Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fütûhâtü’l-Mekkiyye”de yer alan bir beyanında; Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın Allah ile ahlâklanıp, ahlâkın güzelliklerini tamamlama husûsunda Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’a bir yoldaş kılınacağını; ayrıca ona verilecek olan ilmin de, onun şeriatındaki şeyler cümlesinden olacağını haber vermiştir:
“Hâtemü’l-velâyeti’l-Muhammediyye kendisine hak kılınan kimsenin sıfatı; Allah ile güzel ahlâkı ve ahlâk cihetinden insanlara hâsıl kılınan şeylerin tümünü tamamlamak sûretiyle bir ‘Hâtem’ olmaktır. Bu ahlâkın meydana getirildiği kimse, Allah ile ahlâkı sarfetmeye muvaffak kılınır. Hiç şüphesiz ki bu da, gâyeler farklı olduğu için böyle olur. Güzel ahlâk, O’nu gâye edinmeye muvâfakatten ibâret olan, kişinin O’nunla beraber olup, O’nunla ahlâklanmasıdır. Başkasının yanında övülmek ya da zemmedilmek bundan daha başkadır. Vücûdun içine yerleştirilmediği vakit yaygınlaşan ise, âleme güzellikle muvâfakattir ki, ona nisbetle bu husustaki en güzel nazar da, Hakîm (et-Tirmizî)’nin nazarıdır: ‘İstenilen şeyi istenildiği an, istenildiği gibi yap! Mevcûdâtın içine nazar edilirse, Hakk’ın benzeri bir sâhip bulunmaz; O’nun seni sâhiplenmesinden daha güzel bir sâhiplenme de olmaz.’”
“Ben onun muâmelesindeki saâdeti ve O’nun irâdesindeki muvâfakati gördüm. O’nun haddi ve şeriatı hakkındaki gözcülük, onun ve tâbîlerinin yanıbaşında durur. O’nun ilmi de O’nun şeriatındaki herhangi bir şey cümlesinden olur. Pak bir Melîk’e ve mükerrem bir Resul’e Allah’tan başkası nasıl karışabilir? Melik, mülkü elinde bulunduran kimseden ibâret olunca, Hakk sâhibini gözeteceklere de, zikrettiklerimizin tümüyle bir gözcü olur; ilâhî ahlâkı da ancak Efendi’siyle birlikte sarfeder.
İşte bu mesâbe ile vâredilince de, O’nun Resûl’ü hakkında;
‘Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk üzerindesin!’ (Kalem: 4) diye beyan buyurulan şeyin ve (Hazret-i) Âişe’nin;
“O’nun ahlâkı Kur’an’dı. Sıdk makâmındaki, kudret ve kuvvet sâhibi Hükümdâr’ın huzûrundaki Hakk diliyle; Allah’ın övdüğünü över, Allah’ın zemmettiğini zemmederdi.’ sözünün benzeri, artık onun hakkında da söylenir.
Onun aslından senin karşına çıkıp da, onun ahlâkını âleme yayınca ve tüm ufuklara kadar vâsıl kılınca; ‘Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk üzerindesin.’ buyruğuna göre, onun velâyet-i Muhammediyye sıfatına sâhip olan bu kimseye de hatme erdirme hakkı kazandırılarak; ona bir yoldaş kılınır.
Allah bizi, hidâyet yoluna kendisiyle hidâyet ettiklerinden kılsın ve onu da, onun üzerinde yürümeye ve O’nun hidâyetine erdirmeye muvaffak eylesin!” (“Fütûhâtü’l-Mekkiyye an Esrâri Memleketi’l-Mâlikiyye ve’l-Mülkiyye”; c. 3, s. 88-89, bas.: Beyrut, 1994)
Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin bu beyânı o kadar mühim bir noktaya varıyor ki; Hâtemü’l-evliyâ’nın Resulullah Alehisselâm’ın ahlâkı ile ahlâklanması mânâsına geliyor. Onun veklâleti ile berâber, ona verilenlerin hepsi ona da verilmiş!
Allah-u Teâlâ onun yerine onu oturttuğu için, ona ihsan ettiğini olduğu gibi ona da ihsân etmiştir. Onun vârisi olduğu için bu isim onun hakkında da söylenir. Çünkü “Hâtem” ikidir.
Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak demek; o Hakk iledir, Hakk’ın huzûrundadır, Hakk’tan aldığını verir, O’nunla berâberdir. O Hakk’ın istediği iledir, onda kendi arzusu yaşamaz. Yâni Allah-u Teâlâ neyi istiyorsa o da onu ister. Onda nasıl teccellî etmişse o ondan memnundur, onda kendi arzusu diye bir şey yoktur!
O dâimâ Allah-u Teâlâ ile hemhâldir; gönlünde O’nu taşır, hâlâtında da O’nunla yaşar. Daha açığını söyleyeyim; sen bir kapaksın, kaldır onu O çıkar. Sen bir örtüsün, örtünün altında O var. Bu mevzunun bir çok incelikleri varsa da, özünü soy ve ahlâk alıyor.
Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fütûhâtü’l-Mekkiyye”nin başka bir bâbında yer alan diğer bir ifşaatında, bu “Hâtemü’l-velâye”nin, Araplar arasından seçilecek en şerefli bir kimse ile gerçekleşeceğini haber vermektedir.
Buyururlar ki:
“Velâyet-i Muhammediyye bu Arap soyundan bir kişidedir ki, o bu milletin en asillerinden bir zâttır.” (“Fütûhâtü’l-Mekkiyye”, s. 214, trc. S. Alpay)
Diğer bir beyanları ise şöyledir:
“İşte bu sona getirecek ve bizim beklediğimiz Mehdî değildir. Bu ancak kendi ehl-i beytinden olacak birisidir.” (“Fütûhâtü’l-Mekkiyye”, s. 214)
Asâlet; temiz, nezih ve asıldan gelen bir soydur. Temiz nesil demek; ilim ile, irfan ile, edep ile süslenmiş bir sülâleden gelmiş demektir. Hiç bozulmamış, en küçük bir inhirâf etmemiş; tertemiz, berrak, bulanmamış, kirlenmemiş, pislenmemiş kimse bir asildir. Asil budur, bunlar azmaz.
Hani bir tâbir var:
“Nâdir bulunur tıynet-i kemâlde kusur,
Kem mâyede eyler, ne ki eylerse zuhûr!”
Asâlet ne demektir? Hakikatin özüdür! İlim, irfan, imân ve her şey o özden çıkar. Bozuk sülâleden çıksa da bulanık olur.
Şeyhü’l-ekber MuhyiddÎn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Hatmü’l-evliyâ’”da sorduğu soruları cevaplandırmak için yazdığı “Kitâbu’l-Cevâbü’l-Müstakîm ammâ Se’ele anhu et-Tirmizî el-Hakîm” adlı eserinde, bu sorulardan on üçüncüsü olan; “Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Hâtemü’n-nübüvve’ye hak kazandığı gibi, Hâtemü’l-evliyâ’ olmaya kim hak kazanmıştır?” sorusuna şu cevabı vermiştir:
“Buna hak kazanan, ceddine (Muhammed Aleyhiselâm’a) çok benzeyen bir kimsedir. O Arapça’yı pek iyi konuşamaz, fakat ahlâkı hususunda da ondan farklı olmaz.” (“Kitâbu’l-Cevâbü’l-Müstakîm ammâ Se’ele anhu et-Tirmizî el-Hakîm”, Beyazıt Devlet ktp. Genel, nr.: 3750, vr. 242b)