Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - "Parçalanıp Ayrılığa Düşenler Gibi Olmayın!" (Âl-i imrân:105) Fitne, Fesad ve Bölücülük Memleketimizi Sardı! - Ömer Öngüt
"Parçalanıp Ayrılığa Düşenler Gibi Olmayın!" (Âl-i imrân:105) Fitne, Fesad ve Bölücülük Memleketimizi Sardı!
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Aralık 2005

 

“Müminler Ancak Kardeştirler. Öyleyse Kardeşlerinizin Arasını Düzeltin ve Allah’tan Korkun ki, Size Merhamet Edilsin.”
(Hucurât: 10)

“Ruhum Kudret Elinde Bulunan Allah’a Yemin Ederim ki, İman Etmedikçe Cennete Giremezsiniz. Birbirinizi Sevmedikçe de Hakkıyla İman Etmiş Olamazsınız.”
(Hadis-i şerif, Müslim)

“Bir Mümin Diğer Bir Mümin İçin Birbirine Kenetlenen Tuğlalar Gibidir. Birbirinden Kuvvet Alır.”
(Hadis-i şerif, Münavî)

“PARÇALANIP AYRILIĞA DÜŞENLER GİBİ OLMAYIN!”
(Âl-i imrân: 105)

 

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Allah’ın öyle kulları vardır ki, ne peygamber ne de şehid olmadıkları halde, peygamberler ve şehîdler o kimselerin Allah indindeki derecelerine gıpta edecekler. Bunlar, aralarında ne akrabalık ne de mal menfaati olmadığı halde, birbirlerini sırf Allah rızâsı için seven kimselerdir.

And olsun ki, kıyamet gününde bunların yüzleri nûr saçacak, bütün vücudları da nur içinde olacak. Herkes korktuğu zaman onlar korku yüzü görmeyecek, herkes kederlendiği vakit onların gönlüne hüzün girmeyecek.” (Ebu Dâvud)

 

Fitne, Fesad ve Bölücülük Memleketimizi Sardı:

Allah-u Teâlâ birliği-beraberliği emrettiği, müslümanların kardeş olduğunu beyan buyurduğu halde dinde bölücülük, vatanda bölücülük, kavmiyetçilik fitneleri ortalığı sardı. Bu fitne ve bölücülükler memleketimize çok büyük zararlar veriyor, küffarın ekmeğine yağ sürüyor.

“Allah’a ve Resul’üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider.” (Enfâl: 46)

Küffar sinsice zehrini zerkediyor. Bazı aymazlar ise küffarla işbirliği yapmakta bir beis görmüyor. Küffarın vatandaşı olmuş, oradan beslenir ama gelip vatanımıza sahip çıkıyor görünür. Bu mu müslüman? Memleketimizi bu küffarın ajanlarına mı teslim edeceğiz? Küffarın müslüman memleketlerine nüfuz etmesine yardım mı edeceğiz? Asla! Zaten yüzyıllardır bu necip milletle uğraşıyorlar. Allah’ımız muhafaza etsin.

 

İslâm Dini Birliği Emreder:

Kur’an-ı kerim’de müslümanların birlik ve tesanüd içinde olmalarını, parçalanıp ayrılığa düşmemelerini emreden; ayrılığın ve ayrılık yapanların İslâm’a ve müslümanlara büyük zararlar verdiğini beyan eden birçok Âyet-i kerime’ler mevcuttur:

“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.

Hepiniz topluca sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın.

Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.

Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı.

İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor.” (Âl-i imrân: 102-103)

Bu Âyet-i kerime’ler Ashâb-ı kiram’ın câhiliye devrindeki durumları ile, iman şerefiyle müşerref olduktan sonra kazanmış oldukları saâdeti beyan buyurmaktadır. Bu büyük nimet kıyamete kadar, kendisini Allah’ın dinine teslim eden her müslüman için de aynıdır. Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.

İmanla, basiretle tetkik edildiği zaman görülecektir ki bu husus çok mühimdir ve her müslümanın imanını koruması için bu durumu daima göz önünde bulundurması gerekmektedir.

İslâm dini kardeşlik dinidir. Birlik, beraberlik, kardeşlik, huzur ve medeniyetin temelidir. Bugün yaşanan ayrılıklar, terör ve fitneler İslâm dininden uzaklaşmamızdan, dinde ve vatanda bölücülük yapılmasından kaynaklanmaktadır.

“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara: 208)

İslâm dini gönüllere huzur, kalplere şifadır. Gönüllerdeki fitne ve fesadı yok eder, insanları kardeş yapar. Zira Allah-u Teâlâ fitne ve fesadı sevmez. Bunun en büyük delili Resulullah Aleyhisselâm’ın gönderildiği asır ve toplumda çok kısa zamanda yaşanan muazzam inkişaftır.

Öyle bir inkişaf ki; nur kaynağı Muhammedî güneş, karanlık ufukları aydınlattı, hayata gençlik getirdi. Bıçak bıçağa gelmiş, birbirlerinin kanına susamış, vahşî hayvanlar gibi dağılmış, kabileler halinde ilkel bir hayat yaşayan Araplar, birleşip tek bir vücud haline geldiler. İman şerefi ile müşerref, Kur’an nûru ile münevver oldular. Cahili âlim oldu, harpçisi sulhsever oldu. Fitne fesad deryasında yüzenler salâha erdi. Müfsidler muslih, bozguncular ıslah oldu. Yol kesenler yol gösterici oldu. Kin ve düşmanlıkları sevgi ve dostluğa, bedevîlikleri medenîliğe inkılâb etti. Öyle bir medeniyet ki, bütün bir dünyaya, günümüz insanlığına ışık tutan bir medeniyet!... Medeniyet yüzü görmemiş, devlet nedir, düzen nedir yaşamamış bir toplum kısa zamanda koskaca bir medeniyet haline geldi.

Bu inkılap Resulullah Aleyhisselâm’ın çok aşikâr bir mucizesi, İslâm’ın mükemmelliğinin büyük bir delilidir.

“Onların gönüllerini birleştiren Allah’tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfâl: 63)

Bugünkü fitne ve fesadın en büyük ilacı yine Resulullah Aleyhisselâm’ın nuruna tabi olmak, İslâm’ın kardeşlik dairesinde hemhal olmaktır. Irkçılık ve bölücülük fitnesi içerisinde yakıp, yıkıp, öldürenler Allah-u Teâlâ’nın indinde çok büyük bir suç işlemişlerdir. Hem İslâm’a hem de vatana ihanetin cezası çok büyüktür. Hem dünyada hem de ahirette...

“Hem sizden hem de kendi topluluklarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine başaşağı atılırlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sulh işini size bırakıp ellerini çekmezlerse, onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte öylelerine karşı size apaçık yetki verdik.” (Nisâ: 91)

 

Birlik ve Beraberlik İslâm’ın Meyvesi Hazret-i Allah’ın Nimetidir:

Kavmiyetçilik ve kabilecilik fitnesi bütün bir Arabistan’ı işgal etmiş olduğu gibi, Medineli Evs ve Hazreç kabileleri de birbirine hasım durumda idi. Bu iki kabile arasında câhiliye devrinde birçok savaşlar yapılmış ve kötülüğü devam ettiren işler meydana gelmişti. Resulullah Aleyhisselâm’ın teşrifi ve İslâm dini’nin nuru ile Allah-u Teâlâ bütün bunları lütuf ve keremi ile kaldırmış, yerini huzur ve sükûn almıştı.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, Kudüs halkına verdiği emannamenin hutbesinde Hazret-i Allah’ın bu nimetini ikrar ederek şükrünü şöyle dile getirmişti:

“Hamd olsun O Allah’a ki, bizi İslâm dini ile aziz etti. İman ile şereflendirdi. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine bizi rahmetine nâil kıldı. Dalâletten kurtardı. Dağınık iken onun sayesinde bir araya getirdi. Kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer kıldı. Memleketler ihsan etti. Bizi sevişen kardeşler hâline getirdi.

Ey Allah’ın kulları! Bu nimetlerden dolayı Allah’a hamd ve senâ ediniz.” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, K. D., “Kamâme Defteri”, nr.: 8)

İşte bu ilâhi lütfu idrak edenler böyle söylemiştir ve bununla övünmüşlerdir. Bu bir şükürdür.

“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imrân: 110)

Bu şerefe nâil olmak mı hayırlıdır, yoksa dini dünyaya satıp ebedî hüsrana uğramak mı hayırlıdır?

İşte biz bu Âyet-i kerime’ye inandık, iman ettik ve bu yolda bulunmaya gayret ediyoruz.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyurur:

“İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i imrân: 104)

Allah-u Teâlâ bunlardan râzı olmuştur. Ebedî saâdetine nâil ve dahil ettiği kimselerin de yalnız bunlar olduğunu bize bildiriyor.

Böyle bir saâdet-i ilâhî’ye nail olmak mı daha hayırlıdır, yoksa esfel-i sâfîlinde bulunmak mı?

 

Küffarı Hoş Görenler Bölücülere ve Dış Düşmana Zemin Hazırlıyorlar:

Gerek tertip edilen “Küfrü Hoş Görü Toplantıları”, gerekse AB adı altında yapılanlar, küffarın memleketimizde dilediği gibi at koşturmasına zemin hazırladığı gibi; halkımızın zihninde de kararsızlık husule getirmektedir. Verilen tavizler içeride huzursuzluğa, asayişsizliğe sebep oldu. Hırsızlık, arsızlık, gasp, soygun, cinayet, terör, fuhuş, kumar, uyuşturucu aldı başını gidiyor, önü alınamıyor. İnsanî ve ahlâkî bir çöküntü yaşanıyor.

Halkımıza küffarı hoş gösterenler, “Küffarı dinlemeyin, ayrılık yapmayın, biz birbimizle birlik olalım.” deme hakkına sahip değildir. Bilakis bu hareketleri bu bölücülüklere fırsat vermiş, küffarın zehrini akıtmasına zemin hazırlamıştır.

Defaatle dergilerimizde neşrettik. Birlik müslümanlar arasında olur. Küffar birliği diye tutturanlar, küffarın oyununa alet olup zokayı yutanlar bu yaşananların müsebbiblerindendir. Fitne ehli, bölücü terör bu rahatlıktan, bu basiretsizlikten fırsat bulmaktadır.

Düşmanlarımız boş durmuyor. Bu milletin kardeşlik, uhuvvet duygularını köreltmeye, bölüp, parçalayıp yutmaya gayret ediyor. Asla fırsat vermeyelim. Silah ile bu vatanı zaptedemeyenler, içeriden yıkmaya çalışıyor. Aman uyanık olalım!

Birlik içinde, dirlik içinde olalım. İslâm kardeşliğinin her şeyin fevkinde ve üstünde olduğunu asla unutmayalım. Dinimizin ve vatanımızın düşmanlarının oyununa gelmeyelim. Bu oyunu daha evvel tarihte oynayanlar yine sahneye koymaya çalışıyorlar.

“Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)

“Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları!” (Münâfikun: 4)

“İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hâinlik görürsün.” (Mâide: 13)

“Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar.” (Mâide: 64)

 

Müslümanlar Yekvücud Olmalıdırlar:

İslâm dini kardeşlik dinidir. Bize Hakk’tan bir nûr gelmiştir. Bu nûr Kur’an-ı kerim’dir. Bize kardeşliği, tesanüdü emreder:

“Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurât: 10)

“İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız.” (Mâide: 2)

O halde Allah-u Teâlâ muhakkak iyilikte birleşmeyi emir buyururken; bizim Allah ve Resul’ünde birleşmemiz mi daha hayırlıdır, yoksa paramparça olmamız mı? “Elbette birliktir.” diyeceksiniz.

O hâlde sizi Allah ve Resul’üne dâvet ediyoruz. İç ve dış düşmanlarımıza karşı koyabilmemiz için.

Zira devlet ittifaktan, devletsizlik ise nifaktan doğar.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Bir mümin diğer mümin kardeşi için birbirine kenetlenen tuğlalar gibidir, birbirinden kuvvet alır.” buyuruyorlar. (Münâvî)

Müslümanlar ana-baba bir kardeş gibidirler. Aralarındaki kardeşlik ebedî olup, âhirette de devam eder. Şu halde kardeşlik icraatını yapmamız lâzımdır. Mümin kardeşlerini Allah için seven, onların dertleri ile dertlenen kimselerden Allah râzı olur. Onlara akla-hayale gelmeyen dereceler verir.

Kardeşlik dini deyip isimde kalırsa mânâsına nüfuz etmemiş oluruz. Bu ayrılıklar nefsimizin hamlığından, tekâmül edemeyişimizden, ihlâsa varamadığımızdan ileri geliyor. Bu sebeple ne kadar kayıplara uğradığımızın hiç farkında değiliz.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Allah’ın öyle kulları vardır ki, ne peygamber ne de şehid olmadıkları halde, peygamberler ve şehîdler o kimselerin Allah indindeki derecelerine gıpta edecekler. Bunlar, aralarında ne akrabalık ne de mal menfaati olmadığı halde, birbirlerini sırf Allah rızâsı için seven kimselerdir.

And olsun ki, kıyamet gününde bunların yüzleri nûr saçacak, bütün vücudları da nur içinde olacak. Herkes korktuğu zaman onlar korku yüzü görmeyecek, herkes kederlendiği vakit onların gönlüne hüzün girmeyecek.” (Ebu Dâvud)

 

İslâm Nuru Gönülleri Kaynaştırmış, Görülmemiş Bir Medeniyet İnkişaf Etmiştir:

Muhammed Aleyhisselâm’ın âlemlere rahmet ve “Sirâc-ı münîr” olarak gönderildiği milâdî altıncı asırda Arabistan’da büyük bir cehâlet ve dalâlet, karışıklık ve huzursuzluk hüküm sürüyordu. Vahşet, kin, buğz ve düşmanlık son haddini bulmuştu. Dünyanın üzerini kara bulutlar kaplamıştı.

Arabistan halkı çok çeşitli aşiret ve kabilelere ayrılmış bulunuyorlardı. Bir hükümdara baş eğip itaat ederek toplu bir millet haline gelememişler, esaslı bir devlet kuramamışlardı. Hâl ve ahvallerini düzeltmeye yetecek ilâhî bir kanun o gün için mevcut değildi. Geleceklerini emniyete alabilecek kanunları da yoktu. Kabileler arasında kan dâvâları yüzünden iç harplerin ardı arkası kesilmek bilmezdi. Birbirleri ile uğraşmaktan başka işleri yoktu. Devamlı olarak düşmanlık ve çapulculuk yaparlar; erkekleri öldürüp, çocukları ve kadınları esir ederlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömecek derecede vahşet gösteren ve bundan acı bile duymayan âileler vardı.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Halbuki onlar daha önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Cumâ: 2)

Bütün bunların yanında fakr-u zaruret içinde kıvranmakta ve ciğerleri kan ağlamakta idi. Açlıktan hurma çekirdeklerini dövüp yerlerdi. Ölü hayvanların etlerini bile yemek mecburiyetinde kalırlardı.

Aralarında okur-yazar olan kimseler hemen hemen yok gibi idi. Putlara heykellere tapıyorlardı. Mekke, putperestliğin merkezi haline gelmişti. Kâbe-i muazzama’nın içinde üçyüzaltmış kadar put vardı. Arabistan’a yahudilik, hıristiyanlık ve ateşperestlik gibi dinler de girmişti.

Yalnız Araplar değil, insanlık âlemi maddî ve mânevî ızdıraplar içinde olup; bütün dünya zulüm, istibdat, cehalet ve sefalet içinde inliyordu.

Ne zaman ki İslâm geldi, aralarındaki bu vahşet ortadan kalktı. Yerini, kaynaşma, sevgi ve bağlılık aldı. Emsalsiz bir kardeşlik hâkim oldu. Büyük bir ittifak husule geldi. O imanın, o birlik ve beraberliğin verdiği heyecanla, kısa zamanda İslâmiyet’i çok uzaklara kadar yaydılar. Gittikleri yerlere huzur, saâdet ve adâlet götürdüler. Gönülleri ve bünyeleri ile birlikte, büyük bir teslimiyet dairesine girdiler.

Allah-u Teâlâ ilâhî bir gaye uğrunda birleşen bu bahtiyar kullarını Kur’an-ı kerim’inde meth-ü senâ etmektedir:

“Onların gönüllerini birleştiren Allah’tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Azîz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfâl: 63)

Diyarları değişmemişken, onlar birden nasıl değiştiler? O ümmî peygamber onlara öyle bir ruh nefhetti ki, hiçbir şey ellerinden gelmeyen kimseler, baştan başa değişerek memleket idare eder oldular. Siyaset sahasında dünyada hiç esâmesi bile okunmayan çöl Arapları, cihanda misli görülmemiş bir izzetle ve şerefle; faziletli, azametli, şevketli idareler kurmaya muvaffak ve mübeşşer oldular.

O Nûr’un etrafında birleşip toplanmaları sayesinde; o imanın, o birlik ve beraberliğin verdiği heyecanla, kısa zamanda İslâmiyet’i çok uzaklara kadar yaydılar. Allah’ın yüce adını yükselttiler. Gittikleri yerlere huzur ve saadet götürdüler. Adaletin temelini tesis ederek medeniyet nûrlarını yaygınlaştırdılar. Öyle ki, azamet ve kudreti herkesçe bilinen İran ve Rum devletlerini bütün şevketine rağmen kısa bir müddet içinde yerle bir ettiler. Cihanın şarkına ve garbına hakim olarak, beşeriyeti uyandırmaya, gönülleri nurlandırmaya gayret ettiler. Hakk’tan hakikatten, fazilet üzerine kurulmuş bir medeniyetten haberdar etmeye çalıştılar. Muvaffakiyetten muvaffakiyete nâil olup durdular.

“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i imrân: 110)

Âyet-i kerime’sinin muhatabı oldular.

Ölmüş kalpler canlandı, basîretler açıldı, kırılmış ve kopmuş olan ilâhî bağlar yeniden bağlandı. Bütün bunlara o Nûr vesile oldu.

Bütün insanlık bugün hâlâ o temiz, asil ve ulvî kardeşliğin hasretini çekmektedir.

İslâm milletinin bugünkü âkıbetinden kurtulması, tekrar eski şevketine kavuşabilmesi Hazret-i Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğip, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i seniyye’sine sımsıkı sarılmakla mümkün olacaktır.

Çünkü devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan...

Müslümanların fırkalara ayrılması, senlik-benlik yüzünden ihtilâf ve tefrikaya düşmeleri, İslâm’ın özüne ve izzetine, şevket ve satvetine halel getirdiği, kardeşlik bağlarını kopardığı, güçlerini parçalayıp zayıf düşürdüğü için şiddetle yasaklanmıştır.

Allah-u Teâlâ’nın apaçık emirleri karşısında bir müslümanın, bölücülükten şiddetle kaçınması lâzımdır. Tefrikanın, bölücülüğün İslâm’da yeri yoktur.

Âyet-i kerime’de:

“Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin.” buyuruluyor. (Şûrâ: 13)

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde de ayrılık yapmanın cezasının çok ağır olduğunu beyan buyurmaktadır:

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın! Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (Âl-i imrân: 105)

Bu ayrılıklar nefsimizin hamlığından, tekâmül edemeyişimizden, ihlâsa varamadığımızdan ileri geliyor. Bu sebeple ne kadar kayıplara uğradığımızın hiç farkında değiliz.

Âyet-i kerime’de:

“Hepiniz topluca, sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın.” buyuruluyor. (Âl-i imrân: 103)

Emr-i İlâhî çiğnendiği için, dinde ayrılık yapmanın mesuliyeti, suç ve cezası o kadar ağırdır ki; Allah-u Teâlâ azapların tehirini âhirete bırakmamış olsa idi, bölücülük yapanların, tefrikaya sapanların cezalarını dünyada vererek onları hemen yok ederdi.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler.

Eğer belirli bir süre için Rabb’inin verilmiş bir sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilerek iş bitirilmiş olurdu.” (Şûrâ: 14)

Görülüyor ki Hazret-i Allah birleşmeyi emrediyor, bölücülüğü de şiddetle yasak ediyor. İslâm’da hizmet gerek, bölücülük değil.

Din adına yapılan her bölünme İslâm dininde bir ihanettir, bir zulümdür. Bölücüler rücû etmedikleri takdirde, çok şiddetli bir azabla kendilerine yazık etmiş olurlar.

Âyet-i kerime’de:

“Aralarında çıkan gruplar birbirleriyle ayrılığa düştüler. Acıklı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin hâline!” buyuruluyor. (Zuhruf: 65)

Allah-u Teâlâ’nın beyanı budur.

Kitabımız birdir; o halde Allah ve Resul’ünde birleşmemiz gerekiyor. Bu da hiç bir zaman madde, menfaat, önderlik, liderlik istememek şartıyla gerçekleşir.

En üstün meziyet, İslâm’da emrolunduğu gibi hizmet, müslümanım demek en büyük şereftir.

“İnsanları Allah’a çağıran, kendisi de salih amel işleyen ve ‘Doğrusu ben müslümanlardanım!’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet: 33)

“Kendisine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük azap vardır.” (Âl-i imrân: 105)

Bu Âyet-i kerime’de Allah ve Resul’ünün yolundan giden fırkaya hitap ediliyor. Yani “Siz de o kayanlar gibi olmayın, onlar için pek acıklı bir azap hazırladım, siz de kayarsanız bu felâkete uğrarsınız.” diye o bir fırkayı ikaz ediyor Hazret-i Allah.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise:

“İnandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir.” buyuruyor. (Hucurât: 11)

Zâlimler güruhundan olmamamız için Hazret-i Allah’ta birleşmemiz, yekvücud hâlinde olmamız icabediyor.

Her kim ki bu emr-i ilâhiyi dinlemeyip yoldan saparsa, artık onun Hazret-i Allah ve Resul’ü ile ne ilgisi olur? Hiçbir ilgisi kalmaz.

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İşte böyle. İnkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabb’lerinden gelen hakka uydular.” (Muhammed: 3)

Hakk’a uymak, Hakk ehline uymakla mümkün olur. Çünkü onlar hakkı gerçekleştirmekte ve ona yol göstermekte peygamberlerin vârisleridirler.

Hakk ehline uyan hakikati bulmuş ve hidayete ermiştir, bâtıl ehline uyan da sapmıştır.

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, size merhamet edilsin.” (Hucurât: 10)

Âyet-i kerime’sinden anlaşılıyor ki insanlar fâni hayatlarının sebebi olan bir babaya bağlı oldukları gibi, müminler de ebedî hayatlarını temin eden bir imana mensupturlar. Bütün müslümanlar bir âilenin fertleri gibidirler.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Ruhum kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de hakkıyla iman etmiş olamazsınız.” (Müslim)

Allah-u Teâlâ müminler arasındaki birliği temin edecek olan âmillerden bahsederken Âyet-i kerime’sinde ihtilafa düşmemelerini emir ve tavsiye etmektedir:

“Siz gerçekten inanıyorsanız Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah’a ve Peygamber’ine itaat edin.” (Enfâl: 1)

Müminlerin birleşmeleri, her hususta yardımlaşmaları farz-ı ayın hükmündedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Kendisinin adını öne sürerek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının.” buyuruyor. (Nisâ: 1)

Fâni olan kan kardeşliğinden ibaret olan akrabalık alâkasının kesilmesi bu kadar şiddetle yasaklanırsa, artık ebedî ve sermedî olan din kardeşliği bağlarının koparılmasının ne derece günah olduğu kendiliğinden anlaşılmış olur. Zira geçici dünya hayatına mahsus olan akrabalığa nisbetle ebedî olan ahirete ait din kardeşliği pek tabiidir ki daha mühim ve daha kıymetlidir.

Bir müslüman vefat ettiği zaman, kâfir olan kardeşinden başka kimsesi yoksa, mirası müslümanlara kalır.

Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu inanmayanlarla beraber suda boğulmuştu.

“Yâ Rabb’i! Oğlum benim ehlimdendir, sen benim ehlimi kurtarmayı vâdetmiştin!” diye münacaatta bulunduğu zaman Allah-u Teâlâ:

“Ey Nuh! O senin ehlinden değildir. Çünkü o kötü bir iş işlemişti.” buyurdu. (Hûd: 46)

İnsana kendi evladından daha yakın hiç kimse olmadığına göre, Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki, hakiki yakınlık iman yakınlığıdır.

Bu hakikat şu Âyet-i kerime’de daha şümullü olarak beyan buyurulmaktadır:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)

Gerçek iman budur.

Görülüyor ki Âyet-i kerime, iman yakınlığı olmayan akrabalıkları kökünden yıkmış oluyor.

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)

Bunun gibi küffar milletlerini İslâm milletine tercih edenler de böyledir. Küffarın yağlı kemiği için onları dost edinen İslâm’ın yıkılmasına hizmet etmiş olduğu gibi, kim ki onlarla herhangi bir dostluk kurarsa o da onlardandır.

Allah-u Teâlâ İslâm dininde kimlerin kardeş olduklarını beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:

“Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse artık onlar dinde sizin kardeşlerinizdir. Bilen bir kavme biz âyetlerimizi böyle uzun uzadıya açıklıyoruz.” (Tevbe: 11)

Allah-u Teâlâ imanla küfrü kesinlikle ayırdettiği halde bu emirleri kaldırmaya kalkan, iman ile küfrü karıştırmaya gayret eden kimse; Allah-u Teâlâ’nın hükmünü hükümsüz hale getirmeye çalıştığı için küfre kaymıştır.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde, müminlerin kimleri sevip kimlerle dost olacaklarını beyan buyurmaktadır:

“Sizin yegâne dostunuz Allah’tır, O’nun Peygamber’idir ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir.” (Mâide: 55)

Allah’a, Peygamber’e ve müminlere dost olmak, bu dostluğun dışındakileri terketmekle mümkündür.

Şu Âyet-i kerime’de ise iman dostluğunun mahiyeti ve hakikati beşeriyete ilân edilmektedir:

“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcılarıdırlar). Onlar iyiliği emreder, kötülükten menederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederler.

İşte Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz ki Allah Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe: 71)

Müminler birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdırlar. Birbirlerine yardım eder ve desteklerler. İnsanlara Allah-u Teâlâ’nın râzı olacağı her türlü iyiliği ve güzelliği emrederler. Kötülükten nehyederler. Tefrika çıkarmaz, fitne ve fesadı sevmezler.

İslâm kardeşliği ebedidir, ahirette de devam eder.

Âyet-i kerime’de:

“Dostlar o gün birbirine düşmandır, takvâ sahipleri müstesnâ.” buyuruluyor. (Zuhruf: 67)

Onlar orada da dostturlar.

“Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek: “Bu Allah yoludur.” buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdikten sonra: “Bunlar da yollardır, bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur.” buyurdular ve:

“İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın.” (En’âm: 153)

Âyet-i kerime’sini okudular.” (Dârimî-Sünen)

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- buyurur ki:

“Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile müminlerin tek bir cemaat olmasını emrediyor, ayrılıkları, gruplaşmaları yasaklıyor ve geçmiş milletlerin bir çoğunun bölünüp parçalanma yüzünden yıkılıp yok olduklarını haber veriyor.”

Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.

Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’sinde kendi yolunu tek olarak zikretmiştir. Zira hak birdir. Şeytanın dâvet ettiği yolların ise çok olduğunu beyan buyurmuştur.

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Allah iman edenlerin dostudur. Onları ‘KARANLIKLAR’ dan kurtarıp ‘NÛR’a çıkarır.

İnkâr edip kâfir olanların dostları ise Tâğut’tur. Onları ‘NÛR’dan alıp ‘KARANLIKLAR’a götürür. İşte onlar cehennemliklerdir, orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara: 257)

Kim ki Allah-u Teâlâ’nın: “Benim dosdoğru yolum.” buyurduğu yolundan çıkarsa, ahirette de kaçınılmaz olarak cehenneme gidecektir. Çünkü O’nun yolunun haricindeki bütün “Başkaca yollar” cehenneme çıkar. Bu da yetmişiki fırkanın cehennemlik olduğunu gösterir.

Bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Artık bundan sonra sizden kim inkâr yolunu tutarsa, gerçekten o dosdoğru yoldan sapmış olur.” (Mâide: 12)

Âyet-i kerime’de geçen: “Dosdoğru yoldan sapmış” olmanın mânâsı: “Önce doğru yolu bulmuşken, sonra o bir yolu bırakmış ve helâk yollarına girmiştir.” demektir.

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz ki inkâr edip insanları Allah yolundan çevirenler, Hakk’tan çok uzak bir sapıklıkla saptılar.” (Nisâ: 167)

İşte gerçekten Ümmet-i Muhammed’i sapıklığa ve şaşkınlığa uğratmaya çalışanlar da İslâm gibi görünen sapmışlardır. İslâm’ı bilmeyenler, Kur’an-ı kerim’in emir ve beyanlarından haberi olmayanlar bunları İslâm zannediyor ve Din-i İslâm’ı yıksınlar diye onlara yardım ediyorlar.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Fasıka ikram eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)

Fasıka yardım eden de fasıklardan olur.

“İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız.” (Mâide: 2)

Bu emr-i ilâhî karşısında bütün müslümanların birleşmesi ve Hazret-i Allah’ın ipine sımsıkı sarılması gerekir.

Kim ki bunu yapmazsa Allah-u Teâlâ’nın apaçık emr-i şerif’ine itaat etmemiş olur. Din-i İslâm’ı parçaladığı için şeytan fırkasından olmuş ve kendisini cehenneme hazırlamıştır.

“Kâfir olanlar bile birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur.”

Allah-u Teâlâ müminlerin birbirlerinin dostu olduğunu zikrettikten sonra, onlarla kâfirler arasındaki dostluğu da kesmiştir.

Müminler birleşip birbirlerine destek vermezlerse, birbirlerinin dostu olan kâfirler fitne ve fesad çıkarmaktan geri kalmazlar.

İşte Allah-u Teâlâ onlara karşı birliği beraberliği ve onlara karşı mücadeleyi emrediyor. Şayet bu yapılmazsa, fitneye müdahale edilmezse, fitne ve fesad alır başını yürür. Umumun helâkına da vesile olur.

Bunun içindir ki bu Din-i mübin’i ve vatanımızı parçalamak isteyenlere müdahale etmemiz, ifsadlarına set olmamız gerekiyor. Aksi halde Allah-u Teâlâ’nın azabı bize de dokunur.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Öyle bir fitneden sakının ki, aranızdan sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (Hepinize sirayet eder). Bilin ki Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl: 25)

Allah-u Teâlâ fitne çıkınca herkese isabet edeceğini beyan ediyor. Ya fitneyi bastırmamız lâzım, veya fitneden gelen azaba bizim de uğrayacağımızı unutmamamız lâzım.

Nitekim görülüyor ki Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’leri birleşmemizi emrederken, bu bölünmeler başımıza büyük felâketler getirebilir.

Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemizden rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ümmetim içinde açıktan kötülükler işlenirse, o zaman Allah-u Teâlâ katından hepsine birden azap eder.

Yâ Resulellah! Onların içinde sâlih insanlar yok mudur?

– Evet vardır.

O halde onlara bunu nasıl yapar?

– İnsanların başına gelen onların da başına gelir. Sonra Allah’tan bir bağışlanma ve hoşnutluğa ulaşırlar.” (Ahmed bin Hanbel)

“Allah’a ve Resul’üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl: 46)

Hazret-i Allah’ın emri budur. Hazret-i Allah’ın kitabı budur, Hazret-i Allah’ın dini budur.

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Size açık açık deliller geldikten sonra yine kayarsanız, bilin ki Allah aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara: 209)

Kendisine isyan edenlerden intikam almaktan âciz değildir.

“Kendilerine kitap verilenler, onlara apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.

Oysa kendilerine, dini yalnız Allah’a has kılıp O’nu birleyerek Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte dosdoğru olan din de budur.” (Beyyine: 4-5)

Allah-u Teâlâ’nın bu emr-i şerif’lerine itaat eden, namaz kılan, zekât veren kimse Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne iman etmiş olur.

Din budur ve Allah-u Teâlâ’nın vaad-i Sübhânisine nâil olanlar işte bunlardır.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Kim Allah’a ve Resul’üne inanır, beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutarsa, Hakk yolunda cihad etse de veya doğduğu yerde otursa da, Allah onu cennetine koymayı vâdetmiştir.”

–Yâ Resulellah! İnsanlara bunu müjdeleyeyim mi?

“Elbet Cennette yüz derece vardır. Allah onu Hakk yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki mesafe gibidir. Allah’tan istediğiniz zaman Firdevs’i isteyiniz. Çünkü o, cennetin ortası ve yücesidir. Üzerinde Allah’ın arşı vardır, ondan cennetin ırmakları akar.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1179)

Allah-u Teâlâ’nın cennet sakinlerine lütfettiği nimetler, beşer aklına gelmeyecek kadar farklı ve çeşitlidir. Bunların birbiri arasındaki farklar da büyüktür.

Allah yolunda bilfiil cihad edenler, güzel niyetleri sebebiyle mükâfata erecekleri gibi, bu mühim vazifeyi severek yaptıkları için ayrıca mükâfata müstehak bulunmuşlardır. Cehennemden kurtulmuş, cenneti ve oradaki nimetleri elde etmişlerdir.

Allah-u Teâlâ’nın sözü Kelimetullah’ın daha yüce olması, İslâmiyet’in dimdik ayakta durması, fitne ve fesadın önlenmesi için O’nun yolunda her türlü fedakârlığa katlananlar, bütün dünyayı karşılarına almak pahasına da olsa cihad edenler; lâyık oldukları mükâfatlara bir bir kavuşunca, vaadinde sâdık olan Allah-u Teâlâ’nın her an övülmeye lâyık olduğunu düşünerek derin bir sevgi ve saygı ile hamd ve senâ edecekler ve şöyle diyecekler:

“Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi cennete vâris kılan Allah’a hamd olsun. Cennette dilediğimiz yerde oturuyoruz. (Allah için) çalışanların mükâfatı ne güzelmiş!” (Zümer: 74)

Allah-u Teâlâ bunları bir mükâfat olarak Allah için cihad edenlere nasip buyurdu.

Müslümanlar son nefesine kadar bu vecibeyi yerine getirmekle vazifelidirler.

“Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin.” (Şûrâ: 13)

Bu Allah-u Teâlâ’nın apaçık emridir. İşte bölücüler Allah-u Teâlâ’nın bu kadar açık emirlerini hiçe saydıkları için dinden atılmış oluyorlar.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mahrem-i esrârı olan Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:

“Münâfıklık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinde vardı. Şimdi ise imandan sonra küfür vardır.” (Buhârî. Fiten: 21)

Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri’nin bu sözü ile ne demek istediğine dair bazı âlimler şöyle söylemişlerdir:

“Cemaate tefrika sokmak Allah-u Teâlâ’nın “Velâ teferrekû=Tefrikaya düşmeyin.” emrine aykırıdır. Bütün bunlar artık gizli-kapaklı değildir. Öyleyse bu, imandan sonra küfür gibidir.”

Bölücülerin bütün gayeleri ilâhî hükmü silmek, dinlerini ayakta tutmaktır. Biz de onlara deriz ki “Küfürde kalmayı hoş görmüyorsanız bölücülüğü terk edin. Hazret-i Allah ve Resul’üne teslim olup, emir ve nehiylerinde birleşelim. Yetmiş üç fırkadan çıkın, o bir fırkada toplanalım.”

“Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna diğerleri hep ateştedir.”

–Onlar kimlerdir yâ Resulellah!

“Benim ve ashabımın yolunda olanlardır.” (Ebû Davud)

Hadis-i şerif’ine ittiba edin ki, böylece müşrik olarak yaşamamış ve cehennemlik olmamış olursunuz.

Dikkat edilirse Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Benim ümmetim” buyuruyor, benî İsrail buyurmuyor.

Bu Âyet-i kerime’leri hatırlattığımızdan dolayı bize teşekkür etmeniz gerekmez mi?

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Kendisine Rabb’inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?

Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!” (Secde: 22)

Bu sözü Allah-u Teâlâ beyan buyuruyor. Çünkü müslümanların birleşmelerini emreden, tefrikayı, bölücülüğü şiddetle yasaklayan bunca Âyet-i kerime’ler yüzlerine karşı okunuyor da yüz çeviriyorlar.

Bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:

“Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar.” (Nisâ: 78)

Gözleri kör, kulakları sağır olmuş!

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

İman etmenin en mühim şartlarından birisi de teslimiyettir. Bir müslüman Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve nehiylerine uymak zorundadır.

Hüküm koyucu tek makam O’dur, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmez.

Âyet-i kerime’sinde:

“Yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” buyuruyor. (A’râf: 54)

Bunu bir kere insan evvelâ kendi nefsine duyuracak. Bu duyulmuyor.

Mâdem ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur, artık sen yüzünü O’na çevireceksin. Ne emrediyor, neyi nehyediyor diye bakacaksın. Aklını, gözünü, kulağını bu hedefe yönelteceksin.

Emrettiği herhangi bir şeyi umursamayarak, O’nun kesin beyanlarını dinlemeyerek, O’nun düşmanlarına hoşgörü ile bakmak, kişiyi otomatik olarak onlara kaydırır. O’nun emrini ve hükmünü nazar-ı itibara almayıp onlara meylettiği için, onların arasına dahil eder, hiç ruhu bile duymaz. Allah-u Teâlâ hükmünü koydu. O onlardandır artık.

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini ortaya koyan ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.

Şüphesiz ki kâfirlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şûrâ: 21)

Allah-u Teâlâ dinini ve dini hükümleri ancak kendisinin koyacağını, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmediğini ferman buyurduğu gibi, zâtından başka din koyanlara uymalarının sebebini sual etmekte ve onlara uymanın kötü âkıbetini haber vermektedir.

“Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirine yardım ederler.” (Şûrâ: 39)

Bunu ancak müslümanlar yapar, hiçbir bölücü bunu yapmaz. Neden? Çünkü o kendi dininin kuvvetlenmesini düşünür, saltanat sevdası güder, İslâm’ı düşünmez.

Nitekim durumlar meydanda.

Paramparça etmişler ve küffara zemin hazırlamışlar.

“Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Alay edilenler belki de Allah katında kendilerinden daha hayırlıdırlar.” (Hucurât: 11)

Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile müminlerin ne kadar yüksek bir terbiye seviyesine yükselmelerini emir buyurmaktadır.

Çünkü bir mümini hakir görüp beğenmemek kendini beğenmekten ileri gelir ki, bu da şeytanın sıfatıdır. Şeytan kendisini Âdem Aleyhisselâm’dan üstün görmesi sebebi ile dergâh-ı izzet’ten tardedildi ve ebedî hüsrana mahkum oldu.

Âyet-i kerime’nin nihayetinde:

“Kendi kendinizi ayıplamayınız.” buyuruluyor. (Hucurât: 11)

Allah-u Teâlâ burada müminlerin bir tek can gibi olduklarını beyan buyurmaktadır. Çünkü bütün müminler bir tek bedenden ibarettirler. Her mümin o bedene bağlı bir uzuvdur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Bir mümin diğer bir mümin için birbirine kenetlenen tuğlalar gibidir. Birbirinden kuvvet alır.” (Münâvî)

Tevhid inancı altında bir araya gelen müminler, kardeşlik bağlarıyla bir bütünlük arzederler. Kardeşini ayıplayan dolayısı ile kendisini ayıplamış olur.

Şu Âyet-i kerime ne kadar ince ve derin bir noktaya işaret ediyor:

“Gözlerinizin hor ve hakir gördüğü mümin kimseler için: ‘Allah onlara hiçbir hayır vermeyecektir!’ diyemem. Özlerinde olanı daha iyi bilen Allah’tır.

Bunu söylediğim takdirde mutlaka ben de zâlimlerden olurum.” (Hûd: 31)

Müminleri özle ve sözle değil gözle bile hâkir görmenin en büyük zulüm olduğu ortadadır.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Bir kimseye şer olarak bir müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” (Müslim)

Ola ki Allah-u Teâlâ’nın bir veli kulunu hor görmüş olursun. Bu da senin helâk olmana vesile olur.

“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri kendi has kullarını tarif ediyor ve buyuruyor ki:

Onlar yalnız benim hoşnutluğumu kazanmak için çalışırlar. Hiç kimsenin hiçbir şeyine iltifat etmezler. Hazret-i Allah’ın dininin kaim olmasını isterler. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’ya iman etmişler ve Allah-u Teâlâ’nın düşmanlarına hasım kesilmişlerdir.

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Kâfirlere karşı çok çetin, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” (Fetih: 29)

Bu da ona iman eden müminlerin vasfıdır. Kâfirlerin küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık ve müsamaha göstermezler, kızgın ve asık suratlıdırlar. Dinlerine muhalefet edenlere aslâ sevgi beslemezler.

Aralarındaki din kardeşliği sebebiyle birbirlerine karşı alçakgönüllü, güleryüzlüdürler. Birbirleriyle karşılaştıklarında selâmlaşır, tokalaşır ve kucaklaşırlar.

İçlerinden birinin bir belâ ve musibete uğraması hepsini üzer. Aralarında birlik, beraberlik ve kardeşlik devam eder durur.

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)

Bu Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ yalnız Rızâ-i Bârî’si için çalışanları tarif ediyor.

Onlar rızâdan başka hiçbir şeye eğilmezler, hiçbir maddi menfaata değinmezler. Ancak onların doğru yolda olduğunu açık olarak ifade ediyor. Ve fakat cep cihadçılarından da hiç şüphesiz ki nefret ediyor. Çünkü bunlar bu cep cihadçılığı ile din-i İslâm’ı küçük düşürüyorlar, halkı yoluyorlar. Her topladıkları haramdır.

Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz, Hakk’ı tebliğ ettikleri, hakikata çağırdıkları topluluklara:

“Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfâtım âlemlerin Rabb’ine âittir.” demişlerdi. (Şuarâ: 109)

Allah için çalışan, Allah’tan başka birinden herhangi bir ücret talep etmez.

“Onlar Allah’a ve Âhiret gününe inanırlar. İyiliği emreder kötülükten men ederler. Hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar sâlih insanlardandırlar.” (Âl-i imrân: 114)

Allah-u Teâlâ iyiliği emredip kötülükten nehyederek, hayır işlerinde yarışmamızı bize öğütlüyor.

İşte gerçek müminler bunlardır.

Bunu yapmayanlar hakkında ise bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onlar işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun ki yaptıkları ne kötüdür!” (Mâide: 79)

Fakat onlar bunun hiç farkında değiller.

“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (Saf: 4)

Buradan anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ gerek iç düşman olan bölücülerle, gerek harp meydanında dış düşmanlarla, kâfirlerle cihad etmek için rızasında birleşenleri, İ’lâ-yı Kelimetullah için çalışanları sever, onlardan hoşnud olur.

Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde de şöyle buyuruyor:

“Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını feda etti, kimi de bu şerefi beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb: 23)

Allah-u Teâlâ’nın bu has kulları her zaman için mevcuttur. Kimisi canını bu uğurda fedâ ederek ebedî saâdete nâil olmuş; kimisi de ebedî saâdetin şerefine nâil olmak için canını ve malını hiçe saymış, Rızâ-i Bârî yolunda gayret sarfetmektedir.

Zira bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır.

Onlara vaad olunan cennet haktır ki, Tevrat’ta da, İncil’de de ve Kur’an’da da sabittir.

Allah’tan ziyade ahdine vefa gösteren kimdir?

O halde yaptığınız bu hayırlı alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu çok büyük bir saâdettir.” (Tevbe: 111)

Hazret-i Allah Hâlık iken mahlukunu alış-verişe dâvet ediyor. Hâlık ile alış-veriş yapabilmek şerefine nâil olmak ne büyük saâdettir!

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Ey iman edenler! Elem verici, can yakıcı bir azaptan sizi kurtaracak bir ticaret yolunu göstereyim mi size? Allah’a ve Resul’üne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok daha hayırlıdır.

Böyle yaparsanız Allah günahlarınızı size bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur“ (Saf: 10-11-12)

Bu ticaret öyle büyük bir kazanç yoludur ki, artık ondan öte bir kazanç düşünülemez. Dünya ticareti ile kıyas bile edilemez.

Yaptığı ticaretten çok çok kâr eden bir kimse, etrafındaki insanlar tarafından parmakla gösterilir, herkes kendisine imrenir. Tasavvur edin ki günleri sayılı olan dünya hayatına karşılık ebedî ahiret hayatını kazanan kimsenin kârı ne ile kıyaslanabilir?

Bu alış-verişi bırakıp şeytan ile alış-verişe girişenlerin durumu ne olur?

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Onlar âhiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden azapları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.” (Bakara: 86)

“Onlar hidayet yerine dalâleti, mağfiret yerine azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar!

O azabın sebebi, Allah’ın Kitab’ı hak olarak indirmesidir. (Buna rağmen) Kitap’da ayrılığa düşenler, derin bir anlaşmazlık içindedirler.” (Bakara: 175-176)

Böyleleri eskiden de öyle idiler, şimdi de öyledirler.

“İşte bundan ötürü sen onları tevhide, birliğe dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma.

Ve de ki:

Allah’ın indirdiği kitaba inandım, aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz sizin de Rabbinizdir.

Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de ancak O’nadır.” (Şûrâ: 15)

Âyet-i kerime’ye dikkat edilirse, hakikat apaçık öğrenilmiş olur.

Allah-u Teâlâ bu gerçeği gözler önüne sermiş, tartışılacak hiçbir şey bırakmamış.

Binaenaleyh bir kimse çıkıp da bunları bizim beyan ettiğimizi iddia ederse, iyi bilsin ki Hazret-i Alah’ın emirlerini yok etmeye, bu emr-i ilâhiyi mahluka bağlamaya çalışmaktadır. Halbuki biz her fırsatta deriz ki “Hükümsüz ve değersiz bir mahlukum, hüküm ve değer sahibime aittir.”

Bunu bize isnad etmeleri ilâhi hükmü çürütmeye çalışmalarından ileri gelir.

Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:

“Seni yalanlarlarsa de ki:

Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.” (Yunus: 41)

“De ki: Allah bizim de Rabb’imiz sizin de Rabb’iniz iken, O’nun hakkında bizimle tartışıyor musunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size âittir. Biz O’na gönülden bağlananlarız.” (Bakara: 139)

Binaenaleyh ben Hazret-i Allah’a inanmışım, iman etmişim, ilâhî hükümleri size tebliğ etmekle vazifeliyim. Hakikati söylemek mecburiyetindeyim. İster kabul edin, ister etmeyin. Bizimkisi bizim olsun, sizinkisi sizin olsun!

Dikkat ederseniz kendimden konuşmuyorum. Ancak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri esas tutarım, hep Âyet-i kerime’leri konuştururum ve karşımdakini de durdurturum. Niçin durdurturum? Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Onlara de ki: Yanınızda bize karşı çıkarabileceğiniz bir bilginiz var mı? Siz sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz!” buyuruyor. (En’âm: 148)

Hazret-i Allah’ın beyanı varken ben niye konuşayım?

Kalp ve ruh birliğinden, iman nûrundan mahrum ve matrud olan nasipsizlerden Kur’an-ı kerim şöyle bahsetmektedir:

“Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)

Bu gibi kimselerin ahiretteki âkıbetleri hakkında da Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara ‘İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmenizden dolayı tadın azabı!’ denilecektir.” (Âl-i imrân: 106)

Çünkü onlar bu azabı haketmişlerdir.

Müminlerin ahiretteki durumları hakkında ise şöyle buyurulmaktadır:

“Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah’ın rahmeti içindedirler. Orada ebedi kalacaklardır.” (Âl-i imrân: 107)

Nice nice tecellilere nâil olacaklardır.

 

Saâdet Fırkası:

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.

– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?

Benim ve Ashâb’ımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)

Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm’ın, Ashab-ı kiram’ın, Selef-i salihîn’in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid’atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.

Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.

Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nurlarıyla nurlandırmıştır.

Onlar da Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk’tan beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî’ye ve feyz-i Samedânî’ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.

Allah-u Teâlâ’nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.

Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Naklî ve aklî delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvallerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.

Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.

Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.

Onlara düşmanlık eden veya haklarında suizan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u Zülcelâl vardır. Onlar Hakk’ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)

Onlar Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

Âyet-i kerime’si mucibince emir doğrultusunda, istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk’ı ve hakikati bilir ve bulur.

Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Rabb’in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.

ANCAK RABB’İNİN RAHMETİNE NÂİL OLANLAR MÜSTESNÂDIR. (ONLAR BU İHTİLÂFIN DIŞINDA KALMIŞLARDIR.)” (Hûd: 118-119)

Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa, tefrikaya düşmemişlerdir.

Âyet-i kerime’nin devamında ise şöyle buyuruluyor:

“ESASEN ONLARI BUNUN İÇİN (RAHMET ETMEK İÇİN) YARATMIŞTIR.

Rabb’inin: ‘Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım!’ sözü tamamen yerine gelmiştir.” (Hûd: 119)

Onlar Allah ve Resul’üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul’ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde bu bir tâifeye işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir.” (Tirmizî)

Ümmet-i Muhammed’in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ’nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde kendi dinini, kendi partisini, kendi dosdoğru yolunu ilân etmiş, kurtuluşun ancak ve ancak burada olduğunu Âyet-i kerime’sinde ferman buyurmuştur:

“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 22)

Âyet-i kerime’de geçen “Ülâike Hizbullah” Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın hizbi, yani partisidir. Bu parti 1400 sene evvel kurulmuş olup; Allah yolunda olanların, sırat-ı müstakim üzere gidenlerin, ilâhî hükümlere göre hayatını düzenleyenlerin, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve nehiylerine gönülden teslim olanların, fisebîlillâh malı ve canı ile cihad edenlerin, din-i İslâm’a yardım edenlerin yoludur.

“Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Mücâdele: 22)

Çünkü onlara verdiği bu büyük nimet, tasavvurlarının da fevkinde tecellî etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın rızâsı nimetlerin en büyüklerinden birisi ve mertebelerin en yücesidir.

“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” (En’âm: 82)

Allah-u Teâlâ’nın râzı ve hoşnut olduğu, hıfz-u himayesine ve tasarruf-u ilâhî’sine aldığı, inayetine ve desteğine mazhar ettiği, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine lütfu ile dahil ettiği parti budur. Allah-u Teâlâ’nın vaad-i Sübhânî’sine nâil olanlar işte bunlardır.

“İşte onlar Rabb’lerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir.” (Bakara: 5)

Her türlü korkudan, ahiret sorumluluğundan emin olanlar onlardan başkası değildir.

“Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.” (Âl-i imrân: 101)

Hidayete ermiş, saâdet ve selâmete kavuşmuş, dalâletten kurtulmuş olur. Artık hangi aklı başında olan bir insan bu yolu aramak istemez?

“Ben sizin sadece Rabb’ine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler olmanızı istiyorum.” (Furkân: 57)

Yol ve gidiş olarak sizin bu şekilde hareket etmenizi istiyorum; Hakk’ı bulasınız, hakikata eresiniz diye.

“Yolun doğrusunu göstermek Allah’a âittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi hidayete erdirirdi.” (Nahl: 9)

Allah-u Teâlâ insanı yaratmış, ona cüz’i bir irade vererek bu imtihan sahnesine koymuştur. Kendisine varan yolu da peygamberler göndererek, kitaplar salarak göstermiştir.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)

İradesini doğruya ve iyiye kullananlar doğru yola erişirler, “Saâdet Fırkası” dâiresine girerler; iradesini kötüye kullananlar şeytanın hizbinde kalırlar.

Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, isterse nankör olsun.” (İnsan: 3)

Bu durumda hiçbir insanın mazeret ileri sürmesine hakkı kalmamıştır. İsteyen nimetlerin kıymetini bilir ve şükreder, hakikati anlar, mümin olur, nurlu yolu takip eder. İsteyen nankörlük eder ve bedbaht bir kâfir olur. Sonra da lâyık olduğu cezâya en ağır bir şekilde çarptırılır. Kendisine gösterilen hidayet yoluna girmemenin vebâli kendisine çok pahalıya mâlolur.

“Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Biz ona (doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?” (Beled: 8-9-10)

Hidayet Allah-u Teâlâ’nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir. Hidayetin zıddı dalâlettir. Dalâlet doğru yoldan sapmaktır. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi imansızlıktır.

Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu şeçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fitrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz’î iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Kim Allah’ı, O’nun Peygamber’ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mâide: 56)

Asıl velâyet, asıl dostluk Allah-u Teâlâ’nın dostluğudur, diğerlerinin üstünlüğü görünüşte veya geçicidir.

“Allah imân edenlere hem dünyada hem de ahirette o sabit söz üzerinde daima sebat ihsan eder. Allah zâlimleri saptırır. Allah dilediğini yapar.” (İbrahim: 27)

O dilediğini yapar, yaptığından sorumlu olmaz. İnsanlar ise yaptıklarından sorumludurlar.

“Hidayet verici ve yardımcı olarak Rabb’in yeter!” (Furkân: 31)

Nitekim bu ilâhî vaad yerini bulmuş, Hakk yolda olanlar daima galip ve muzaffer olmuşlardır.

“İşte Rabb’lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” (Bakara: 157)

Dinin esası işte budur. Allah-u Teâlâ bu kimselerin hidayete erdirildiklerine, doğru yolda olduklarına şehadet etmektedir.

“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir.” (Muhammed: 17)

Dünya saâdetine, ahiret selâmetine erişenler bunlardır.

“İşte hidayet üzere bulunanlardan olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe: 18)

Onlar bunu ilâhî bir lütuf olarak kabul ederler. Her lütuf O’nun, her lütuf O’ndandır.

“Senin Rabb’in kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ermiş olanları da en iyi bilen O’dur.” (En’âm: 117)

Onları yolunda bulundurur, o yolda yürütür, her türlü tehlikelerden muhafaza eder.

“Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (İnsan: 29)

İman, itaat ve güzel amellerle Rabb’ine emniyetler içinde ermeye ve yaklaşmaya çalışır.

Her kim Rabb’ine doğru varmak, O’nun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, O’na götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.

Herkes iradesini sarfettiği yöne muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette hâline uygun bir yol tutar.

Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nâil oldukları gibi, dalâlet yollarına gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“De ki: Herkes kendi yaratılışına göre iş yapar. Rabb’iniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir.” (İsrâ: 84)

Burada herkesin takip ettiği yol ve işlediği amel neticesi, ceza ve mükafatla karşılaşacağı hatırlatılarak insanların hidayet yoluna yönelmeleri için öğüt verilmektedir.

“Şüphesiz ki: ‘Rabb’imiz Allah’tır!’ deyip, sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Ahkâf: 13)

Zira onlar içinde ebedi kalmak üzere girdikleri cennet halkıdırlar. Dünyada iken iman nuru ile münevver olmanın, istikametten ayrılmamanın mükâfatını yaşamaktadırlar.

“De ki: Herkes beklemektedir, siz de bekleyin. Doğrusu düz yolun sahipleri kimdir, doğru yolda olan kimdir, yakında bileceksiniz!” (Tâhâ: 135)

Sapıklığa düşmemiş, Hakk ve hakikate sarılmış, selâmete ermiş olanların kimler olduğu yakında meydana çıkacaktır.

Allah-u Teâlâ Hâtem-ül Enbiyâ olan rahmet peygamberine, insanlara şöyle ferman buyurmasını emretmektedir:

“Resul’üm! De ki: İşte benim yolum budur. Ben Allah’a dâvet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar basiret üzerindeyiz. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.” (Yusuf: 108)

Ben inanan ve Allah’ı birleyen bir kulum.

Bu Âyet-i kerime gösteriyor ki, hidayete dâvet ancak bu şartlar gözetildiği zaman faydalı olur. Hakk’a ve hakikate dâvet; basiret üzere, ne söylendiğini bilerek, ihlâs ve samimiyetle yürüyerek nezahet ve hikmet dâiresinde olmalıdır.

Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kesin delillerle dine dâvet ettikleri gibi, peygamber vârisî olan ümmetin hakiki âlimleri de dine dâvet ederler, ilâhî hükümleri takviye ederler. Binaenaleyh ulemanın tebliği dâima katî delillere dayandırıldığından dolayı, onları yıkmak ve çürütmek mümkün değildir. Zanlarıyla onlara karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.

Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde kendi dinini ilân etmiş, kurtuluşun sadece burada olduğunu ferman buyurmuştur.

Âyet-i kerime’de:

“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruluyor. (Mâide: 3)

Yani İslâm’dan başka bütün dinler, yollar batıldır.

Bu Allah’ın dinidir. Onun yoludur. Sırat-ı müstakim olan bu dinden başka bir din yoktur. Onun katında kabul ve makbul olan başka din yoktur. Bu din Allah tarafından gönderilmiş bir dindir ve bütün heybetiyle, azametiyle ayaktadır. Bu din-i mübin’in hükümleri kıyamete kadar bâkidir. Ancak ayakta duran bu dine uyanlar saadete ererler.

Âyet-i kerime’de:

“Allah katında din İslâm’dır.” buyuruluyor. (Âl-i İmrân: 19)

Onun katında sadece kabul olunan din Allah’ın ve Resulullah’ın dini, partisi olduğuna göre; daha başka bir isimle çıkmış din kurucuların dini de, partisi de hükümsüzdür. Binaenaleyh Allah katında hiçbir dinin ve ismin hükmü yoktur. Gerek yahudilerin, gerek hıristiyanların, gerekse bölücülerin kurdukları din hükümsüzdür. Allah katında kabul değildir. Bu hakikat Ayet-i kerime’lerde apaçık ve aşikârdır.

Âyet-i kerime’nin devamında ve mütebâki Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Ancak kendilerine kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.

Eğer seninle tartışmaya girişirlerse de ki: ‘Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.’

Kendilerine kitap verilenlere ve kitapsız ümmilere de de ki: ‘Siz de İslâm oldunuz mu?’

Eğer İslâm olurlarsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse sana düşen yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını görür.” (Âl-i imrân: 19-20)

Allah-u Teâlâ önceki ümmetlerden kendilerine kitap verilenlerin, kendilerine peygamber gönderilip kitaplar inzâl edilmek suretiyle aleyhlerinde hüccetler, deliller olmasından sonra ayrılığa düştüklerini haber vermektedir.

Burada anlaşılıyor ki, kim Allah’ın kitabında beyan etmiş olduğu hükümleri inkâr ederse, Allah-u Teâlâ onu hesaba çekecek ve bu yalanlamasından dolayı onu şiddetli azaba çarptıracaktır.

Hüküm vermek sadece ve sadece Allah’a aittir. Başkasına âit değildir. Onun hükmü esastır.

“Hüküm ancak Allah’ındır.” (Yusuf: 40)

O’nun hükmü esastır, mahlûkun hükmü yoktur. Emir ve yasak koyma hakkı yalnız O’na mahsustur, bu hakka sadece Allah-u Teâlâ sahiptir.

Âyet-i kerime’nin devamında yalnız kendisine kulluk yapmamızı emrediyor ve İslâm dini’nin dosdoğru bir din olduğunu haber veriyor:

“O, yalnız kendisine kulluk etmenizi emretmiştir.” (Yusuf: 40)

Çünkü O’ndan başka hiç kimse ibadete lâyık değildir. İbadetin hangi çeşidi olursa olsun, O’ndan başkası için yapılacak olursa şirk ve küfürdür.

“İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf: 40)

İnsanlar O’nun koyduğu hükümleri uygulamak zorundadırlar. O’nun hükmü esastır. Emir ve yasak koymak hakkı yalnız O’na mahsustur. Bu hakka sadece Allah-u Teâlâ sahiptir. O’nun tevil buyurmadığı bir şeyin hiçbir meşruiyeti yoktur.

“Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf: 40)

Hevâ ve heveslerine uyarlar, bâtıl dinlere tâbi olur dururlar. Dolayısıyla onların çoğu şirke düşmüştür.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de:

“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın şânı ne yücedir!” buyuruyor. (A’râf: 54)

Bu bir Allah kelâmıdır. Mülk O’nundur, hükmünü hiç kimse değiştiremez.

Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiçbirisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O’nun haber verdiği her şey gerçeğin ta kendisidir. O’nun emrettiği her şey adaletlidir, O’nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O’nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O’ndan daha doğru söz söyleyemez, hiç kimse O’ndan daha adil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.

Allah ve Resul’ünün dininden başka bir din olmayacağı ve din kurucuların dini ve başka dinlerin kabul edilmeyeceğini diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle ferman buyuruyor:

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân: 85)

Bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ’nın İslâm’dan başka bir din arayanın dininin kabul edilmeyeceğine dair açık fermân-ı ilâhî’sidir. Artık kişilerin başka din seçmesi, din kurması ancak nefsini ilah edinmelerinden ötürüdür. Bunlar Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman etmiş değillerdir. Yaptıkları iş Allah katında kabul ve makbul değildir. Allah katında makbul olan din İslâm’dır. Başka dinler, isimler bâtıldır ve hakk olan, katında makbul olan din budur. Cennet ve Cemâlullah ile müjde kıldığı dindir.

O’nun sözlerini değiştirecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz. Söz O’nun sözü, hüküm O’nun hükmü, Kitap O’nun Kitab’ıdır.

O’nun verdiği hükmü değiştirecek, engelleyip ortadan kaldıracak, hiçbir kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir makam ve mevki yoktur. Mülk O’nundur. O’ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmesine hakkı ve salahiyeti yoktur. Yalnız emir, yasak, tedbir, irade, tam tasarruf O’na âittir. Hükmünü hiç kimse değiştiremez.

Zira:

“Hüküm, yücelerin yücesi Allah’ındır.” buyuruluyor. (Mümin: 12)

Çünkü O mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O’nun verdiği hükümler belirli bir asır ve zaman ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.

Hazret-i Allah Kelâm-ı kadim’inde cennetine koyacağını vaad ettiği, razı ve hoşnut olduğu kullarını şöyle tarif buyuruyor:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)

Onlar dünyada Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a iman etmişlerdir, bu onlara Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır.

Zira onları bu dünyada lütuf olarak kudsî ruhu ile desteklemiştir. ahirette ise onları cennet ve cemâlullah ile müjdeliyor:

“Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Mücâdele: 22)

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu, hoşnut olduğu parti budur. Onlar da Hazret-i Allah’tan hoşnutturlar. Bütün iyiliklerin O’ndan geldiğini, bütün kötülüklerin nefis ve şeytandan geldiğini bilirler. Allah’a gönülden teslimdirler. Neyi taksim ve takdir buyurmuşsa râzı ve hoşnutturlar.

İslâm âlemine bakıldığında, müslümanların fırkalara ayrıldığı, senlik-benlik kavgası, liderlik-önderlik dâvâsı, makam, nam ve menfaat kaygısı ile ihtilâf ve tefrikaya düştükleri acı bir gerçektir.

Halbuki Allah-u Teâlâ müminlerin birleşmelerini emir buyururken, ayrılık yapanlarla tefrika çıkaranları ağır bir dille tehdit ediyor ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (Âl-i imrân: 105)

Zâlimler güruhundan olmamamız için Hazret-i Allah’ta birleşmemiz, yekvücud halinde olmamız icabediyor.

Müslümanların, Allah ve Resul’ünde birleşmesi en büyük arzumuzdur.

Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir bir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm: 159)

Bütün gayemiz iman kurtarmaktır. Hiç kimseye buğzumuz, adâvetimiz yoktur. Fakat imansızlığa da rızâmız yoktur.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR