İlk insan Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm’dan üreyen insanların da menşei toprak ve sudur. Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana geliyor.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?” (Mürselât: 20)
Hakir su olan meni, erkeğin sulbünden çıkar. Yumurtacık ise kadının göğüs kemikleri arasından çıkar. Nitekim doğum yapan kadının göğsünde süt meydana gelmesi, göğüsle ana rahmi arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
“Sonra o suyu bir süreye kadar sağlam bir karargâh olan rahime yerleştirdik.” (Mürselât: 21-22)
Ana rahmine “Sağlamlık” sıfatının verilmesi apaçık bir mucizedir. Çocuğun ne kadar sağlam bir koruma içinde olduğunu bilenler bu inceliği anlayabilirler.
Cenin ana rahminin derinliklerinde, köprücük kemikleri arasında her türlü sarsıntı ve tehlikeden korunmuş olarak karar kılar. Allah-u Teâlâ, ceninin teşekkül ettiği yeri o kadar intizamlı düzenlemiş ki, yavrunun gelişmesi için lüzumlu olan hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.
“Biz buna güç yetirmişizdir.” (Mürselât: 23)
Düşünmeli ki bir nutfe ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir. Buna O’ndan başka hiç kimse güç yetiremez.
“Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz!” (Mürselât: 23)
Düşünen bir insan ilâhî sanat eserlerindeki mucizeleri hayranlıkla seyreder, eserden Müessir’e intikâl eder.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 24)
Yazıklar olsun gerçeklere karşı kulaklarını tıkayan nankörlere!
Âdem Aleyhisselâm’dan bu güne kadar gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini yapmaya devam edecektir.
Yeryüzünde birçok değişikler olmakta, kevnî mucizeler gözler önünde parlayıp durmaktadır.
Gökyüzü de onun tavanı olarak bina edilmiş ve ona yeryüzünü muhafaza etme vazifesi verilmiştir.
Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan önce de yeryüzü yaygındı.
“Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için toplanma yeri yapmadık mı?” (Mürselât: 25-26)
Yeryüzü insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ölüler ise toprağın altında kabirlerde otururlar.
Yeryüzünü enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim verip genişletmesi, orada yaşayanlar açısından büyük bir nimettir.
Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.
“Yeryüzünde haşmetli dağlar meydana getirdik.” (Mürselât: 27)
Eğer yeryüzü döşenmemiş, üzerinde dağlar oturtulmamış olsaydı; görülmekte olan hayat şartları meydana gelmeyecek, üzerinde durabilme imkânı olmayacaktı.
Bunların hepsi de bir takdir ve tedbire delâlet etmektedir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 28)
Elbette ki onlar kahr-ı ilâhîye müstehak olmuşlardır.
Suyu güneş harareti vasıtasıyla buharlaştırıp bulutlaştıran ve yağmur hâlinde indiren, bütün canlıların hayatının devamını sağlayan ve buna muktedir olan sadece Allah-u Teâlâ’dır. Buhar şeklinde saf ve berrak olarak denizlerden yükseltip bulutlarda toplar, sonra da onu yağmur şeklinde indirir. Bu fizikî ve kimyevî hadiseler kendiliğinden değil, ilâhî bir plân dahilinde cereyan etmektedir.
Rüzgârlar bulutları O’nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O’nun tayin ettiği zamanlarda yağmur yağdırırlar.
İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış, onun tatlı olmasını da takdir buyurmuştur.
Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Su şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da bulunur, yağmur yağdığında yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.
Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken, karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını sürdürebilmektedirler.
“Size tatlı sular içirdik.” (Mürselât: 27)
Tatlı suları bulutlardan O indirmiş, pınarlardan kuyulardan O çıkarmıştır.
Allah-u Teâlâ bu şartları hazırlamasaydı, dünyada yaşamak mümkün olmayacaktı.
O’nun mülkünde yaşayan, O’nun verdiği rızık ve O’nun bahşettiği su ile beslenen insan, nasıl olur da kendisini Rabb’inden müstağnî görür?
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 28)
Karşılaşacakları cezalara şimdiden hazır olsunlar!
Allah-u Teâlâ azaba müstehak olanları tahkir etmek için cehennemin üç kola ayrılmış bunaltıcı dumanına “Gölge” ismini vermiştir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Üç kola ayrılmış olan, fakat ne gölgelendiren ne de alevlerden koruyan bir gölgeye gidin!” (Mürselât: 30-31)
Alevler yükselip de üstünden dumanlar çıktığında onun şiddet ve kuvveti üç kola ayrılır. Bu dumanın gölgesi ne gerçek gölgeliktir, ne de kişiyi alevin kucağından korur. Bu cehennemî bir gölgedir, kızgın ve bunaltıcı bir gölgedir. Nefesleri keser, insanı ateşle dağlar. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hayırlıdır. Bir gölge ki ateşin alazlamasından, alevlerinden korumuyor. Azap üstüne azap veriyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların üstlerinde (gölgeler gibi üstüste gelmiş) ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar var.” (Zümer: 16)
Nasıl ki cennetin dereceleri varsa, cehennemin de tabakaları ve dereceleri vardır. Âsiler ateş tabakaları arasında kalırlar, ateşle her tarafları kaplanır.
İşte münkirler böyle şehvetlere, gafletlere dalmış, heva ve heveslere uymuş, haramlara yönelmiş, ahiret âlemini hiç hesaba katmamış oldukları için can yakıcı azaplara giriftar olmuşlardır.
“O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir.” (Mürselât: 32)
Kıvılcımları ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu kim bilir nasıl olur?
“Sanki o kıvılcımlar sarı sarı develer gibidir.” (Mürselât: 33)
Çokluk ve çabuklukta sarı develere benzeyen saray gibi büyük kıvılcımların, bir de yukarıya doğru fırlayıp da tekrar cehennemliklerin üzerine şiddetle düşmesi, şüphesiz ki azap üzerine azap verir.
Saray gibi, deve gibi kıvılcımlar atan, alev alev yükselen cehennem, hazır vaziyette sahiplerini beklemektedir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 34)
Hiçbir azap hiçbir şekilde kendilerinden bertaraf edilmeyecektir.
Mahşer yerinin özelliklerinden birisi de, çeşit çeşit sahnelerle karşılaşılmış olmasıdır.
Şöyle ki;
Kimisinde her insan kendisini kınayacak, kimisinde suçlar başkalarına atılacak, bazı sahnelerde kullar sorguya çekilecek, bazı zamanlar hiçbir şey sorulmayacak, kimi zaman da tek kelime konuşmaya müsaade edilmeyecektir.
“Bu, onların konuşamayacakları gündür.” (Mürselât: 35)
Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez. Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.
Sükuta mecbur olurlar. Çünkü kendilerine verilen fırsatları kaçırmanın üzüntüsü ile yanar kavrulurlar. Kaçış yolları yok, kendilerine yardımcı olabilecek hiçbir kimse yok, mazeret öne sürüp kurtulabilme ümitleri yok, başlarının derdini düşünmekten başka çareleri de yok...
“Kendilerine izin de verilmez ki mazeretlerini beyan etsinler.” (Mürselât: 36)
O gün hiç kimseye: “Günahkâr sen misin? Yoksa başkası mı?” gibi sorular sorulmaz. Şahsının tanınması, suçlu olup olmadığının anlaşılması için, şuradan buradan sorularak araştırmaya ihtiyaç yoktur, simâları hallerini göstermeye yeterlidir. Zaten korku içinde olacakları için, kendilerini belli edeceklerdir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 37)
Cezaya ve azaba ne kadar lâyık oldukları artık ortaya çıkmış olur.
“İşte hüküm günü budur. Sizi de sizden öncekileri de bir araya toplamışızdır.” (Mürselât: 38)
O gün hüküm günüdür, özür beyan etme günü değildir.
Dünyada bir çok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki hakettiği halde mükâfat alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı verilir. Zâlimler beraat ederken mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına yükletildiği de görülmektedir.
Mahkeme-i kübrâ’da ise bu gibi adaletsizlikler olmayacak, herkes yaptığının karşılığını tam olarak alacaktır. Kâfirler azaplandırılırken, inananlar mükâfatlandırılacaktır.
“(Kurtulmanız için) bir hileniz varsa, gösterin bana hilenizi!” (Mürselât: 39)
O’nun kabzından kurtulmaya hiç kimsenin gücü yetmez.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 40)
Onlar o gönülleri parçalayan günde en büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalacaklardır.
Cennette gece ve gündüz yoktur, hep aydınlıktır. Sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar soğuktur. Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgâr eser.
Halbuki kâfirler cehennemde pis kokulu, çok sıcak kara duman gölgesinde bulunmaktadırlar.
Allah-u Teâlâ farzları yerine getirip haramları terkeden, kulluk vazifelerini yerine getirmekte bir an tereddüt göstermeyen müttaki kullarına cennette hakiki gölgelikler, tatlı pınarlar, canlarının çektiği çeşit çeşit enfes meyveler hazırlamıştır.
“Muttakiler ise gölgeler altında ve pınar başlarındadırlar.” (Mürselât: 41)
Bakış zevki ayrı, faydalanma zevki ayrı... Ancak cennetteki gölge böyle olabilir.
İnsana huzur veren gölgelerde, ağaçlar altından akan pınarlar başında ve arzu ettikleri meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.
“Canlarının çektiği meyveler arasındadırlar.” (Mürselât: 42)
Böylece o güzel yurtta karar kılarlar. Bu kadar muhteşem zevk ve sefa ile kalmazlar, bu gibi görülen ve işitilen ulvî hizmetlerin yanında, onlara ikram olsun diye taraf-ı ilâhî’den bizzat taltif olunurlar:
“Yaptıklarınıza karşılık olarak âfiyetle yiyin için!” (Mürselât: 43)
Bunun için ne bir sınır var, ne de bir sıkıntı. Daha önce işlemiş olduğunuz güzel işlerinizin karşılığı işte budur!
“İşte biz iyilik yapan muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.” (Mürselât: 44)
Rabb’inizin hoşnutluğunu kazanacak işler işleyiniz ki, bu mükâfatlara eresiniz.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 45)
Yalancıların ve güneş gibi ortada olan hakikatleri yalanlayıcıların o gün ne bir dostları ne de bir yardımcıları bulunacak, her türlü felâketler onları bekleyecektir.
Mümin ve müttaki olanlara cennet-i âlâ’da seslenilirken, bunlara dünyada şöyle sesleniliyor:
“Yiyiniz, faydalanınız biraz!” (Mürselât: 46)
Eceliniz gelinceye kadar dünyanın geçici zevklerinden faydalının. Hiç şüphesiz ki tattığınız tadacağınız lezzetler bununla sınırlı olacak, cehenneme girdiğiniz zaman bu lezzetlerin kokusunu bile duyamayacaksınız, ayrıca cehenneme de odun olacaksınız, azap üstüne azap çekeceksiniz!
“Gerçek şu ki sizler suçlusunuz!” (Mürselât: 46)
Bu suçlarınız sizi küfre sokmuş, cennetin ebedî zevklerinden mahrum bırakmıştır.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 47)
Onlar bu cezâyı kendileri istemişler, yaptıkları kötü işlerle ve art niyetlerle Allah-u Teâlâ’nın gadabını üzerlerine çekmişlerdir.
“Onlara: ‘Rüku edin!’ denildiği zaman rükû etmezler.” (Mürselât: 48)
Her türlü ısrarlı uyarmalara rağmen hiç kulak vermezler, hak ve hakikat karşısında büyüklenmelerinde ısrar ederler.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 49)
Artık onlar hiçbir kurtuluş çaresi bulamayacaklardır.
“Artık onlar bundan sonra hangi söze inanacaklar?” (Mürselât: 50)
Gerçeği en güzel bir şekilde kesin delillerle bildiren ve apaçık bir mucize olan Kur’an’a inanmayınca, hangi kitaba inanacaklar?
Kullarını dünya sâdetine ahiret selâmetine erdirmek için peygamberlerini gönderen, kitaplarını indiren Allah-u Azîmüşân’ın şânı ne yücedir!