Muhterem Okuyucularımız;
İman ile küfrü, hakikat ile dalâleti ayırmaya çalışan “Hakikat Aylık İslâm Dergisi”, “Küfrü Hoşgörü Fitnesi” ni söndürmek, ajan-misyonerlere açılan kapıları kapatmak gayesi ile değişik vesilelerle yayınlar yapmıştır. Bu gaye ile dergimizin temsilciliğini yapan arkadaşlarımız da imanlarının ve samimi duygularının teşviki, din ve vatan sevgisinin icabı ile dünyanın dört bir tarafında insanları uyandırmaya çalışmakta, insanları hak ve hakikate dâvet etmektedirler. Hatay’da yapılan toplantıya giden arkadaşlarımız gerek halka, gerekse toplantıya iştirak eden bütün katılımcılara ve protokole dergi, kitap ve İslâm’a dâvet broşürleri takdim ederek, hakikati duyurmuşlar, böylece “Küfrü hoşgören” lerin tertiplerine engel olmuşlardır.
“Hıristiyanları Hidayet ve Gerçek Kurtuluş’a Davet” maksadıyla, İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça, Hollandaca, İtalyanca, İspanyolca, Arnavutça gibi birçok dilde hazırlanan broşürlerimiz Avrupa başta olmak üzere bütün dünyaya yayılmaktadır.
Özellikle Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinde bu broşürlerden binlercesi dağıtılmış, hemen tüm kiliselere ve papazlara ulaştırılmıştır. İslâm dünyasını hıristiyanlaştırmaya çalışan Papa’nın Almanya’nın Köln şehrinde tertip ettiği büyük miting esnasında her ülkeden gelen papazlara kendi dillerinden broşürler takdim edilmiş, isteyen halka da bu broşürlerden verilmiştir.
Türkiye’de olduğu gibi Amerika’da dahi İman ile küfrü karıştırmaya çalışanların icraatları takip edilmekte, küfrü yaymaları önlenmektedir. Çünkü bunların gayesi küfrü yaymaktır. Elhamdülillahi rabbil âlemin oradaki kardeşlerimiz bu küfrü hoşgörü toplantısını duydular. Toplantının yapılacağı otelin etrafını sardılar. Bütün gelenlere kitap, broşür ve dergi dağıttılar.
Bu faaliyetler sebebiyle teşekkürlerini arzeden birçok hak ve hakikat araştırıcısı olduğu gibi, kendi beldelerinde hakikatlerin neşredilmesinden rahatsız olanlar da elbette olmuştur.
Her türlü maddi ve siyasî desteğe rağmen ülkemizde istedikleri başarıyı yakalayamayan hıristiyan misyonerleri, 24’er sayfalık broşürlerimizin ortaya çıkardığı tesir karşısında büyük bir şaşkınlığa düşmüşlerdir.
Hazret-i Allah bu yolda mücâdele eden bu İslâm mücahidleri üzerine yemin ederek onları yüceltmiştir:
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
İşte Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor. Hak için din-i İslâm için çalışanlara bu Âyet-i kerime büyük bir lütuftur.
“Kim Allah’ı, onun Peygamber’ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah’tan yana olanlardır.” (Mâide: 56)
Küffar Birliği’nin kapısında her türlü alçaklığa râzı olmanın İslâm’la hiçbir alakası yoktur. Bu durum İslâm’ın izzetine yakışmadığı gibi müslümanlara karşı söz ve andlaşmalarında durmayan küffarın hile ve desiselerine fırsat verilmiş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen kendileriyle andlaşma yaptığın hâlde, onlar her defasında hiç çekinmeden andlaşmalarını bozarlar.” (Enfâl: 56)
•
Güzide evlatlarımızı teslim ettiğimiz, ilim ve irfan yaymakla mükellef kurumların başına geçen bazı İslâm düşmanlarının icraatları da dinimize, vatanımıza, devletimize, milletimize çok büyük zararlar vermektedir.
İcraatları ayyuka çıkmış bu gibi kimseleri sırf İslâm’ın aleyhine çalışıyor diye destekleyenler çok büyük bir vebal altındadır, onun icraatlarında ortaktır. Bu tür liyakatsiz, emanete, devlet malına riayetsiz, milliyeti belirsiz kimselere bu kadar büyük bir emaneti teslim edenler de bunlardan sorumludur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanlardan iki sınıf vardır ki, sağlam ve sâlih oluşları, umumun sağlam oluşunu, fesatları ise umumun bozulmasını mucib olur.
Onlardan biri ulemâ diğeri ümerâdır.” (Câmiu’s-sağir)
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Bu hâinleri nasıl tanırsınız?
Dinini değiştirmezden evvel İslâm’ın lehine, küfrün aleyhine konuşur ve hareket ederlerdi. Dinini değiştirdikten sonra sinsi sinsi müslümanları küfre dâvet ederler.
İsimlerini ne zaman değiştirecekler? Hakk biliyor, halk da bilsin!
Küffârın memleketimize ve bu millete nüfuz etmesine zemin hazırlayan bu münafıklar küffârın ajanıdır. Küffârın yapamadığını İslâm maskesi altında yapmaktadırlar. Çünkü bunlar satılmış kimselerdir. Yahudi ve hıristiyanların namına çalışır, onların himayesi altındadır.
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar.
Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.” (Bakara: 9)
İslâm dini son dindir, âli ve galiptir. Tahrif edilmiş, bozulmuş dinlerle, sahte beşerî ideoloji ve telâkkilerle aynı kefeye konulması asla mümkün değildir.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
Bu din Allah katında kabul edilmiş yegâne din olup diğer dinlerin hükmü yoktur ve kalkmıştır. Son peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ve son kitabı da Hazret-i Kur’an’dır.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki aslâ kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i imrân: 85)
Allah-u Teâlâ’nın İslâm’ın âli ve galip olduğuna dair fermân-ı sübhâni’si vardır.
“Allah: ‘Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!’ diye yazmıştır. Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir.” (Mücadele: 21)
Küfür ise sapkınlıktır, murdarlıktır.
“Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.” (Mücadele: 20)
Bu aşağılık ve bedbahtlık hem dünyada hem de ahirettedir, en büyük mahrumluk bunlar içindir.
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir.
“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler.” (Enfâl: 55)
Âyet-i kerime’ler onları bu şekilde belirtiyor.
Bunca ilahi hükme rağmen İslâm ile küfrü bir araya getirmeye çalışanlar iman etmiş değillerdir. Hoşgörü adı altında küfrü ve bu murdarlığı hoş görenler, küfür ehlini dost edinenler otomatikman küfre kaymıştır. O da onlardandır.
Hazret-i Allah’a inanan bir müslüman iman ile küfrü, İslâm ehli ile küfür ehlini aynı kefeye koymaz. Bu, iman ehlinin icraatıdır. Kim ki bunun aksini yaparsa İslâm’a ihanet etmiştir. İman ile, İslâm ile bir ilgisi kalmamıştır.
Nitekim Hazret-i Allah iman ile küfrü kesin bir şekilde ayırmıştır.
“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)
Allah-u Teâlâ müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık ve kesin olarak ilan etmiş,
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hac: 19) buyurarak inananlarla inanmayanları birbirinden ayırmış, küffarın İslâm’ın ve müslümanların hasmı olduğunu iman ehline duyurmuştur. Nasıl ki küffar İslâm’ın hasmı ise, iman ehli de küfrün hasmıdır. İlâhi hüküm budur.
Bu necip müslüman millete küfrü hoş göstermeye çalışan, küfür ehlini iftar sofralarında baş köşeye oturtan, küffar devletlerinin memleketimize nüfuz etmesine, vatanımızın paymal edilmesine seyirci kalanlar İslâm’a ve vatanımıza ihanet etmişlerdir.
İslâm ehli tarih boyunca küfre iltifat etmemiş, küfür ehlini hor ve hakir kılmıştır.
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resul’ünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, boyunlarını büküp küçülmüşler olarak elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe: 29)
Çünkü onlar ulu Allah’a karşı gelmişlerdir.
Hazret-i Allah gerçek iman ehlinin, müminlerin vasfını bildirmiştir:
“Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler. hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)
Bir tarafta İslâm’ın hükmü, bir tarafta bu münafıkların icraatları!..
Bu böyle olduğu gibi müslümanların emanetini üzerine alan umera da İslâm’ın âli ve galip olduğunu bilmek ve uygulamakla mükelleftir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın hükmüdür. Küfre kucak açanların, vatanın selametini tehlikeye düşürenlerin İslâm’la ne ilgisi olabilir?
İmanını yitirmiş, kalbi döndürülmüş, mühür vurulmuş, artık bunlar hiçbir şey duymazlar, duymak da istemezler.
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Daha evvel de arzetmiştik:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerinde münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selül idi. Bu zamanda münafıkların başı ise küfrü hoş görenlerdir.” (Hakikat, Ağustos 2004, 131. sayı)
Dış düşmanın yapamadığı tahribatı bunlar müslümanmış gibi görünüp içerden yapıyorlar. Bu verdikleri zarar çok büyük olduğu için de bu hâle düşüyorlar.
İman ile küfür birbirine düşmandır. Hasımdır. Biri nurdur; aydınlığa, hakikate, cennete götürür. Diğeri nardır; karanlığa, dalâlete, cehenneme götürür.
Ve fakat:
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamber’e gelin!’ denildiği zaman, münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 61)
Bunlar Hazret-i Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın indirdiğinden tiksindiler, yüz çevirdiler. Böylece küfür batağına battılar. Hiçbir müslümanın Allah’ın ve Peygamber’inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. “İşittim, itaat ettim” demek zorundadır.
“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyin.” (Enfâl: 27)
Uyan be kardeş! Artık dost ve düşmanını öğren! Bu münafıkları da bil artık. Uyanmazsan dininden de vatanından da olursun.
“Şüphesiz ki Allah hainlik yapanları sevmez” (Enfâl: 58)
Dinini değiştirmezden evvel İslâm’ın lehine, küfrün aleyhine konuşur ve hareket ederlerdi.
Dinini değiştirdikten sonra sinsi sinsi müslümanları küfre dâvet ederler.
İsimlerini ne zaman değiştirecekler? Hakk biliyor, halk da bilsin!
Küffârın memleketimize ve bu millete nüfuz etmesine zemin hazırlayan bu münafıklar küffârın ajanıdır.
Küffârın yapamadığını İslâm maskesi altında yapmaktadırlar. Çünkü bunlar satılmış kimselerdir. Yahudi ve hıristiyanların namına çalışır, onların himayesi altındadır.
Bunlar onların dostudur. Amma ismi İslâm’dır. İsmi İslâm olduğu için münâfık oluyor, kâfirden de aşağı oluyor.
“Münâfıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.” (Nisâ: 145)
İslâmiyet’i de isimden ibarettir. Bunlar gerçekten Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve Resulullah’a inanmış değillerdir. Bunlar şöhret, nam ve menfaat peşindedir.
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.” (Bakara: 9)
Bunlar doğru yola dönecek de değillerdir:
“Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, sussanız da sizin için birdir.” (A’râf: 193)
Bunların hepsi biliniyor. Sizin iman etmediğinizi, etmeyeceğinizi biliyoruz. Şu kadar var ki, bilindiğinizi bilin diye yazıyoruz. Allah-u Teâlâ sizin kararınızı çoktan vermiş. Çünkü O surete, sirete değil de kalbe ve amele bakar.
•
Küfre kucak açanlar!
Müslümanları küfre teşvik edenler!
“Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münafikûn: 4)
Ne kötü icraat yapıyorlar.
Görülmemiş kötü işler yapıyorlar!
Onlara sorsan: “Biz de müslümanız!” derler. Yaptıkları tahribat kâfirinkinden daha beter, daha büyük. Zira kâfirin gayesi belli, ona sokulmazsın ve fakat bu deccaller var ya, müslümanmış gibi görünüyorlar, hiçbir kâfirin yapamayacağı tahribâtı yapıyorlar.
Dikkat ederseniz sizi hep Allah-u Teâlâ’nın kelâmı ile uyandırmaya çalışıyoruz. İmanı olan Hazret-i Allah’tan korkar ve kalbi titrer. Fakat satılmış olanlar öyle değildir, kalbi titremez. Niçin? Onların imanı alınmıştır, kalpleri döndürülmüştür ve mühürlenmiştir. Artık onlar duymazlar. Onlar için hiçbir şey değişmez.
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar artık dönmezler.” (Bakara: 18)
Kulaklar, diller ve gözler Hakk’ı bulmak, hakikat yolunda yürüyebilmek için yaratıldıkları halde; onlar kendi fıtrî istidatlarını dalâlet yolunda kazanmaya sarfettikleri için, hidayete giden yollar kapanmıştır. Artık kendilerine gelemezler, tamamen şaşkındırlar. Hayırlı hiçbir şeye kulak vermezler, kendilerine fayda verecek şeyleri söylemezler, basiretleri kördür, Hakk ve hakikatı görmek istemezler, hidayet yoluna dönmezler.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kendileri inanmadıkları gibi, başkalarını da inancından çevirmek isteyen münkirlerin âkıbeti hakkında şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlar içinde öylesi var ki; ne bir bilgisi, ne doğruya götüren bir rehberi, ne de aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır durur.” (Hacc: 8)
“Allah’ın yolundan saptırmak için yanını eğip büker. (Büyüklenerek yüzünü çevirir). Onun için dünyada bir rezillik vardır, kıyamet gününde ise ona yangın azabını tattırırız.” (Hacc: 9)
“İşte bu, senin iki elinle öne sürdüğün şeyler yüzündendir. Yoksa Allah kullarına aslâ zulmedici değildir.” (Hacc: 10)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz 1400 sene evvel insanların nasıl dinden çıkacağını Hadis-i şerif’leri ile bize bildiriyordu. Allah-u Teâlâ’nın buyurduklarını bize duyuruyordu. Biz de size bir bir izah ediyorduk.
Allah-u Teâlâ buyurmuştu, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duyurmuştu, biz de size bunları açıklamıştık.
Ve fakat:
“Sen kabirde olanlara işittiremezsin.” (Fâtır: 22)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, ruhunuz ölü olduğu için kılınız kıpırdamıyordu.
Dine ve vatana ihanet edenlerin cezası Hakk’a kalmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kâfirleri pis ve murdar olarak bize tanıtıyor:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
“Nihayet murdarı temizden ayıracaktır.” (Âl-i imrân: 179)
“O, murdarlığı akıllarını kullanmayanlara verir.” (Yunus: 100)
“Allah kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe yükseliyormuş gibi iyice daraltır.
Allah inanmayanların üzerine işte böyle murdarlık indirir.” (En’âm: 125)
“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler.” (Enfâl: 55)
Gerçek mücadele kâfirlerle yapılır. Allah-u Teâlâ bize küfrü böyle tarif ediyor, “Küfrü hoş görenler” ise, sizi imandan çıkarıp küfre dâvet ediyor. Bu bize göre iman ile küfür çarpışmasıdır. Ve fakat dinini değiştirenlere göre değil. Onlar küfrü hoş görenlerdir.
Biz Kelâmullah’a iman etmişiz, onun hükümlerine bakarak hareket ediyoruz.
Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde küfrü ve kâfirleri murdar, necis ve pis olarak tanıtıyor. Bu dinden dönenler de size bu necâseti, bu pisliği tarif ediyorlar. Çünkü onlar da onlar gibi murdar oldu. Pis pisi sever, amma temiz pisi sevmez.
İşte size hep delille konuşuyoruz, Âyet-i kerime ile konuşuyoruz. Bunların necis olduklarını, pis olduklarını, murdar olduklarını Âyet-i kerime ile izah ve ispat ediyoruz.
•
“De ki: Hak geldi bâtıl gitti. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ: 81)
“Biz Hakk’ı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olmuş gitmiştir!” (Enbiyâ: 18)
Bu kesin bir hükümdür. Hakk’ın zuhuru bâtılın kalıntılarını ortadan kaldırır.
Bunca hakikat ortada iken, Allah-u Teâlâ açık ve seçik hükmünü koyduğu halde küfür ehline izzet ve ikramda bulunan, iftar sofralarında baş köşeye oturtanlar iyi bilsinler ki İslâm’a ihanet, Allah-u Teâlâ’ya isyan etmişlerdir. Zira papazların şahsında onların küfrünü hoş görmüşler, İslâm’ın izzetini ve şerefini ayaklar altına almışlardır.
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Bu “Küfrü Hoşgörü” fitnesi ortaya çıkmadan, küffar milletleri bütün gayretleri ile bu fitneyi desteklemeden önce 1400 yıllık İslâm tarihinde bu alçaklığı reva gören bir kimse çıkmamıştı. Hangi maksat, hangi niyet altında olursa olsun bu “Küfrü Hoşgörenler”in icraatlarına ortak olanlar küfürde de onlarla ortak olduklarını bilsinler.
Küfre rıza küfürdür. Halbuki Âyet-i kerime’de:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” buyuruluyor. (Mâide: 51)
Bu ilahi bir hükümdür. İlâhî emir ve fermandır. Onlar ise küfrü hoş görüyor, hoş görenleri hoş görüyor ve bunlar bizim dostumuz diyorlar.
Allah-u Teâlâ’nın cenneti de cehennemi de haktır. Herkes kendine göre yer ayırır.
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hac: 19)
Kim kiminle dost olursa onunla beraberdir.
Kâfirler cehennemde, onlar esfel-i sâfilinde. Zira tahribatları kâfirlerden büyük oldukları için.
İman ile küfrü, hakikat ile dalâleti ayırmaya çalışan Hakikat Dergisi “Küfrü Hoşgörü Fitnesi”ni söndürmek, ajan-misyonerlere açılan kapıları kapatmak gayesi ile değişik vesilelerle yayınlar yapmıştır. Bu gaye ile dergimizin temsilciliğini yapan arkadaşlarımız da imanlarının ve samimi duygularının teşviki, din ve vatan sevgisinin icabı ile dünyanın dört bir tarafında insanları uyandırmaya çalışmakta, insanları hak ve hakikate davet etmektedirler. Hatay’da yapılan 1. Medeniyetler Buluşması toplantısı sebebiyle Hatay’a giden arkadaşlarımız gerek halka gerekse toplantıya iştirak eden bütün katılımcılara ve protokole dergi, kitap ve İslâm’a davet broşürleri takdim ederek, hakikati duyurmuşlar, böylece “Küfrü hoşgören”lerin tertiplerine engel olmuşlardır.
Hıristiyanları Hidayet ve Gerçek Kurtuluş’a Davet maksadıyla, İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça, Hollandaca, İtalyanca, İspanyolca, Arnavutça gibi birçok dilde hazırlanan broşürlerimiz Avrupa başta olmak üzere bütün dünyaya yayılmaktadır. (Bu broşürlerimizin metinlerine www.hakikat.com adresindeki internet sitemizden ulaşabilirsiniz.)
Özellikle Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinde bu broşürlerden binlercesi dağıtılmış, hemen tüm kiliselere ve papazlara ulaştırılmıştır. İslâm dünyasını hıristiyanlaştırmaya çalışan Papa’nın Almanya’nın Köln şehrinde tertip ettiği büyük miting esnasında her ülkeden gelen papazlara kendi dillerinden broşürler takdim edilmiş, isteyen halka da bu broşürlerden verilmiştir. Bu faaliyetler sebebiyle teşekkürlerini arzeden birçok hak ve hakikat araştırıcısı olduğu gibi, kendi beldelerinde hakikatlerin neşredilmesinden rahatsız olanlar da elbette olmuştur. Her türlü maddi ve siyasî desteğe rağmen ülkemizde istedikleri başarıyı yakalayamayan hıristiyan misyonerleri, 24’er sayfalık broşürlerimizin ortaya çıkardığı tesir karşısında büyük bir şaşkınlığa düşmüşlerdir.
“Allah gökten su indirir de dereler kendi miktarınca dolup taşar. Sel üste çıkan köpüğü alıp götürür. Bir ziynet veya eşya yapmak için ateşte erittikleri madenlerde de buna benzer bir köpük vardır. İşte Allah hak ile bâtılı böyle misal verir. Köpük atılıp gider, insanlara fayda veren şey ise yerde kalır. İşte Allah bunun gibi daha nice misaller verir.
Rabb’lerine icabet edenlere en güzel karşılık vardır. O’na uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde bulunan her şey ve bir o kadarı daha onların olsa, azaptan kurtulmak için hepsini fedâ ederlerdi. Hesabın en kötüsü onlar içindir, varacakları yer cehennemdir, o ne kötü yataktır!” (Ra’d: 17-18)
“Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olup gitmiştir.” (Enbiyâ: 18)
Hazret-i Allah bu yolda mücâdele eden bu İslâm mücahidleri üzerine yemin ederek onları yüceltmiştir:
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
İşte Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor. Hak için din-i İslâm için çalışanlara bu Âyet-i kerime büyük bir lütuftur.
Türkiye’de olduğu gibi Amerika’da dahi İman ile küfrü karıştırmaya çalışanların icraatları takip edilmekte, küfrü yaymaları önlenmektedir. Çünkü bunların gayesi küfrü yaymaktır. Elhamdülillahi rabbil âlemin oradaki kardeşlerimiz bu küfrü hoşgörü toplantısını duydular. Toplantının yapılacağı otelin etrafını sardılar. Bütün gelenlere kitap, broşür ve dergi dağıttılar. Yani biz onları orada da serbest bırakacak değiliz.
“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfu ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir, her şeyi bilendir.
Sizin dostunuz ancak Allah’tır, onun Peygamber’idir ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazlarını kılan, zekâtlarını veren müminlerdir.
Kim Allah’ı, onun Peygamber’ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah’tan yana olanlardır.” (Mâide: 54-56)
Küffar Birliği’nin kapısında her türlü alçaklığa razı olmanın İslâm’la hiçbir alakası yoktur. Bu durum İslâm’ın izzetine yakışmadığı gibi müslümanlara karşı söz ve andlaşmalarında durmayan küffarın hile ve desiselerine fırsat verilmiş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen kendileriyle andlaşma yaptığın hâlde, onlar her defasında hiç çekinmeden andlaşmalarını bozarlar.” (Enfâl: 56)
Nitekim öyle olmadı mı? Önünüze koymayacağız diye söz verdikleri her şeyi bir bir önümüze koymadılar mı? Hâlâ uyanmayacak mısınız? Bize yolunacak bir kaz, sömürülecek bir düşman gözüyle baktıklarını ne zaman anlayacaksınız? Yoksa bildiğiniz ve anladığınız halde mi devam ediyorsunuz? Bunları bile bile bu alçaklığa razı olanların ismine ne denir?
Şu Âyet-i kerime’lere dikkat edin, Allah-u Teâlâ İslâm düşmanlarını ne kadar güzel tanıtıyor, iç durumlarını ortaya koyuyor:
“Onların nasıl andlaşmaları olabilir? Onlar size galip gelselerdi (sizin aleyhinize ellerine bir fırsat geçseydi), hakkınızda ne yemin ne de andlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla (dil ucuyla) sizi hoşnut etmeye çalışırlar, hâlbuki kalpleri istemez. Onların çokları yoldan çıkmış fâsıktırlar.” (Tevbe: 8)
“Allah’ın âyetlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar da insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür!” (Tevbe: 9)
“Onlar bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler ne de bir andlaşma gözetirler. Çünkü onlar saldırganların tâ kendileridir.” (Tevbe: 10)
“Bununla beraber kâfirlikten vazgeçip tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Tevbe: 11)
“Eğer andlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan kimselerdir. Umulur ki vazgeçerler (küfre son verirler).” (Tevbe: 12)
İman ile küfrün, mümin ile kâfirin ayrılması ve bilinmesi lâzımdır. Bu ise ancak Allah-u Teâlâ’nın emri ile ayrılır ve bilinir. Temiz ile pisin ayrıldığı gibi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“(Mümin ve kâfir) iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir.
Bunların hâli hiç eşit olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Hûd: 24)
Hakikati gören ve hidayet nûrları ile nûrlanan kimsenin durumu, dalâlet karanlıklarında bocalayan ve yolunu bulamayan kimsenin durumuna elbette benzemez.
“De ki: Hiç körle gören (kâfirle mümin) bir olur mu? Hiç tefekkür etmiyor musunuz?” (En’âm: 50)
Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini görüp kabul edenler ile inkâr edenler elbette beraber olamazlar.
O’nun yüce peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’ın sünnet-i seniyye’sine ittiba edenlerle etmeyenler şüphe yok ki aslâ bir seviyede bulunamazlar.
“Rabb’inden sana indirilenin hak olduğunu bilen (mümin) bir kimse, kör gibi olur mu?” (Ra’d: 19)
Buradaki körlükten maksat kalp gözü körlüğüdür. Bu dünyadaki durumları birbirinden farklı olduğu gibi, ahiretteki akibetleri de aynı şekilde farklı olacaktır.
“Allah’ın hoşnutluğunu gözeten kimse, Allah’ın gadabına uğrayan kimse gibi olur mu? Berikinin yeri cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Âl-i imrân: 162)
Allah-u Teâlâ’ya itaat edip rızasını arayan ile, O’na isyan edip gadabına müstehak olan ve hüsranla dönen kimse eşit değildir.
“Onlar Allah katında derece derecedirler. Allah onların yaptıklarını görmektedir.” (Âl-i imrân: 163)
Allah-u Teâlâ’nın ne dünyada ne de âhirette müminlerle kâfirleri eşit tutması mümkün değildir. Çünkü müminler takvâ ve itaat üzere yaşarlar, kâfirler ise inkâr ve isyan üzere yaşarlar.
“Hiç mümin olan kimse, fasık olan kimse gibi midir? Elbette bunlar eşit olamazlar.” (Secde: 18)
Mümin; mümin olarak yaşar, mümin olarak ölür, mümin olarak diriltilir. Kâfir ise; küfür içinde yaşar, kâfir olarak ölür, kâfir olarak diriltilir.
“Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp sapıklığa düşenler bizden gizli kalmazlar.
O halde ateşin içine atılan mı hayırlıdır, yoksa kıyamet gününde emin olarak gelen mi daha hayırlıdır?
Dilediğinizi yapın! Doğrusu O, yaptıklarınızı görmektedir.” (Fussilet: 40)
Âyet-i kerime’de geçen “İlhad”; doğruluktan eğrilmek, istikametten ayrılmak. Hakk’tan bâtıla sapmak, bâtıl tevillerde bulunmak mânâlarına gelir.
•
Allah-u Teâlâ, âyetlerini yalanlayıp inkâr edenlerin cehennem ateşi ile cezalandırılacaklarını, inananların ise kıyamet gününde emniyet içinde olacaklarını beyan buyurmaktadır.
“Kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz ve ardından ona kavuşan kimse, dünya hayatının geçici nimetlerinden vererek yaşattığımız, sonra da cezalandırmak için kıyamet günü huzurumuza getirilenler arasında bulunan kimse gibi olur mu?” (Kasas: 61)
Allah-u Teâlâ’nın kendilerine vâdettiği kimseler müminlerdir. Dünya hayatlarında Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanmışlar, ahkâma sıkı sıkı sarılmışlar, ahiretleri için en güzel hazırlıklar yapmışlar ve o vaade kavuşmuşlardır.
Kendilerini az bir süre faydalandırdığı kimseler ise kâfirlerdir. Allah’a ve âhiret gününe inanmamışlar, ahkâm-ı ilâhî’yi arkalarına atmışlar, huzur-u ilâhî’ye eli boş gelmişler.
Bu iki zümrenin eşit olmayacağı apaçık bir gerçektir.
“Yoksa biz muttakileri, yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?” (Sad: 28)
Müminlerle kâfirler, takvâ sahipleri ile fâcirler aslâ bir tutulmayacaklar; müminler nimetlere kavuşacaklar, münkirler ise lâyık oldukları cezalara çarptırılacaklardır.
“Rabb’inden apaçık bir delil üzerinde bulunan (mümin) kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen ve heveslerine uyan (kâfir) kimse gibi olur mu?” (Muhammed: 14)
Delil üzerinde olan ve o delil ile Allah yolunda yürüyenler müminlerdir, hevâ ve heveslerine uyanlar da onlara muhalefet ederek giden kâfirlerdir.
“Körle gören, iman edip de iyi işler yapanlarla kötülük yapan bir olmaz.
Ne de az düşünüyorsunuz!” (Mümin: 58)
İnsanların pek çoğu çok az düşünüp, çok az öğüt ve ibret almaktadırlar.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde bu gibi kimseler hakkında şöyle buyurmuştur.
“Kötülükleri kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi?” (Fâtır: 8)
Onlar kötü işler yaparlar, bununla beraber güzel iş yaptıklarına inanır ve öyle zannederler.
İlmi olup da gereğiyle amel etmeyenler, görüp de görmemezlikten gelenler de kör hükmündedir.
“Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile hararet bir değildir. Dirilerle ölüler de bir değildir. Allah dilediği kimseye işittirir. Sen kabirde olanlara işittiremezsin.” (Fâtır: 19-20-21-22)
Kabirde olanlardan murat ruhu ölmüş olanlardır. Onlar hiçbir hakikati duymazlar.
Mümin imanı sayesinde gölge ve rahat içindedir. Kâfir de inkârından dolayı yakıcı sıcak içinde ve sıkıntıdadır.
Kalpleri iman ile mârifetullah ile diri olan müminlerle, içleri küfür ve isyan zulmetleri içinde kalmış, mânen ölmüş kâfirler müsavi olamazlar.
“Allah bir kimsenin sinesini müslümanlık için açarsa, o Rabb’inden verilen bir nur üzerindedir.
Kalpleri Allah’ı zikretmeye kaskatı olan kimselere ise yazıklar olsun! Onlar apaçık dalâlet içindedirler.” (Zümer: 22)
Onlar hidayet yolunu takip edemezler, dünya saâdetine, ahiret selâmetine eremezler, hak ve hakikatten daima uzak bulunurlar.
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç?
İşte böyle; kâfirlere yaptıkları şeyler süslü gösterildi.” (En’âm: 122)
Bu cazibe sebebiyledir ki, kâfirler yaptıklarını beğenirler ve karanlıklardan hiçbir zaman çıkamazlar. Bunun neticesi olarak da ahirette cehennem azabı ile cezalandırılırlar.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah bir topluluk hakkında hayır dilerse âlimlerini çoğaltır, câhillerini azaltır. Öyle ki, âlim konuştuğunda kendisini destekleyen pek çok kimse bulur. Câhil konuştuğunda ise sözü bastırılır.
Allah bir topluluk hakkında şer dilerse, câhillerini çoğaltır, âlimlerini azaltır. Öyle ki, câhil konuştuğunda kendisini destekleyen birçok kimse bulur. Âlim konuştuğunda ise sözü bastırılır.” (Câmiu’s-sağîr: 389)
Allah-u Teâlâ bir topluluğun hayrını murad ederse nur indirir ve o nura lâyık hakiki âlimler halkeder. Bu hakiki âlimler Hakk’tan konuşur, hakikati söyler.
“Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)
Âyet-i kerime’si mucibince hiç kimseden çekinmeden, korkmadan hakikati tebliğ eder.
Müslümanlar onu cân-ü gönülden dinleyip tasdik ederler, sözlerine riâyet ederek iş görürler. Dolayısıyla iman nuru böylece yayılır ve Allah yolunda bulunanlar çok olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.” buyurmaktadır. (Zümer: 22)
Allah-u Teâlâ bir topluluk hakkında kötülük murad ederse nurunu kaldırır, feyzi giderir, rahmetini azaltır. Beşeriyet imandan yoksun olduğu için kupkuru kalır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah kime nur vermemişse onun nuru yoktur.” (Nur: 40)
Böyle bir zamanda insanlar boşalırlar, boş teneke gibi olurlar. Bilindiği gibi teneke takır takır eder, çok ses çıkarır. Boş insanlar da boş tenekenin takırtısından çok iyi anlarlar ve hoşlanırlar. Hakiki bir âlim bir şey söylerse ona kimse itibar etmez, sözlerini umursamaz. Niçin? Çünkü imandan mahrum, rahmetten, merhametten, feyizden yoksun olmuş, boş tenekeye dönmüş.
Böyle bir zamanda fâsıklar ortalığı istilâ eder. Fâsıklar konuşurken etrafı da fâsık olduğu için, sözlerini tasdik eder ve beğenir. Hatta ne kadar cehaleti büyükse etrafından o kadar destek görür, ne kadar yalan söylerse, o kadar mertebesi artar. Ne kadar çok çalarsa, o kadar itibarı çoğalır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Mâide: 105)
Rivayete göre Ashâb-ı kiram’dan Sâlebetü’l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bu Âyet-i kerime’nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
“Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır.”
Ashâb-ı kiram: “Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani ‘Sizden’ kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)” diye sorduklarında buyurdu ki:
“Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar.” (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı, emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı, ilim dinden başka gaye için tahsil edildiği, kişi karısına itaat edip annesine âsi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı, mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu, şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu, şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği, şaraplar içildiği ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman; işte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizî: 2308)
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizî: 2196)
Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe saati saatine uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Birtakım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah’ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır.” (İbn-i Mâce: 3954)
Güzide evlatlarımızı teslim ettiğimiz, ilim ve irfan yaymakla mükellef kurumların başına geçen bazı İslâm düşmanlarının icraatları da dinimize, vatanımıza, devletimize, milletimize çok büyük zararlar vermektedir. İcraatları ayyuka çıkmış bu gibi kimseleri sırf İslâm’ın aleyhine çalışıyor diye destekleyenler çok büyük bir vebal altındadır, onun icraatlarında ortaktır. Bu tür liyakatsiz, emanete, devlet malına riayetsiz, milliyeti belirsiz kimselere bu kadar büyük bir emaneti teslim edenler de bunlardan sorumludur.
Bu gibi kimselerin gayesi küfrü yaymaktır. Misyonerlere fırsat verirler, incil dağıtırlar, İslâm’ın düşmanıdırlar. Hâinlik yapmaktan çekinmezler. Aslını araştırsan Ermeni olduğunu görürsün. Aslını icra eder. Bu gibi kimselere emanet tevdi etmek, sürünün başına kurdu çoban yapmaya benzer.
"Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Allah, hâin ve nankör hiç kimseyi sevmez.” (Hac: 38)
“Hâinlerin savunucusu olma!” (Nisâ: 105)
Ulemânın olduğu gibi, ümerânın da dinimizde çok mühim yeri vardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanlardan iki sınıf vardır ki, sağlam ve salih oluşları, umumun sağlam oluşunu, fesatları ise umumun bozulmasını mucib olur. Onlardan biri ulemâ diğeri ümerâdır.” (Câmiu’s-sağir)
Ulemâ istikamette olduğu müddetçe cemiyeti istikamete yöneltirler. İstikametten ayrılırlarsa, halkı da dalâlete sürüklerler.
Ümerâ da böyledir. Âmirler iyi olursa bütün memleketin ve müslümanların felâhını ve salâhını temin eder. Huzur, saadet ve bereket husule gelir. Eğer kâfir ise cemiyeti küfre iter ve küfür icraatlarını tatbik etmeye çalışır. Aynı zamanda memlekete büyük hâinlik yapar.
Bütün kötülükler kötü âmirlerin kötülüklerinden kaynaklanır, müsebbib onlardır. Her ne kadar iş yapıcı gibi görünseler de, gerçekte yıkıcıdırlar, çünkü başkasına hizmet etmektedirler.
Kötü âmirler hakkında pek büyük bir tehdit olmak üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
“Allah bir halk kitlesinin başına getirip de, öldüğü gün halkını aldatmış olarak ölen hiçbir kul yoktur ki, Allah ona cenneti kesinlikle haram etmesin.” (Müslim: 142)
Ve bütün yaratıklar ona lânet etmemiş olsun.
Yaptıkları hıyanetlerin hesabı ahirette kendilerine bir bir sorulacak, bu kadar insanın vebali üzerlerine yüklenecektir.
Diğer bir rivayette ise şöyle buyuruluyor:
“Müslümanların işlerini üzerine aldığı halde, müslümanlar için çalışmayan ve onların iyiliğini istemeyen bir âmir, onlarla birlikte cennete giremez.” (Müslim: 142)
Yani bu gibi kimseler cennet-i âlâ’ya giremezler.
Allah-u Teâlâ bilir demiyorlardı, küffarla anlaşıyorlardı.
Onlara destek verenlerin de onlarla beraber olacakları şüphesizdir.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Dikkat edin! Hepiniz muhafızsınız ve maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz. İnsanlara hükmeden âmir maiyyetindekilerin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan mesuldür.” (Müslim: 1829)
Bu Hadis-i şerif, bir kimsenin idaresi altında bulunanlara karşı adaletli olması gerektiğine delil olduğu gibi, herkesin bir sorumluluk dairesi olduğunu göstermektedir.
Yalnız devlet reisi değil; hane reisi de böyledir, evin hanımı da, memuru ve işçisi de böyledir.
Bu mesuliyetten aklı başında olan hiçbir kimse kurtulamaz.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah kime müslümanların işlerinden bir şeyler tevdi eder, o da onların ihtiyaçlarına, isteklerine, darlıklarına perde olur giderirse; kıyamet gününde Allah da onun ihtiyaç, istek ve darlıklarına perde olur, giderir.” (Tirmizi)
Bu Hadis-i şerif, hangi mertebede olursa olsun halkın idaresinde bulunan kimselerin halka yakınlık göstermesi, işlerini kolaylaştırması gerektiğine işaret etmektedir.
Ebu Saîd -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet günü insanların Allah’a en sevgili ve mekân olarak en yakın olanı, adaletli âmirdir.
O gün insanların Allah’a en menfuru ve O’ndan mekân olarak en uzak olanı da zâlim âmirdir.” (Tirmizi: 1329)
Kötü âmir dinine ve vatanına ihanet eder. Hem nefsine hem de halkına zulmeder.
Kötü âmir hâindir, devlete en büyük ihaneti eder. Her fırsatta devlet kalesinin taşlarını bir bir yuvarlar, yıkmak için çalışır. Çünkü o kime hizmet ediyorsa onun kuludur. Herkes sevdiği ile beraberdir ve sevdiği ile beraber haşrolunacaktır.
Âyet-i kerime’de:
“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruluyor. (Mâide: 41)
Sen ise onları müslüman zannediyorsun.
Bir âmir konuşurken sözüne dikkat et! Doğru mu konuşuyor, yalan mı konuşuyor? Eğer yalancı ise onun hiçbir sözüne ve icraatına itibar edilmez. Çünkü o hâindir, hainliğini yürütür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Hâinlerin savunucusu olma!” buyuruyor. (Nisâ: 105)
Bu gibi hâinlere taraf olup onları savunanlar, onlardan yana mücadele edenler hakkında nasıl bir sonuç hazırlandığına dair Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında onlara taraf çıkıp savunuyorsunuz.
Peki kıyamet gününde Allah’ın huzurunda onları kim savunacak? Yahut onlara kim vekil olacak?” (Nisâ: 109)
Onları azap ile yakaladığı zaman ahirette onları kim savunmaya kalkışabilir? Allah-u Teâlâ’nın azabından ve intikamından onları kim koruyabilir?
Kişiler o hâinleri savunmakla onları kurtarmış olmadıkları gibi, aksine onların mesuliyetlerine iştirak ederek kendi nefislerine de hâinlik etmiş, kendilerini aldatmış ve zulmetmiş oluyorlar.
Bu hâinler bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler. Oysa bunlar nefislerine değer verdikleri için, Allah-u Teâlâ’nın yanında gerçekten en düşük insanlardır.
Bunları yapanlar riyâkâr olur, yalancı olur, emanete hıyanet ettiği için de vatanına ihanet etmiş olur. Onun vazifesi cebini doldurmak olur. Bunlar emanete hıyanet edip münafık oldukları için de, ahiretteki yerleri esfel-i sâfilindir.
Hâinler büyük direklere bağlanacak ve bayrak çekilecek. “Bunlar hâindir!” denilecek. Hele vatan hâini olursa...
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlar öyle aldatıcı yıllar görecek ki, o yıllarda yalancılar tasdik, doğru söyleyenler tekzib edilecektir. Kezâ o yıllarda haine itimat edilecek, emin kimseye de hâinsin denilecek.” (İbn-i Mâce)
Bu gibi kimseler Hazret-i Allah’ı ve Resulullah’ı bırakmışlardır, küfre yönelmişlerdir, kâfire hizmet ederler. İslâm gibi görünerek İslâm’ın gayrısına hizmet ettikleri için onlardan olmuşlardır.
•
Nitekim Allah-u Teâlâ bu gibiler hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Resulüm! De ki: Size amelce en çok ziyana uğrayanları bildireyim mi? Dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa onlar iyi yaptıklarını sanıyorlardı.” (Kehf: 103-104)
Onlar ise İslâm dinini bırakmışlar, onlara hizmet ediyorlar. Diğer taraftan da müslüman gibi görünmeye çalışıyorlar.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i imrân: 85)
Allah-u Teâlâ’nın halkettiği bütün mahlukat bu hâinlere lânet eder. Niçin? Çünkü müslüman gibi görünüyor, fakat Din-i İslâm’a ihanet ediyor. Bir taraftan dini, diğer taraftan devleti yıkmaya çalışıyor. Fakat onlar bunu bilmezler, gayeleri peşinde koşarlar.
Oysa Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde:
“Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilerek hakkı gizlemeyin.” buyuruyor. (Bakara: 42)
Onlar makam ve mevkileri için bu emr-i ilâhiyi dinlemezler.
Makam, nam, menfaat için devleti yıkıp, hizmet ettikleri kâfirin arzularını yerine getirmek için vazifelidirler. Bunun için çalışırlar.
Ve fakat müminleri bırakıp kâfirlere hizmet ettiklerinden ötürü azapları kâfirinkinden çok daha şiddetlidir. Çünkü bunlar münafıktırlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Zulmedenler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını, hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görecekler.” (Şuarâ: 227)
Bunlar hakikati bilmediler. İslâm’ı bırakıp küfre hizmet ettiler. İslâm’mış gibi göründüler. Bunun için de çok büyük bir azab-ı ilâhiye düçar oldular.
Üstelik müslümanları da engellemek isterler. Her fırsatta dini ve vatanı yıkmak için iyi şeylere mâni olmak isterler, kötülüğün yayılmasını arzu ederler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onlara hitaben buyurur ki:
“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.” (A’raf: 86)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif’lerinde âhirzaman âlimlerinden haber verdiği gibi, kötü âmirlerden de haber vermiştir.
Kâ’b bin Ucre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ey Kâ’b bin Ucre! Seni, benden sonra gelecek ümerâya karşı Allah’a sığındırırım. Kim onların kapılarına gider ve onları yalanlarında tasdik eder, zulümlerinde onlara yardımcı olursa, o benden değildir, ben de ondan değilim.
Ahiret’te Kevser havz’ının başında yanıma da gelemez.
Kim onların kapısına gitmeyip, yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı olmazsa, o bendendir, ben de ondanım. O kimse Havz’ın başında yanıma gelecektir.
Ey Kâ’b bin Ucre! Namaz burhandır. Oruç sağlam bir kalkandır. Sadaka hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürdüğü gibi.
Ey Kâ’b bin Ucre! Haramla biten bir ete mutlaka ateş gerekir.” (Tirmizi: 614)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kâ’b bin Ucre -radiyallahu anh-i muhatap ederek müslümanlara yalancı, zâlim ve sefih âmirlere karşı nasıl davranılacağını ders vermektedir.
Namaz, oruç, zekat gibi farzları eda ederek, sefih ümerânın yalanlarına kapılmamalı, istikametten ayrılmamalıdır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Size emirlerinizin en hayırlıları kimlerdir, en şerlileri kimlerdir haber vereyim mi?
Onların en hayırlıları sizlerin sevgisine mazhar olanlar, sizleri sevenlerdir.
Siz onların lehlerinde hayırla duâ edersiniz, onlar da size hayır duâ ederler.
Ümeranızın şerlileri de sizin buğzettiklerinizdir, onlar da size buğzederler. Siz onlara lânet edersiniz, onlar da size lânet ederler.” (Tirmizi)
Bir devlet reisi kimin kuluysa ona hizmet eder. Samimi bir müslüman ise, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emirlerine itaat eder. İslâm dininin muzaffer olması için gayret eder. Canını ve malını o uğurda feda etmekten çekinmez. Her iş ve icraatı Hazret-i Kur’an’a ve Sünnet-i seniyye’ye uygundur. Bu gibi kimselerin müslüman olduklarına şehadet edilir.
•
Müminleri bırakıp kâfirlerle dostluk yapmak münafıklığın açık bir delili olduğu gibi, münafıkların en bariz huy ve hususiyetidir.
Kötü âmirler:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Âyet-i kerime’sini arkalarına attılar, onlarla dostluk kurdular, onların arzu ve istekleri doğrultusunda hareket ettiler, dünyayı ahirete tercih ettiler. Makam ve mevkiye, paraya ve kadına daldılar, dünyaya taptılar. Böylece de gerek küffarın ifsadına, gerekse nefislerinin arzularına uydular ve bu necip milletin bozulmasına sebep oldular, halkı yoldan saptırdılar, vatana büyük darbe vurdular. Birçokları küfür âdetlerini benimsediler.
Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm’a göre tek bir millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, O’nun Peygamberi’dir. Bir de, Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazlarını kılan, zekatlarını veren müminlerdir.” (Mâide: 55)
“Kim Allah’ı, O’nun Peygamber’ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah’tan yana olanlardır.” (Mâide: 56)
•
Âyet-i kerime’sinde onların düşmanının kendi düşmanı, kendi düşmanının da onların düşmanı olduğunu beyan buyuruyor:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin!” (Mümtehine: 1)
Onları dost edinmek şöyle dursun, onlardan gayet uzak durmak lazımdır. Allah-u Teâlâ’nın lütfettiği İslâm nimeti unutulmamalıdır.
Eğer onlar gerçekten iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezler; Allah-u Teâlâ’ya, Peygamber’ine ve Kur’an-ı kerim’e düşmanlık gibi ağır bir suçu işlemeye cüret etmezlerdi.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Onlar küfür ve nifaklarını devam ettiren kimselerdir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Bu ilâhi hüküm kesindir. Bu böyledir, bunu böyle bilin ve onları öylece tanıyın.
Onlar hakkındaki hüküm ne ise, onun hakkındaki hüküm de odur. O artık onlardan bir kimse gibi olur ve Hakk’a değil, onların isteklerine hizmet eder. Ahirette de onlarla beraber haşrolur.
Bu Âyet-i kerime İslâm’a ve müslümanlara karşı küfrün tek bir millet olduğuna delildir. Allah-u Teâlâ mümin kullarına İslâm’ın ve müslümanların düşmanı olan yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyi yasaklamakta, onların birbirlerinin dostları olduklarını bildirmektedir. Yahudiler birbirlerinin, hıristiyanlar da birbirlerinin dostlarıdırlar. Ne yahudiler kendilerinden olmayana dost olur, ne de hıristiyanlar.
Bunun içindir ki zahirde gösterdikleri sevgi ve ünsiyete katiyyen itibar edilmemesi gerekir, zira sahtedir. İçleri dışlarına uygun değildir.
•
Öyle bir hale gelindi ki; zenginleri sarhoş, kadınları çılgın, fakirleri şaşkın.
Bu isyandan ötürü büyük bir felakete uğrayabiliriz.
Bu felaket ne zaman olur?
Devlet reisi hâin olup devleti yıkmaya çalışırken halk buna sükut ederse, her türlü isyan ve küfür alenen ilân edilirse, işte o zaman felaket beklenebilir.
Bir topluluğun başına felaketler gelip belalara uğrayacakları zaman, oranın ileri gelen mütekebbir ve müstekbirleri azgınlaşır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz bir memleketi yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına (iyilikleri) emrederiz. Buna rağmen onlar orada itaatsizlik edip kötülük işlerler. Artık o memleket helâke müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.” (İsrâ: 16)
Abdullah İbn-i Abbas -radiyallahu anh- bu Âyet-i kerime’ye şu şekilde mânâ vermiştir:
“Onların kötülerini başa getiririz, onlar o memlekette isyan ederler. Böyle yaptıkları zaman da Allah-u Teâlâ onları azab ile helâk eder.”
Yani halkın helâkine vesile olurlar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler.” (En’âm: 123)
Hususiyetle ileri gelenlerin mevzu edilmesi, onların sahip oldukları geniş imkânların daha çok olmasından; başkalarına kıyasla kendilerini hile ve tuzaklara, isyan ve tuğyana, küfür ve inkâra daha çok yöneltmiş olmasındandır.
Her biri koyun postuna bürünmüş bir kurda benzer. Makamları yükseldikçe, servetleri çoğaldıkça, isyan ve günahları da artar.
Bu ise imtihanın tam olarak yapılabilmesi, ilâhi takdirin bütünüyle yerine gelmesi, herkesin kendisine kolaylaştırılan yolda yürümesi ve en sonunda herkesin hak ettiği karşılığı bulması içindir.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Halbuki onlar aslında yalnız kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar.” (En’âm: 123)
Hiç şüphesiz ki bunun vebali kendilerini kuşatacaktır.
•
Bilmezler ki halkın zararı memleketin zararıdır ve memleketin zararı herkesten önce başında bulunanların zararıdır.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebut: 13)
Şu kadar var ki:
“Ben onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim tuzağım çok sağlamdır.” (Kalem: 45)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere; onlara makam ve mevki, rızık bolluğu, uzun ömür, beden sağlığı gibi nimetler, kuvvetler ve zevkler vererek, derece derece azaba yaklaştırır. Tam sırası gelince bir anda iplerini çekiverir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Şüphesiz ki Aziz ve Celil olan Allah zâlime mühlet verir. Amma bir de yakalarsa onu bırakmaz.” (Müslim: 2583)
Buyurmuş, sonra da şu Âyet-i kerime’yi okumuştur:
“Halkı zâlim olan bir memleketi Rabb’in yakaladığı zaman işte böyle yakalar. O’nun yakalaması pek acı ve pek şiddetlidir.” (Hud: 102)
Bu ilâhi buyruk bütün zalimlerin akıbetlerinin ne kadar ağır olduğunu açıkça bildirmektedir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.” (Hud: 101)
•
Allah-u Teâlâ Hud sure-i şerif’inin 82. ve 83. Âyet-i kerime’lerinde Lut kavminin helâk olma durumunu haber verirken nihayetinde şöyle buyuruyor:
“Bu felaket taşları zalimlerden uzak değildir.” (Hûd: 83)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cebrâil Aleyhisselâm’a: “Zalimlerden murad kimdir?” diye sorduğu zaman: “Senin ümmetinin zalimleri de dahildir.” buyurdu.
Allah-u Teâlâ felaket taşlarının eninde sonunda bütün zalimlere erişeceğini haber vermektedir.
Zina, fuhuş ve benzeri gayr-i meşru hayasızlıkların yaygınlaştığı bir memleketin ve halkının başına herhangi bir felaket ve musibetin geleceği mukadderdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Bir memlekette zina ve faiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah’ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmiştir.” (Taberâni)
Bu halk bu duruma müstehak olmuştur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur ki:
“Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez. Allah bir millet için kötülük dilediği zaman, artık onu geri çevirecek bir kuvvet yoktur. Onlar için Allah’tan başka bir veli (yardımcı) da yoktur.” (Ra’d: 11)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde, göstereceği faaliyeti göstermesi için İblis’e ruhsat verdiğini, insanların ona uymaları mümkün olduğu gibi, ondan yüz çevirme gücüne ve kâbiliyetine de sahip olduklarını, ihlâslı müminlerin üzerinde şeytanın hiçbir hâkimiyeti bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat, şaşırt!” (İsrâ: 64)
Çalgı âletleri ve oyunlar onun sesi olduğu gibi, Allah-u Teâlâ’dan uzaklaştıran ve O’na isyana çağıran her kişi İblis’in sesidir.
“Atlılarınla, yayalarınla onları yaygaraya boğ!” (İsrâ: 64)
İblis burada, bir bölgeyi atlılarla ve yayalarla basan, oraların talan edilmesini emreden bir soyguncuya benzetilmiştir.
İblis’in atlıları ve yayaları, onun vazifesini çeşitli şekillerde ifa eden, insanları Allah yolundan çeviren insanlar ve cinlerdir.
Bunlar şeytan taraftarı olanlardır, Rahman’la hiçbir ilgileri yoktur. Çünkü bunlar müstehak olanlardır. Allah-u Teâlâ onları şeytana bırakmış. Onlar da şeytanın oyuncağı olmuş. Yarın da ateşte beraberdirler.
“Mallarında ve evlâtlarında onlara ortak ol!” (İsrâ: 64)
Haram yoldan veya haksız olarak elde edilen bir mala, haram yerlerde harcanan mallara şeytan ortaktır.
İblis diğer taraftan zinâya, gayr-i meşru surette evlât sahibi olmaya teşvik ederek çocuklara ortak olur.
Allah-u Teâlâ’nın hoşlanmadığı isimler taktırarak İslâm’dan başka bir dine girdirerek de kişilerin çocuklarına ortak olur.
İblis’in bütün vasıtaları kullanmasına ruhsat verilmiştir. Bu vasıtalardan biri de aldatıcı vaadlerdir.
“Kendilerine vaadlerde bulun!” (İsrâ: 64)
İblis onları boş ümitlerle ve vaadlerle kandırır. En korkunç ve aldatıcı vaadi ise, günah ve hatalardan sonra affedilmek vaadidir. Allah-u Teâlâ’nın af ve mağfiret deryasının engin oluşundan bahsederek, işlenen günahları basit ve tatlı gösterir.
“Şeytan insanlara aldatmadan başka bir şey vâdetmez.” (İsrâ: 64)
Dünya hayatını ahirete tercih ettirmeye çalışır. Uzun ömür hayâli ile yaşatır. Haram olan şeyleri yapmayı, helâlden uzaklaşmayı telkin eder. Kötüyü iyi göstererek nice kimseleri bozmaya ve yoldan çıkarmaya çalışır durur.
Fakat Allah-u Teâlâ’nın gerçek kulları şeytanın hâkimiyetine girmezler. Onlar ilâhî himayeye nâil olan güzide kullardır.
Allah-u Teâlâ buyurdu ki:
“Şurası muhakkak ki benim kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin olamaz.” (İsrâ: 65)
Onların imanlarını değiştirebilme imkânına sahip değilsin, fakat isyanı onlara güzel göstermen mümkündür.
“Rabb’in vekil olarak yeter.” (İsrâ: 65)
Müminler O’na tevekkül ederler. O da onları korur. Allah-u Teâlâ’ya gerçekten yönelen ve ubûdiyet ile bağlanan bir kimse İblis’in hâkimiyetinden kurtulmuş olur. Çünkü Allah-u Teâlâ onları korur ve doğru yola iletir. Diğer taraftan kendi nefislerine veya Allah’tan başka güçlere güvenenler, İblis’le imtihan edildiklerinde mağlup olurlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“‘Rabb’imiz Allah’tır.’ deyip, sonra da doğru yolda sebat edenlerin üzerine melekler iner ve derler ki: “(Ölümden) korkmayın, (dünyada bıraktıklarınızdan dolayı da) tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin!” (Fussilet: 30)
Allah-u Teâlâ cennet sakinlerinin nâil olacakları nimetlerden Âyet-i kerime’lerinde şöyle haber vermektedir:
“O gün cennetlikler bir zevk ve eğlence ile meşguldürler.” (Yâsin: 55)
Orada üzüntü, sıkıntı, ümitsizlik, güvensizlik diye bir şey yoktur. Oraya girenler bir eğlence havası içinde mest olurlar.
Âyet-i kerime’de geçen “Şuğul”, akla gelebilecek şeyleri düşünmekten alıkoyan nimetlerdir. Cennet nimetleri ile meşgul olup zevk ve safa sürerken üzülmemeleri için cehennemde bulunan yakınlarını hatırlamazlar.
“Onlar ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır.” (Yâsin: 56)
Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmediği güzellikler arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı sohbet ederler.
“Orada onlar için her çeşit meyveler vardır.” (Yâsin: 57)
Onların meyvelerle merzuk olmaları, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz.
Bunlar kendilerine, dünyadakilerine benzer meyveler şeklinde sunulur ki yabancılık çekmesinler. İlk anda onları tanırlar ve hemen yemeye başlarlar. Çünkü gönül alışık olduğu şeye çok daha eğilimli olur. Fakat tadıp yediklerinde bunların, dünyadakilerden tamamen farklı ve görülmedik şeyler olduklarını, sadece cins ve şekil bakımından dünyadakilere benzediklerinin; tat, hacim ve nefaset bakımından benzerlerini asla görmedikleri şeyler olduklarını hemen kavrarlar.
Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru sarkıverir.
Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir.
“Bütün arzuları yerine getirilir.” (Yâsin: 57)
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar.
Bu zevkli hayatın üstünde bir de mânevî izzet ve ikrama mazhar olurlar.
Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhî’sini şân-ı ulûhiyetine layık bir veçhile göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nur parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rabb’leri onlara üstlerinden nazar etmekte ve:
“Ey cennetlikler! Selâm üzerinize olsun!” buyurmaktadır.
İşte:
“Çok merhametli bir Rabb olan Allah’tan onlara söz olarak selâm gelir.” (Yâsin: 58)
Âyet-i kerime’si bunu belirtmektedir.
Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O’na bakarlar ve baktıkları süre içinde diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Bu hal araya perde girinceye kadar devam eder ve Rabb’lerinin nuru onların ve yerlerin üzerinde kalır.” (İbn-i Mâce. Mukaddime: 13)
Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ’nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Muttakileri o gün Rahman’ın huzuruna O’na gelmiş konuklar olarak toplarız.” (Meryem: 85)
“Suçluları da susamış olarak cehenneme süreriz.” (Meryem: 86)
Mahkeme-i kübrâ’da ilâhî adaletin hükmü tamamen icra edildikten sonra Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:
“Ey günahkârlar! Bugün şöyle ayrılın!” buyurur. (Yâsin: 59)
Kâfirler müminlerden ayrılırlar. Onların artık müminlerle bulunmaya salahiyetleri yoktur. Her suçlu günahkâr inkârcı ister istemez bu buyruğa uyar.
Herkesin hesapları görülüp amellerinin neticesi olarak gidecekleri yerler belli olunca, insanlar fırka fırka ayrılır. Herkes kendi emsaliyle bir fırka, diğeri de ayrı bir fırka olur. Zira müminin mercii cennet, kâfirin mercii cehennemdir.
Ve cehenneme sevkiyat başlar. İşte bu an pişmanlıkların, korkuların, feryat ve figanların ayyuka çıktığı andır. Şefaat için yalvarışların yapılacağı an bu andır.
İşte Allah-u Teâlâ temiz ile pisi böyle ayıracak. Şimdi temiz gibi görünüyorsunuz, fakat Allah-u Teâlâ sizi böyle ayıracağını bilin!
•
Allah-u Teâlâ, şeytanın insanlığın babası Âdem Aleyhisselâm’a olan düşmanlığını, onu yasak meyveden yedirerek nasıl aldattığını, yalan yere yemin ederek ve hile ile Rabb’ine karşı nasıl muhalefet ettirdiğini, neticede cennetten çıkarılmaya sebep olduğunu, Âdemoğulları’na kıyamete kadar süren bir harp ilân ettiğini, Kur’an-ı kerim’inde açıkça haber vermiştir.
Kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Binaenaleyh bu ilâhî emre uyarak, şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmak, aldatmak istediği hudutlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek gerekiyor.
Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
“Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır.” (Yâsin: 62)
Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.
Şeytan sizden pek çok cemaatleri saptırmasına rağmen nasıl olur da ona tapar ve emrine boyun eğersiniz. Bu cemaatler onun saptırması sonucu doğru yoldan ayrılmışlardır.
“Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?” (Yâsin: 62)
Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!
Daha sonra Allah-u Teâlâ onları bekleyen azabı kendilerine müjdeledi:
“İşte bu size vaad edilen cehennemdir.” (Yâsin: 63)
Elçilerin sizleri sakındırdığı, sizlerin ise yalanlayıp durduğunuz cehennem budur.
“İnkârınızdan dolayı bugün girin oraya!” (Yâsin: 64)
İnkârda ısrarınızdan dolayı, onun pek acıklı ve yakıcı azabını tadın, o ebedi azaba yaslanarak yanıp yakılın.
Bunlara kim lâyıktır? Bilhassa vatan hâinleri.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız, hevâ ve hevesine uymuş, haddi aşmış kimselere boyun eğme!” (Kehf: 28)
Onlar din ve diyaneti, ibadet ve taatı bırakıp bâtıla saplandılar. Eğer gerçekten iman etseler ve Allah-u Teâlâ’yı anmış olsalardı, gururlanmazlar, büyüklenmekten vazgeçerlerdi.
Hakk’tan uzaklaşan, nefsinin arzularını ilâh edinen bir kimse bunun neticesi olarak da ilâhi hudutları aşar, her hususta aşırılığa kaçar. Bu sebepledir ki ona itaat eden kimse de onun gibi olur, onun arkasında bozgunculuğa devam eder.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:
“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme!” buyuruluyor. (Ahzâb: 48)
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Onlardan (başınızdakilerden) kim size Allah’a isyan etmeyi emrederse sakın o kimseye itaat etmeyiniz.” (İbn-i Mâce: 2863)
Bu gibi kimselerin peşlerine takılmanın dünyadaki zararı ahirettekinden öncedir. Ümit ettikleri dünyevî menfaatler ya hiç ele geçmez, veya geçse de serîüzzeval olur, mesuliyeti üzerinde kalır. Ahiretteki zarar ise hiç şüphesizdir ve muhakkaktır.
•
Bu husus o kadar mühimdir ki, herkes dünyada kimin bayrağı altında bulunmuşsa, kime uymuş, kimleri rehber edinmişse, ahirette de onun bayrağı altında bulunacaktır.
Peşine düşüp gittiği lideri nereye götürülürse onlar da oraya gidecek. Dünyada olduğu gibi ahirette de bir ve beraberdirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kıyamet gününde insanlar bir araya toplanır. Rabb’imiz ‘Her kim neye tapmışsa onun ardına düşsün.’ buyurur. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi tağutların (kodamanların) peşine düşüp gider.” (Buhârî. Rikak: 52)
Avam güruhu, dünyada iken lider kabul ederek körü körüne peşlerine sürüklendikleri kimselerin ahiretteki zillet ve meskenetlerini, ne kadar sefil bir duruma düştüklerini gördüklerinde onlara şöyle derler:
“Biz size uymuştuk, sizin bağlılarınızdık. Şimdi siz Allah’ın azabından zerrece bir şey olsun savıp bizi koruyabilecek misiniz?” (İbrahim: 21)
Bütün yetkileri, makam ve mansıpları dünyada kalan önderler bu sözler karşısında mahcup olurlar, acziyetlerini itiraf ederler ve derler ki:
“Eğer Allah bizi doğru yola eriştirseydi, biz de size doğru yolu gösterirdik.” (İbrahim: 21)
Orada ister istemez Allah-u Teâlâ’nın yüce kudretini kabul ve itiraf ederler.
“Şimdi artık sızlansak da sabretsek de birdir, kaçıp sığınacak bir yerimiz yoktur.” (İbrahim: 21)
Artık iş bitmiş, iş işten geçmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’am: 70)
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
“Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 50)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; ahireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı, kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, tekzip ettikleri hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
Bu zâlimler ne ile karşılaşacaklarını görsünler.
“Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır!” (Kehf: 29)
Allah-u Teâlâ kâfirleri kuşatacak olan ateşi, kişiyi çepeçevre saran kapalı duvarlara benzetmiştir. Böyle bir kimse, kendisini kuşatan ateşten nasıl kurtulabilir?
“O gün zâlimlere özür beyan etmeleri hiç fayda sağlamaz. Lânet onlaradır, en kötü yurt da onlarındır.” (Mümin: 52)
Onların daimi ikâmetgâhları cehennemdir.
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir.
Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“O gün cehenneme itildikçe itilirler.” (Tur: 13)
Zebaniler, ateşe girinceye kadar enselerine vururlar.
“Andolsun ki biz onlara en büyük azaptan önce en yakın azabı tattıracağız.” (Secde: 21)
“Azab-ı ednâ” dünya azabı, “Azab-ı ekber” ise ahiret azabıdır.
“Bâtılı hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi.” (Mümin: 5)
Aslı esası olmayan, kendi kafalarına göre uydurmuş oldukları zan ve vehimlere uyarak münakaşalara atılmışlardı.
“İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetlerin içinde, aleyhlerinde söz hak olmuş (azap gerçekleşmiş) kimselerdir. Doğrusu onlar hüsrana uğrayanlardır.” (Ahkâf: 18)
Şeytana uymak suretiyle aslî fıtratlarını kaybetmişler, ilâhî hükümleri inkâr ederek ebedî felâkete düşmüşlerdir.
“İslâm’a dâvet edilirken Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Allah zâlimler güruhunu hidayete erdirmez.” (Saf: 7)
Böyle birisinden daha zâlim bir kimse elbette ki olamaz.
“Böylesine: ‘Allah’tan kork!’ denilince, benlik ve gururu kendisini günaha sürükler.
Ona cehennem yeter. O ne kötü yataktır!” (Bakara: 206)
Ceza olarak, öfkesinden kükreyen cehennem onun için kâfidir.
Söz ve icraatlarıyla isyankâr olan bu kişilere “Allah’tan kork! Bozgunculuktan vazgeç, Hakk’a dön!” diye öğüt verilecek olursa hiç kulak asmaz. Onun bu gibi sözlere hiç tahammülü olmaz. Büsbütün inatlaşır, küfründe ısrar eder ve büyük günahlara kapı açmakta tereddüt göstermez. İsyan ve günahlar onu çepeçevre kuşatır.
•
Ahlâk-ı zemime ile meşgul olanlar, nefis ve şeytana uyanlar, dünyada o kötü arkadaşla oldukları gibi, kabirde de, mahşerde de, cehennemde de onunla arkadaştırlar.
Bu sapıtıcılar ve onlara uyanlar şeytanın dostu ve askeridirler, şeytan taraftarıdırlar. Dost edindikleri şeytanla birlikte cehenneme atılacaklardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis’in bütün askerleri de.” (Şuarâ: 94-95)
“Onlar” imamlardır, “Azgınlar” ise etrafında olanlardır. İşte onların sonu budur.
“Her kim Rahman olan Allah’ın zikrinden göz yumarsa biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır.
Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.
Nihayet o bize geldiği zaman der ki: ‘Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen!” (Zuhruf: 36-37-38)
Onlara tâbi olanlar, kendilerini sapıtıp cehenneme götürenlere lânet ederler ve en büyük düşman kesilirler. Nedâmet çok, faydası hiç yok. Hep birlikte ebedî olarak cehennemdedirler.
Niçin? Cenâb-ı Hakk’ın emir ve nehiylerine inanmayıp şeytana tâbi olan imansız insan şeytanlarına uydukları için.
Müslüman gibi görünen hâinler, hem yüce dinimize hem de güzel vatanımıza hâinlik yaparken, küfrü satın aldıklarını ve küfre hizmet ettiklerini görürsün, aynı zamanda aslını icra ederken bulursun.
Âyet-i kerime’de:
“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruluyor. (Mâide: 41)
Sen ise onları müslüman zannediyorsun.
İşte bunların hepsi günahkârların mükâfatı. Lâyık olduğu cezalar. Çünkü hâin idiler.