Bir sohbetlerinden:
“Bir kız yabancı bir erkeğe âşık olur, annesini babasını bırakır, aslını neslini bilmediği halde onun yanına gider.
Hazret-i Allah’a âşık olan ise Hazret-i Allah’a kaçar. Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
‘Veliler Allah-u Teâlâ’nın gelinleridir.’
Buradaki veliden murad, O’nun sevip çektikleri mânâsınadır. O gelinler ona kaçar. O’na kaçan gelin, dünyanın arâyiş-i kâzibesinden kurtulmuştur.
Dünyadan ve dünyanın her şeyinden, malından, çoluk-çocuğundan, âilesinden, vesaireden, hiçbir diken kalmazsa onun gelinidir. O’nun gelini olan hiçbir dikene takılmayan, O’na varan, O’na varmak isteyen ve dünyayı hiç görendir. Lâf işi değildir.” (2 Haziran 2003)
Bir sohbetlerinden:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
‘Dünyada garip, yahud yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan say.‘
Mürid hâl ile garib olacak, gariblik hâli takınacak.
Dervişlik işte budur. Bu sayede birçok fırtınalardan kurtulunur. Halk arasında garib hâli yaşayacak.
Mürid mürşidlik isteyemez. Mürid yolcuyum diyecek. Fakat: “Âlem-i seyrden ebedi aleme gidiyorum.” demeyecek. Belki: “İstanbul’dan Ankara’ya gidiyorum, Düzce’de durdum.” diyecek. Hayat o kadar kısadır.
Mürid kendini kabire girmiş gibi görecek. Kabir halini yaşamış ve kabirden gelmiş olarak kendini görecek. Daha dünyada iken kapı eşiği olup kabire yatacak.
Bu sır bu fakire yeni verildi. Bu sır yeni keşfolununca gördük ki dervişliğin ‘D’sine sahib olmayan adam, mürşidlik iddiâsında bulunuyor. Dünyadan geçmedikçe hakikate giremez, ‘D’si bu. ‘E’si, dünyadan geçmedikçe erişemez. Şehveti terketmedikçe hakikatin kokusunu bulamaz. Bu devirde dervişliğin ‘D’si kalmadı.
Sâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
‘Şeyhimi özledim. Dağ bayır aşarak, dikenliklerden taşlıklardan geçerek kapısına vardım. Kapıyı çaldım. İçeriye girdim. Evin iç kısmından Şeyhimin sesini duydum ‘Kimdir o gelen?’ buyurdular. ‘Bahaeddin!’ denince: ‘Atın dışarıya!’ buyurdular. Beni yaka paça dışarıya atıp kapıyı kapadılar. Nefsim bu durumdan üzülerek serkeşlik etmek istedi. Nefsime dedim ki: ‘Ben bu yolu Allah için kabul ettim.’ Ve sabaha kadar başımı kapılarının eşiğine koydum. Sabahleyin kapıdan çıkarken şeyhim boynuma bastı. ‘Kimdir bu?’ dediler. ‘Bahaddin!’ denilince elimden tuttular, içeriye aldılar. Su ısıttılar, ayaklarımdan dikenleri mübarek elleri ile çıkardılar.
Daha sonra hırka-i şeriflerini çıkarıp sırtıma giydirdiler. ‘Oğlum bu hırka sana layıktır!’ buyurdular.
Şeyhimin o hali ile benim halim gözümden hiç gitmez. Şimdi biz de her sabah evden çıkarken, boynunu uzatmış mürid var mı diye bakıyoruz amma, şimdi zaten mürid kalmadı ki, hepsi şeyh halife oldu.’
Bu yol Hazret-i Allah’a varır, Hazret-i Allah’ın yoludur. Ne Ahmed’in ne Mehmed’in! İnsan Hakk’ın huzurunda ne yolla varacak, bunu düşünsün. Ahmed’in malını benim diyemiyorsun ki, Hazret-i Allah’ın malını benim diyebilirsin.” (22 Nisan 1973)
Bir sohbetlerinden:
“Efendim, insanın başına ne felâket gelirse zaten, kendisini beğenmekten, kendisini bir şey görmekten gelir. Haddi zatında insan gerçekten cidden, basit değersiz bir mahlûktur. Hazret-i Allah dilediği şekilde tecellî eder. Dilediği şekilde onu yürütür.
Şu halde bir mahlûkun elinde hiçbir şey olmadığı halde, kendisinde bir şeyler taslaması çok büyük yersiz olduğundan, işte bir mahlûkun bunu anlaması ile, Hâlik-ı Azîmüşân’ın tecelliyâtını bizzat görmeye başlaması oluyor. Bu başlamasından ötürü, artık her şeyin O’nun olduğunu aynel-yakîn görmüş oluyor. O zamana kadar olan bilgiler ilme’l-yakîndir. Hazret-i Allah’ın bütün Fâil-i Mutlak olduğunu ilme’l-yakîn bilir. Fakat o bu gibi hallerden sonra kendisinin basit değersiz bir saman çöpü olduğunu haliyle anladığı zaman: ‘Demek ki beni yürüten bir kuvvet varmış.’ der. O da kimdir? Ancak Hazret-i Allah’tır. O zaman insan ayne’l-yakîn Hazret-i Allah’ın fiilini görmüş olur.
Tarikat-i Nakşibendiye’de, bilhassa bizim yolumuzda elzemdir bu. Fenâ üzerinde çok duruyoruz. Çünkü Efendilerimiz hep öyle durmuşlar.
Ve bize Elhamdülillâh, Hazret-i Allah hiçbir şey sevdirmemiştir. Kendisinden mâdâ ve fenâ olmaktan başka hiçbir şey sevdirmemiştir Hazret-i Allah... Bunu çok sevdirmiştir. Ve bunda çok tutunmaya gayret ediyoruz.
Nihayet insan ne kadar âciz olduğunu anlarsa, o kadar hakikatini öğrenmiş olur. Daha doğrusu Hakk’ı öğrenmiş olur. Bunlar ‘Men Arefe’nin sırları, sırlarının içindeki hallerdir. Fakat bu da ancak verilmekle, tecelliyâtla olur. İnsanın elinde yine bir şey yok.” (1973)