Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TARİHTEN SAYFALAR - Dînin Bekâsı ve Vatanın Muhâfazası, Osmanlı Pâdişahları’nın Yegâne Hedefiydi!.. - Ömer Öngüt
Dînin Bekâsı ve Vatanın Muhâfazası, Osmanlı Pâdişahları’nın Yegâne Hedefiydi!..
TARİHTEN SAYFALAR
Hakan Yılmaz
1 Aralık 2005

 

Dînin Bekâsı ve Vatanın Muhâfazası,
Osmanlı Pâdişahları’nın Yegâne Hedefiydi!..

 

Dînin bekâsını ve vatanın muhâfazasını gâye edinerek, bütün ömürlerini bu yolda ve bu uğurda harcayan Osmanlı pâdişahları, Allah-u Teâlâ’nın; “Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşalık olur.”(1) hükmü gereğince; İslâm’a karşı birleşen ve tek millet hâline gelen küffârın hücum ve istilâsına karşı müslümanların dâimâ birlik ve berâberlik içinde olmalarına, birbirlerine sımsıkı kenetlenip sağlam bir kale gibi durmalarına büyük önem vermişler; bunu engellemeye kalkışan kimseleri kim olursa olsun, kudretli pençeleriyle yok etmekten çekinmemişlerdir.

 

Fetret Devrindeki Acı Durum ve
Çelebi Sultan Mehmed’in Sergilediği Tutum:

Yıldırım Bâyezid’in vefâtından sonra Osmanlı şehzâdelerinin her biri ayrı bir diyârı mesken tutup pâdişahlığını îlân etmişti. Bu hengâmede kâfirlerin fitne ve azgınlıkları gitgide artmış, küffar devletleri Osmanlı’ya artık ha yıkıldı, ha yıkılacak gözüyle bakmaya başlamıştı.

Çelebi Sultan Mehmed Hân Timur vak’asından sonra, Amasya’da bulunurken bir gün yanına sohbet arkadaşı Molla Ali’yi dâvet etti ve küffârın Osmanlı topraklarına göz dikmesinden duyduğu endişeyi dile getirip; “Molla Pîr Ali! Vâki’ olan hâdiseden ibret aldın mı? Babam Sultan Yıldırım Hân kimi zamân ma’siyyetle meşgûl olduğu içün başına bu belâ nâzil (ve) her birimiz bir diyâra vâsıl olup, karındaşum Mûsâ Çelebî ‘Îsâ Çelebî’yi katl idüp Bursa’da tahta oturdı, birâderüm Süleymân Çelebî dahî Edrene’de taht-ı saltanâtı mekân tutup, küffâr bizden korkar iken biz ‘âleme mashara olduk. Bu gayret beni tamâm etdi! Gel senüñ ile tâc-u tahtı terk idelüm, Hacc-ı şerîf’e gidelüm!” diyerek, gözlerinden gayr-i ihtiyârî bir kaç damla yaş süzüldü.(2)

Akşam vakti erişince istihâre namazı kılan Çelebi Sultan Mehmed, rüyâsında dedesi Sultan Murad Hüdâvendigâr’ın ve Emîr Sultan Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin yanına gelip, kendisine bir kılıç ve eğerlenmiş bir at vererek; “Ey oğul! Dînin esaslarını üstüvâr (yeniden ikâme) eyle!” dediklerini gördü. Çelebi Mehmed bu sözü duyar duymaz ata binip verilen kılıcı kuşandı ve Gelibolu istikâmetine doğru hızla yol aldı.(3) Bu rüyâdan sonra, küffârın fitnesine karşı İslâm birliğini yeniden kurma vazîfesinin kendisine verildiğini anladı.

Dönemin Rum târihçilerinden biri, Osmanlı Devleti’ne bu kritik dönemde saldırmayı akıl edemeyip, Çelebi Sultan Mehmed’in oğlu İkinci Murad devrinde, iyice güçlendiği bir dönemde saldırmaya kalkışan Bizanslılar’ın yaptıklarını aptallık ve ahmaklık olarak nitelendirmiş; “Akıllı romalılar giriştikleri bu işleri daha önce, Timur’un Bâyezid’le muhârebe ettiği, onu yakaladığı ve ordusunu imhâ ederek mağlûb ettiği zaman yapmalıydılar, şimdi değil!.. Zîrâ Türkler artık toparlandılar!” demiştir.(4)

 

Osmanlı Pâdişahları “Nizâm-ı ‘Âlem” İçin,
Öz Kardeşlerini Bile Katletmişlerdi!

Osmanlı Devleti kuruluşundan yükselme devrine kadar, şehzâdelerin taht kavgalarından büyük zarar görmüş; devletin merkezinde ortaya çıkan çok başlılık ülkeyi geriletip perişân etmeye yetmişti.

Dedesi Çelebi Sultan Mehmed döneminde, din ve devletin uğradığı büyük kaybı yakından tâkip eden Fâtih Sultan Mehmed Hân, Osmanlı’nın bilinen ilk yazılı kânunnâmesi olan “Kânunnâme-i Âl-i ‘Osmân”da bunu önlemek için; “Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşlaruñ nizâm-ı ‘âlem içün katl itmek münâsibdür. Ekserî ‘ulemâ dahî cevâz vermişdür. Ânınla ‘âmil olalar!” emrini vermişti.(5)

Fâtih Sultan Mehmed Hân bu hükmü verirken, “ekserî ‘ulemâ dahî buna cevâz vermişdür.” diyerek; bu hükmün kendi arzusuna değil, doğrudan doğruya; “Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür.”(6) ilâhî hükmüne ve: “İki halîfeye biat edildiği zaman ikincisini öldürün!”(7) Hadîs-i şerîf’ine dayandığına işâret ediyordu. Çünkü bu yapılmadığı taktirde, bu durumu fırsat bilen küffar din ve devleti yok etmek için harekete geçebilir; din adına genişletilmekten zâten mahrum kalmış olan devlet, eldeki mevcut topraklarını dahî kaybedebilirdi.

Kemâl Paşazâde’nin “Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân”daki ifâdesine göre; Fâtih Sultan Mehmed sırf bu sebeple ilk oğlu Bâyezid’den sonra, ikinci oğlu Cem Sultan’ın doğmasına hiç sevinmemiş; hattâ şehzâdenin doğumunu haber alınca saraydan içeriye büyük bir öfke ve hışımla girerek, bebeğin beşiğine bir tekme vurup; “Ebedî cennetin gül bağçesi saltanata ziynet virmeğe, ol tek başına servi ve şemşîr gibi, selefin övüncü ve neslin şereflisi şehzâdeler yeterdi. Bu meyvesi muhâlif ağaçdan ne biter? Kadîr olan Rabb’in takdîri ile ol ikinüñ biri ay gibi birdenbire gözden yiterse, vâdesi dolup tamâm olmadan yokluk şehrine giderse, cihânı aydınlatan güneş gibi ‘âleme ışık verüp yüz tutmağa biri yeter. Şehr-ü diyâra vâris çokluğu, tâc sâhibi hükümdâr yokluğu ki, fitne hâdisâtına ve mihnetlere vâris olmağa sebepdür. Memleketde baş çok olıcak, il günâgûn harâb-u vîrân olup hâkimiyyet ayakda yiter!” diyerek, ileride çıkması kaçınılmaz fitneden duyduğu endişeyi dile getirmişti.(7)

Din ve devleti böyle bir felâketin içine salmak, bir İslâm hükümdârı için gerçekten de akıl kârı değildi. Fâtih’in bu sözleri, çıkardığı “Kânunnâme”deki “Kardeş katli” hükmünün gerekçesini de bir bakıma özetlemekteydi. Dolayısıyla Osmanlı pâdişâhları’nın kardeşlerini katlettirmeleri, bâzı sivri akıllıların iddiâ ettiği gibi makam ve iktidar hırslarından değil, aksine dîne olan sadâkatlerinden ve vatanı muhâfaza yolundaki fedâkârâne gayretlerinden ileri gelmekteydi. Zâten Fâtih Sultan Mehmed de “Kânunnâme”sinde bunun “nizâm-ı ‘âlem içün” yapılmasını emretmiş, hükmün icrâsı için başka bir gerekçe göstermemişti.

Osmanlı pâdişahları din ve vatan uğruna öz kardeşlerini bile fedâ etmekten çekinmezlerken; “kardeş katli” meselesini sırf onlara saldırmak için dillerine dolayan ve ortalığı yaygaraya boğan çığırtkan baykuşlar; kulak tırmalayan çirkin sesleriyle utanmadan onlara bu çirkin iftirâyı atarken; onların ezelî düşmanı olan küffâra alenen yaltaklık ederek kendilerini ele verirler ve gerektiğinde vatana ihânet etmekten çekinmezler.

 

Yavuz Sultan Selim Hân’a Kabrinde
Bile Rahat Vermeyen Endişe:

Osmanlı pâdişahları için birlik ve berâberliğin ne kadar önemli olduğunu, din ve devlet uğrunda hiçbir fedâkarlıktan çekinmeyen bu âbide şahsiyetlerin, bölünme ve parçalanma tehlikesinden ne kadar rahatsızlık duyduğunu anlamak için, Yavuz Sultan Selîm’in şu şiirine kulak vermek gerekir:

“İhtilâf-u tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde dahi bî-karâr eyler beni;

İttihadken savlet-i a’dâyı def’a çaremiz,
İttihad etmezse millet dâğdâr eyler beni...”

Ömrünü İslâm birliğini sağlamaya, “İ’lâ-yı Kelimetullâh”ı cihâna hâkim kılmaya adamış olan cihângîr pâdişah, ehl-i İslâm’ın düşmanın ittifâkına karşı dâimâ birlik içinde olması gerekirken, bir gün küffârın oyununa gelip de parçalanmasından duyduğu kaygıyı bu şiirinde dile getiriyor; bu kaygının kendisine kabirde dahî rahat vermeyeceğini açıkça ifâde ediyordu.

 

Dördüncü Mehmed, Devlete Başkaldıran Abaza Hasan
Paşa’nın Hakkından Nasıl Gelmişti?

Din ve devletin varlığını tehdit eden fitne ve fesad ateşi her zaman küffârın tahrîki ile değil, kimi zaman da şahsî menfaatlerini te’min etmek veyâ makam ve mevkiisini yükseltmek isteyen kimseler tarafından tutuşturuluyor; gözünü menfaat ve makam hırsı bürümüş olan bu gibi hâinler, bir yağlı kemik uğruna dîni ve vatanı yıkıma sürüklemekten çekinmiyordu.

Nitekim Dördüncü Mehmed Hân, küffârın ekmeğine yağ sürerek Osmanlı Devleti’ni içten yıkmaya kalkışan Abaza Hasan Paşa ve adamlarını, din uğrunda gazâ ve cihad için derhâl orduya katılmaya dâvet etmiş, şâyet gelmezlerse katle müstehak olduklarını gönderdiği fermanda haber vermişti:

“Ehl-i îmân ve İslâm iseniz bu tarafa gelesiz. Din uğruna gazâ ve cihâd edüp küffâra kılıç uralım! Eğer bundan sonra da inâdınızda ısrâr edüp gelmezseniz, İnşâa’llâhu Te’âlâ bu tarafda Cenâb-ı Bârî feth-ü fütûh müyesser ettikde, Allah ile ‘ahdimiz olsun, üzerinize varup hakkınızdan gelmedikçe kılıncımızı kınına komayız!”(8)

Bu vatan hâini ve adamlarının bu haklı dâvete icâbet etmeyip fitne ve fesadlarını daha da arttırmaları üzerine, Şeyhülislâm Efendi’nin; “İslâm askerleri küffâr ile gazâya me’mur iken, fesâdı tahrik ile seferin feshine sebeb olanlar kâfirden daha şiddetlidir!” fetvâsına dayanılarak, dîne ve vatana kasteden hâinler yakalanıp birer birer îdâm edilmişti.(9)

İşte Osmanlı pâdişahlarının dînin bekâsı ve vatanın muhâfazası için gösterdikleri azîm ve fedâkârlık bu kadar fazlaydı. Onları hayatları boyunca endişelendiren ve bu sıkı tedbirlere sevkeden yegâne şey; küffârla cihâdın ve “İ’lâ-yı Kelimetu’llâh” dâvâsının sekteye uğraması, İslâm’ın ve müslümanların küffâr karşısında sâhipsiz ve başsız kalmasıydı. Onlar bunu önlemek için alınması gereken her türlü tedbiri almışlar, bu hususta öz kardeşlerine bile en küçük bir müsâmahada bulunmamışlardı. Bu ise ancak, îmân ve iz’an sâhibi gerçek bir hükümdârın yapabileceği işlerdendir. Îmandan ve iz’andan mahrum olan münâfıklara gelince; onların işi küffârın himâyesine girmek, vatana ihânet etmek ve ümmet-i Muhammed’i kâfirlere peşkeş çekmektir!

(1) Kur’ân-ı Kerîm, Enfâl (8): 73

(2-3) Bostanzâde Yahyâ Efendi, “Târîh-i Sâf”, s. 36-37. bas.: İstanbul, H.1287.

(4) “XVI. Asırda Yazılmış Anonim Osmanlı Târihi”, s. 118. trc. Şerif Baştav, bas.: Ankara, 1973.

(5) Fâtih Sultan Mehmed “Kânunnâme’-i Âl-i ‘Osmân”, (“Bedâyi’u’l-Vekâyi’” içinde) Moskova: 1961, vr. 281b.

(6) Kur’ân-ı Kerîm, Bakara (2): 191.

(7) Müslim, “Kitâbu’l-İmare”, Had. nr. 3444

(8) Kemâl Paşazâde, “Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân”, VII. Defter, s. 173. TTK yayını, bas.: Ankara, 1957.

(9) Na’îmâ, “Târîh-i Na’îmâ”, c. 6, s. 2835.

(10) Na’îmâ, a.g.e., c. 6, s. 2856.

 

Osmanlı Hânedânı İçin
Din ve Devletin Selâmeti,
Evlâdlarının Canından Daha Mühimdi!

Kânunî Sultan Süleyman oğlu Şehzâde Mustafa’nın “Nizâm-ı ‘âlem” için katledilmesini emrettiği sırada, o an Osmanlı topraklarında bulunan Avusturya elçisi Busbecq şöyle demişti:

“Müslümanlar Osmanlı hânedânının varlığı ile ayaktadırlar. Hânedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu bakımdan din ve devletin selâmeti için, hânedânın bekası onlar için evlâddan daha mühimdir.” (Busbecq, “Türkiye’yi Böyle Gördüm”, s. 42, trc.: Aysel Kurutluoğlu, İstanbul, ts)

 

Son Osmanlı Târihçisi Abdurrahman Şeref Efendi'ye Göre;
“Vatan Elden Giderken Din Adına Yaygara Koparanlar,
Dînin ve Vatanın En Büyük Düşmanıdırlar!”

Son Osmanlı vak'anüvîsi Abdurrahman Şeref Efendi, Sultan Mehmed Reşad Hân dönemi hâdiselerini kaydettiği "Târîh’inde, "Beyânü’l-Hakk" dergisinde neşredilen bir makâleye dayanarak, Allah-u Teâlâ'nın; "Ey ehl-i îmân! Birbirinizle çekişmeyiniz, aranızda ihtilâf çıkarmakdan sakınınız! Sonra zâ'if düşersiniz de, asıl düşmanlarınız sizin bu zâ'afınızdan istifâde ile hepinizi mahv-u perîşân ederler."(1) buyurduğunu söyledikten sonra, kâfirlerin dîn-i İslâm’a kastettiği bir dönemde; küffâra karşı koyacakları yerde ortalığı fitne-fesâda vererek, güyâ din adına sokağa dökülen yaygaracıların, bu hâlleriyle dîne hizmet değil, aksine en büyük ihâneti yaptıklarını ifâde edip, onlara; "Belki size kim bilir nasıl bir niyyet ve maksadla diyenler olmuşdur ki, 'ulemâ şerî'atı muhâfaza edemiyor, kalkın siz isteyin! Lâkin yavrularımız, bakalım siz şerî'atın ne olduğunu biliyor musunuz? Hani ya şerî'at kıldan ince, kılıçdan keskin demezler mi? Şerî'atı bilmenin, istemenin yolu vardır. 'Şerî'at isteriz!' deyû memleketi ihtilâle mi verirler?" diye şiddetle çıkışıyordu.(2)

Zîrâ dîni savunmanın ve ayakta tutmanın, onun yayıldığı ve üzerinde yaşandığı vatan topraklarını yıkmakla mümkün olacağını zannetmek ve iddiâ etmek kadar, ahmakça ve aptalca bir iş yoktu. Dolayısıyla bu cehâleti icrâ eden fitnecilerin, ahmaklık konusunda ikinci bir nümûnelerine rastlanmıyordu!

Sözlerinden zekî ve basîret sâhibi bir kimse olduğu anlaşılan Abdurrahman Şeref Efendi , bu çarpık zihniyet sâhipleri arasında, belki aklını başına alacak tek bir kişi çıkar ümîdiyle, onları küffârın ekmeğine yağ sürmekten sakındırmayı gâye edinerek, şu son derece tutarlı ve isâbetli öğüdü veriyordu:

"Düşmanlar her tarafdan göz dikmiş bekliyorlar. Şimdi bu ölüm hâlindeki hastanın başında, en mukaddes kelimâtı ile de gürültü-patırdı etmektesinüz! Bilir misinüz şerî'atımızda bir mesele vardır: Hastaya ölürken kelîme-i şehâdet getir deyû tazyîk etmek câ'iz değildir. Şimdi dikkat ediyor musunuz? 'Sebtü'l-arş sümme nakş' derler. Vatanımızı sâhil-i selâmete çıkararak mevkimizi tahkîm etmelisiniz ki, şerî'atimizin şânını yükseltmeğe kudret ve kuvvet bulalım!" (3)

Abdurrahman Şeref Efendi onlara bu sakat ve âmiyâne fiili telkin edenlerin sûret-i Hakk’tan görünen, ancak aslında dinin ahkâmını dahî bilmeyen, âlim kisvesine bürünmüş birtakım câhillerden ibâret olduğuna dikkati çekerek;

"Sizin bilemeyeceğiniz birtakım erbâb-ı fitne ve fesâd, sûret-i hakdan görünerek ve câ'iz ki 'ulemâ kıyâfetine girerek sizi aldatabilirler. Rast geldiğiniz her başı sarıklıyı 'ulemâdır, şerî'atın inceliklerine, siyâsetine vâkıfdır zannetmeyiniz! 'İnsanı yarım hoca dinden, yarım hekim de candan eder.' misâlini bilirsiniz. Asıl 'ulemâ-yı şerî'atın, ya'nî cem'iyyet-i 'İlmiyye'-i İslâmiyye'yi teşkîl eden mümtâz kuvvetin nasîhatine tâbi' olunuz!" diyordu.(4)

Dönemin şuur ve basîret sâhibi müdrik târihçisi, onları bu gibi kimseleri ciddiye almamaları ve Allah’a ortak koşmamaları yolunda uyararak, sözlerine şöyle son veriyordu:

"Şerî'at isteriz derken farkında olmadan dünyâ saltanatına kapılmayın! hıret hesâbını da düşünün! 'Şerî'at kıldan incedir' dememiş mi idik? İşte bu ince yolun içinde şeytân ve onun ihvânı olan şeyâtîn-i ins sizi muhâtaraya sevk edebilir, aldanmayın! Allah a olan kulluğunuza da hiçbir ferdi ortak etmesün!"(5)

İşte Osmanlı Devleti’nin son vak’anüvisi Abdurrahman Şeref Efendi’nin, ortalığı yaygaraya boğan "sokak şerî’atçıları" hakkındaki tespitleri budur. Bu gibi çığırtkan ahmaklar, ne yazık ki bugün ortalığı tamâmen doldurmuştur. İçine düştükleri çukurdan çıkmadıkları sürece, onların bu sözleri anlamalarına imkân da yoktur.

(1) Kur’ân-ı Karîm, Enfâl (8): 46.

(2) Abdurrahman Şeref Efendi, "Târîh", TTK Ktp. TY, nr.: 542, vr. 19.

(3-4) Abdurrahman Şeref Efendi, a.g.e., vr. 19-20.

(5) Abdurrahman Şeref Efendi, a.g.e., vr. 21.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR