşit elbiseler... Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın insanda yaratmış olduğu akıl ve anlayış kabiliyetinin eserleridir.
Kıyamete kadar sayılsa dünyanın nizamı ve insan neslinin devamı için Allah-u Teâlâ'nın insanlara bahşetmiş olduğu lütufları ve hikmetleri dile getirilemez. Bu nimetlerin adedi ve sonu yoktur. Bu ilâhî hakikatlerin sonunu ve sayısını O'ndan başka hiç kimse bilemez.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabb'ine varan bir yol tutar." (Müzzemmil: 19)
İman, itaat ve güzel amellerle Rabb'ine esenlik içinde ermeye ve yaklaşmaya çalışır.
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ibret nazarlarımıza sunulan Peygamber kıssaları da bu kavimlerin başlarına birer kabahatlerinden ötürü felâketlerin geldiğini bize göstermektedir.
Eski ümmetler de bugünkü gibi azmışlar, Allah'ın hükmünü hiçe saymışlardı. Allah'ın azabı gelince birden taş kesiliverdiler veya başka türlü cezalara çarptırıldılar. Bugün ise bu seyyiat zamanı olan âhir zamanda o eski kavimlerin yaptıklarının hepsi fazlası ile yapılıyor, akıbetimiz ne olur? Bugün yaşananlar hep ihtar-ı ilâhidir. Mutlaka kötünün arasında iyi, kurunun yanında yaş da yanar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine nimet ve zevklerden her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenlerle şımarıp ferahlandıkları sırada da ansızın onları yakaladık. Birdenbire bütün umutlarını yitirdiler." (En'âm: 44)
Nuh Aleyhisselâm'ın kavmi putperestlikte inat ettikleri için tufanla yok oldular.
Âd kavmi, Hud Aleyhisselâm'ı beyinsizlikle, yalancılıkla suçladıkları için şiddetli rüzgârla helâk oldular.
Salih Aleyhisselâm'ın kavmi Semud, mucize deveyi öldürdükleri için yürekleri yerinden oynatan korkunç bir sesle cezalandırıldılar.
Lut Aleyhisselâm'ın kavmi helâl olan eşlerini bırakıp erkeklere gittikleri için, Allah-u Teâlâ memleketlerini altüst etti ve üzerlerine taş yağdırdı.
Şuayib Aleyhisselâm'ın kavmi olan Medyen ve Eyke halkı; ticaret ahlakını bozdukları, ölçü ve tartıda hile yaptıkları için buluttan inen ateşle cezalandırıldılar.
Yahudiler de itaatsizlikleri sebebiyle yoldan çıktıkları için maymun, domuz ve fare suretine çevrilmişlerdir.
"Böylece onlar kibirlerinden dolayı kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince kendilerine: 'Aşağılık birer maymun olunuz!' demiştik." (A'râf: 166)
Hazret-i Allah'ın onları lânetlediğine, azabına müstehak kıldığına dair kıssalar Kur'an-ı kerim'in çeşitli yerlerinde beyan edilmektedir.
Muhammed Aleyhisselâm ise kendisine zulmeden, eziyet eden, iftira eden, Allah'a ve elçisine inanmayan kavmine rahmet ve merhamet etmiş ve niyaz etmesi sebebiyle kavmi toptan eski kavimler gibi helâk olmamıştır. Ancak uyarılarını dinlemeyen, tebliğ ettiği İslâm'ı yaşamayan, getirdiği Allah kelâmını tasdik ve tatbik etmeyip, dinini unutan kavimler ve isyan edenler birçok âfât ve felâketlere müstehak olmuşlardır. Bugün olduğu gibi.
"Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler, ne de ileri geçerler." (Nahl: 61)
Eski kavimler böyle oldu. Bizim âkıbetimizin ne olacağı belli değil!
Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ:
"İşte biz günahkârlara böyle yaparız." buyuruyor. (Mürselât: 18)
Eskiler hakkında da, sonrakiler hakkında da ilâhî takdir böyle tecellî eder. Bundan önce hiçbir kavim bu âkıbetten kurtulamamış, şimdi olduğu gibi ve ileride de bu gibi kimselerin lâyık oldukları cezalara kavuşacakları şüphesizdir.
Onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket ahirette vuku bulacaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizden önce de nice sünnetler (hadiseler) gelip geçti. Onun için yeryüzünde gezip dolaşın da, yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın!" (Âl-i imrân: 137)
Onlar Allah yolundan çıkmanın, Hakk'a hasım kesilmenin cezasını en ağır bir şekilde ödemişlerdir.
Binaenaleyh yoldan çıkanlara bir zamana kadar mühlet verilse de, onlar en sonunda lâyık oldukları acı âkıbetlere kavuşacaklardır.
Geçmiş ümmetler isyanlarının cezası çektiler, bizim cezamız ne olacak? Amma âfât, amma açlık, amma harp... onu Sahibimiz bilir. Bu isyan cezasız kalmaz.
•
Allah-u Teâlâ Fecr sûre-i şerif'inde geçmişte yaşamış birtakım kavimlerin küfür ve tuğyanları sebebiyle nasıl bir cezaya ve helâke maruz kalmış olduklarını beyan buyurmakta ve beşeriyete duyurmaktadır:
"Görmez misin Rabb'in nasıl yaptı Âd'e? Sütunlar sahibi İrem'e? Ki, o şehirler içinde benzeri yaratılmamıştı." (Fecr: 6-7-8)
Dünyada o güne kadar misli görülmemiş bir ihtişama sahiptiler. Dağlar içinde ilk defa bina yapmaya başlayan kavimdirler. Dağları yontarak kaleler, saraylar yapıyorlardı. Evleri kat kattı.
Halkın bütün imkânları kullanılarak cennete nazire olmak üzere büyük ve yüksek köşkler, kireçle dondurulmuş saraylar, konaklar inşa ediyorlardı. İçlerinde cesim havuzlar vardı.
Yazlık ve kışlık olarak yer değiştirdikleri için, iri cüsselerine uygun çadırlar ve ona göre uzunca çadır direkleri bulundururlardı.
Son derece kaba, haşin ve zorba idiler. Kendilerinden başkalarına hiç insafları yoktu. Ellerine geçirdikleri komşu kabileleri ve fakir halkı angaryalar, zulümler ve işkenceler altında köle gibi en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Öldürdüklerini zulümle öldürüyorlar, dövdüklerini zulümle dövüyorlar, aslâ merhamet etmiyorlardı.
Hud Aleyhisselâm'ın yıllar yılı yaptığı uyarılara bütünüyle kulak tıkadılar. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine verdiği fırsatları kullanamadılar. Sonunda da Allah-u Teâlâ onlardan ruhsatı aldı. Kasırga şeklindeki şiddetli bir rüzgârla onları helâk etti.
Âd kavmi sanki başka memleketlerde helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarından hiçbir iz ve işaret kalmadı. Geride sadece taş toprak yığınları, yıkık meskenler, kırık dökük sütunlar, yüzü koyun devrilmiş putları kaldı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onları bir süprüntü haline getirdik. Uzak olsun o zâlim kavim!" (Müminûn: 41)
Dünyaları mahvolup hayatlarını kaybettikleri gibi; bu rüsvaylıkla da kalmadılar, Allah-u Teâlâ'nın âlemleri ihata eden engin rahmetinden mahrum edildiler. Onlar bu cezaya müstehak olmuşlardı. Bu müstehak oluşları ebedî hayatlarının helâkine vesile oldu, böylece cehennemi boyladılar.
Allah-u Teâlâ onlara verdiğini başkasına vermediği halde, onları nasıl yakaladı ve helâk etti. Biz kim oluyoruz? Bizim azgınlığımızı da herhalde yanımıza bırakmayacak. Amma er, amma geç!..