Mekke-i mükerreme’de “Hümeze” sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur. Elli Âyet-i kerime, yüz seksen kelime ve sekiz yüz on altı harften müteşekkildir.
Adını, birinci Âyet-i kerime’de geçen “Mürselât” kelimesinden alır. “Urf” adlarıyla da anılmaktadır.
Bu mübârek Sûre-i celîle muhtevâsı bakımından; doğruyu eğriden, mümini kâfirden ayırt eden kıyametin, mutlaka gelmekte olduğunu haber vermektedir.
Sûre-i şerif’in ilk yedi Âyet-i kerime’sinde rahmetinin gerçekleşeceğini gösteren şeylere yemin edilerek, üzerine yemin edilen bu beş şeyin yüceliği belirtilmektedir.
Sekizinci Âyet-i kerime’den on altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; kıyametin cezâ ve mükâfât günü olduğu, kararlaştırılan bir zamanda gerçekleşeceği bildirilmektedir.
On altıncı Âyet-i kerime’den yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime’ye kadar; insanlar yok olduktan sonra onları tekrar geri çevirmeye Allah-u Teâlâ’nın muktedir olduğunu belirten deliller ortaya konulmaktadır.
Yirmi dokuzuncu Âyet-i kerime’den kırk birinci Âyet-i kerime’ye kadar; ahireti inkâr edenlerin ahiretteki kötü âkıbetleri, orada görecekleri azapların şiddeti, karşılaştıkları pek vahim durumlar insanların ibret nazarlarına arzedilmektedir.
Kırk birinci Âyet-i kerime’den kırk beşinci Âyet-i kerime’ye kadar; Rabb’lerinin iman eden bahtiyar kullarına hazırladığı ihsan ve ikram müjdelenmektedir.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde ise; gözler önüne serilen nice hakikatleri inkâr eden kâfirlere, sonlarının çok korkunç olacağı ihtar edilmektedir.
Mürselât sûre-i şerif”inde:
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!”
Âyet-i kerime’si on defa tekrar edilmektedir. Bu ilâhî beyanda, inkârcılar için çok büyük bir tehdit vardır.
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için Sûre-i şerif’in başında; “Mürselât”, “Âsifât”, “Nâşirât”, “Fârikât”, “Mülkiyât” adı ile beş şeye yemin etmiştir.
“Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!” (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Bütün bunların hepsi O’nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O’nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira, yaratmak da emretmek de Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime’de geçen “Gönderilenler”den murad; hayır ile müjdeci olarak peşpeşe gönderilen melekler, “Lâ ilâhe illâllah” ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen peygamber vekilleridir.
Onların vekillerinden murad ise, kibâr-ı evliyâullah’tan olan Mürşid-i kâmil’lerdir; başkasına şâmil değildir.
Yani bunları O gönderiyor, Allah-u Teâlâ’nın izniyle hakiki cihadı bu gönderilenler yapıyor.
•
“Estikçe eserek, (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!” (Mürselât: 2)
Estikleri zaman ağaçları kökünden söken, izleri değiştiren rüzgârlar gibi, Din-i mübin’e gönül veren mücahidler de şiddetle eserler, zararları ve zararlıları savurup atarlar. Bunlar da gönderilenlerdir, vazifeleri de budur.
Bunlara bir nevi akıncı denir. Osmanlı ordusunun akıncı kuvvetleri vardı, gittikleri yerlerde Din-i mübin’i neşrederlerdi. Günümüzdeki iman kurtarıcısı akıncılar da bu müjdeye, bu tebşirâta girmektedirler.
•
“(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!” (Mürselât: 3)
Hakikat Cenâb-ı Hakk’ı tarif eder, ulvî gerçekleri beyan eder.
Hakikat tohumlarını yayanlar, hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmezler. Vazifelerini bihakkın yürütmek isterler. Hakikati tebliğ ederler. Hakikati duyurmaya, nûr-î ilâhî’yi ulaştırmaya çalışırlar; halkı Hakk’a götürürler ve her şeyden temizlerler. İnsanları irşad etmek için uğraşırlar. Hakikati yaydıkça yayarlar ve iman kurtarırlar.
•
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar.” (Rahmân: 19-20)
Bu karışmamanın bâtınî mânâsı; Allah-u Teâlâ hakikati de salmıştır, dalâleti de salmıştır. Fakat aralarında mürşid-i kâmil vardır, birbirine karışmazlar.
Burada Allah-u Teâlâ kudretini izhar ediyor. “Ol!” demekle perde husule geliyor, “Karışma!” emrini veriyor. Tatlı ve tuzlu sular birbirine karışmıyor. Bu engeli koyan O’dur.
Kudretini öyle bir koyuyor ki, o perde O’nun hükmü oluyor. O böyle hükmetti, o berzahı kurdu. O berzahı aşmak mümkün değil. Hakikat bir tarafta kaldı, dalâlet bir tarafta kaldı. Hükmünü yürüttü; berzah oldu, perde oldu. Fakat görünüşte perde. Aslında perde diye bir şey yok, Allah-u Teâlâ’nın hükmü var.
Asıl perde O’nun emri ve hükmüdür. O’nun emri ve hükmü yürüyünce hakikat ile dalâlet birbirine karışmıyor.
•
“(Kalplerde) Allah’ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 5)
İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.
“Gerek (Allah’a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun.” (Mürselât: 6)
Allah-u Teâlâ’ya yönelenleri arındırmak için, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için öğüt telkin ederler. Her fesatçının amansız düşmanıdırlar.
Bütün yalancıların, fesatçı ve ifsatçıların hiç çekinmeden üzerlerine giderler. Ümmet-i Muhammed’i fesat ve ifsattan kurtarmak için, dolayısıyla imanlarını kurtarmak için hakikati bütün açıklığı ile tebliğ ederler.
Bütün gaye ve maksatları Nûr-i Muhammedî’nin yayılması, insanların Allah ve Resul’ünde birleşmesidir.
Nihayet bütün bu yeminlerden sonra, bu yeminlere cevap olarak yedinci Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bilin ki size vaad olunan şeyler mutlaka olacaktır.” (Mürselât: 7)
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek ve üzerine yemin edilen şeylerin şerefini yüceltmek için beş şeye yemin etmiştir.
Kıyamet günü kesinlikle gerçekleşecektir. Hakk’a ve hakikate uyanların hayırla, Hakk ve hakikatten yüz çevirenlerin de şerle karşılık görmesi mutlaka meydana gelecektir.
Kıyametin mutlaka kopacağını, beşer hayatının devamı için çok mühim olan beş şeye yemin ederek bildiren Allah-u Teâlâ; daha sonra kıyamet hadisesinin dört korkunç safhasını Âyet-i kerime’lerinde ayrı ayrı açıklayarak yalancıları uyarmakta, iman edenleri de çok dikkatli olmaya dâvet etmektedir:
“Yıldızların ışığı söndürüldüğü zaman.” (Mürselât: 8)
Kâinatın mevcut düzeni alt-üst olunca; kendilerine mahsus sistemi, hareket tarzı, yörüngesi olan yıldızlar da birbirine çarpıp parçalanır, dağılıp dökülürler. O kadar çok ve o kadar ışık saçtıkları halde mahvolur giderler. Nurlarını kaybederler, aydınlıkları kaybolur, yerlerinden kopup yağmur taneleri gibi yeryüzüne serpilirler. O gün gökyüzü yıldız yağdıracaktır.
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hepsini içine alacak ölçüde olacaktır.
“Gök yarıldığı zaman.” (Mürselât: 9) (Bakınız; İnşikâk: 1)
Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da her şeyi kendi sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır.
O günün dehşetinden gök her taraftan yarılır, o yarıklar göklerin kapıları mesabesinde olur. İlâhî kudret bu şekilde de tecellî edecektir.
Allah-u Teâlâ kıyamet koptuğu zaman dağların da köklerinden sökülüp yürütüleceğini, yüksekliklerinin düzlüğe dönüşeceğini, hepsinin de havada uçuşan zerrecikler hâline geleceğini beyan buyurmaktadır:
“Dağlar ufalanıp savrulduğu zaman.” (Mürselât: 10)
O muhteşem cesâmetleri ve ağırlıkları ile beraber yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılırlar. Kendilerinden bir eser bile kalmaz, hiçbir iz kalmamacasına kaybolup giderler.
Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi hâline gelir.
Dağlar böyle olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.
O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri yoktur. Daima bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk’a yanaşmaz ve Hakk’ı kabul etmezler.
“Peygamberlerin belirli vakti geldiği zaman!” (Mürselât: 11)
Bu hadise her peygamberin kendi ümmeti lehinde veya aleyhinde şâhitlikte bulunmak üzere hepsinin bir araya getirilerek ilâhî sorguya muhatap olacaklarına işarettir.
“Hangi güne ertelenmiştir?” (Mürselât: 12)
Peygamberleri yalanlayanlara azap edilmesi, iman edenlerin yüceltilmesi, amellerin arzedilmesi ve hesap günü gibi halkı iman etmeye çağırdıkları şeylerin ortaya çıkması hangi güne ertelendi?
“Hüküm gününe! (Mürselât: 13)
O gün vuku bulacak korkunç ve şiddetli hadiselere karşı müthiş bir şaşkınlık duyulacağını ifade için Allah-u Teâlâ böyle bir sual sormaktadır.
“Hüküm gününün ne olduğunu bilir misin?” (Mürselât: 14)
Hak ile bâtılın, haklı ile haksızın ayırt edileceği o gün, akıl ve düşüncenin kavrayamayacağı, hayâl bile edemeyeceği kadar büyük bir gündür. Gününü hiç kimse bilip hakkıyla takdir ve tayin edemez.
Öyle bir gün ki; Allah-u Teâlâ kendi mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacak, inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü, zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
O’nun kabzından kurtulmaya hiç kimsenin gücü yetmez. O gün hüküm günüdür, özür beyan etme günü değildir.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay hâline!” (Mürselât: 15)
Bu Âyet-i kerime Mürselât sûre-i şerif’inin her bir bölümünün sonunda tekrarlanan âyetidir.
Allah-u Teâlâ bu korkutucu Âyet-i kerime’lerin Kur’an-ı kerim’de tekrar edilmesinin bir hikmetini Âyet-i kerime’sinde şöyle bildirmektedir:
“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda tehditleri tekrar tekrar açıkladık. Umulur ki Allah’tan korkarlar veya o, kendileri için bir hatırlatma olur.” (Tâhâ: 113)
Allah-u Teâlâ yalanlayanları o gün meydana gelecek hadiselerin korkunçluk ve dehşetiyle ihtar ettikten sonra, tekrar onları intikamı ile korkutmakta ve Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Biz öncekileri helâk etmedik mi?” (Mürselât: 16)
Uyarıcıları yalanlayanları daha dünyadalarken nice felâketlere uğratmadık mı?
“Sonra geridekileri de onların arkasına takacağız.” (Mürselât: 17)
Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerinden sonra türeyen, küfürde ve yalanlamada öncekilerin yolunu tutanlardır. Bu Âyet-i kerime bu ümmetten yalanlayıcılara bir tehdittir.
“İşte biz günahkârları böyle yaparız!” buyuruyor. (Mürselât: 18)
Eskiler hakkında da sonrakiler hakkında da ilâhî takdir böyle tecellî eder. Bundan önce hiçbir kavim bu âkıbetten kurtulamamıştır. Şimdi olduğu gibi ve ileride de bu gibi kimselerin lâyık oldukları cezalara kavuşacakları şüphesizdir.
“O gün, (hakikatleri) yalanyanların vay haline!” (Mürselât: 19)
Onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket ahirette gerçekleşecektir.