Millî ve mânevî değerlerini unutup her hususta "küffâr"ın emrine âmâde olan "küfür birliği" mübtelâları yüzünden, "Annan Plânı" ve "AB kriteri" gibi oyunlarla bir "hiç" için "küffâr"a peşkeş çekilen Kıbrıs'ı, bundan tam dört yüz otuz dört yıl önce, büyük Türk "serdâr"ı Lâla Mustafa Paşa komutasındaki Türk ordusuyla, "şehid kanı" ve "alın teri" dökerek fethetmiştik.
Pek çok beldenin fethini müjdelediği gibi, İslâm medeniyetinin bekâsı ve muhâfazası bakımından mühim bir noktada bulunan Kıbrıs'ın da fethini müjdeleyen Resûlullah Aleyhisselâm, bir gün halası "Ümmü'l-Harâm -radiyallahu anhâ-nın hânesinde uyumakta iken, birdenbire "tebessüm iderek" uyanmış, Ümm-i Harâm: 'Yâ Resulellah! Hiçbir zaman tebessümden uzak olmayasınız! Tebessüm etmenizin sebebi nedir?' diye suâl edince; "Yâ Ümm-i Harâm! Ümmetimden bir tâife gördüm, tahtın üzerindeki padişahlar gibi gemilere binip düşmanla savaşmaya gittiler.'" buyurmuştu.(1) Bu gazanın iki defâ gerçekleşeceğine işaret ederek, bunlardan ilkine Ümmü'l-Harâm'ın da katılabilmesi için duâda bulunmuş; gerçekten de yıllar sonra "Ümm-i Harâm gazâ-yı Kıbrîs içün gemilere binüp" giden askerlerle birlikte "gemiden çıkub, Kıbrîs'a giderken atdan düşüb şehîd" olmuştu.(2)
Müslümanların yayıldığı üç kıt'anın tam ortasında, "küffâr"ın istilâsına karşı bir gözcü kalesi konumundaki "Kıbrıs'uñ Hazret-i 'Ömer -radiyallahu anh- hilâfeti zamanunda dahi bir cânibi (tarafı) feth olunub, ol zamanda binâ' olınan câmi'-i 'Ömer'üñ" asırlardır "mihrâbı" ve diğer alâmetleri yerli yerinde dururken, Sultan II. Selîm döneminde bu aşağılık "melâ'in (mel'unlar)" gürûhunun mübârek câmiyi, kendi hemcinslerini bağlayarak "hâşâ, sümme hâşa, selh-hâne-i hanâzîr (domuz ahırı) itdükleri" haber alınmış ve bunu işiten ehl-i İslâm'ın öfke ve hiddeti son haddine varmıştı.(3)
Sultan İkinci Selim Hân, "küffâr birliği"ne dâhîl olmak için kendini âdetâ yırtan, "küffâr"a yaltaklık ve yalakalık uğruna; din, imân, şeref ve vatan gibi paha biçilmez değerleri ayaklar altına alan, İslâm medeniyetinin kritik bir parçasını koparıp "küffâr"ın emri altına sokan şuursuz ve ahmak devlet adamlarından olmadığı için, Kıbrıs'ın "bir-iki def'a dârü'l-İslâm olmış iken, yine bir tarîk (yol) ile düşmen"hâkimiyetine ve "tasarrufuna girdüği"ni görmekten son derece rahatsızlık duyuyor ve bu durumu "gayret-i İslâm"a "mugâyir" buluyordu.(4)
Nitekim "ol târîhdeki vüzerâdan (vezîrlerden) Lâla Mustafa Paşa" da, İslâm'ın kudsî değerlerine kudurmuş bir köpek gibi saldıran bu kâfirlerin yaptıkları rezillikleri işittikçe, "her zamân ve her ân" hüzünleniyor;(5) "Kıbrîs ve Şirvân anıldıkca derûn-u dilden (gönlünün derinliklerinden) âh-u figân" ederek, "her zamân ve her ân" içinden "'Fethi bu bendeye emr olınmak vukû' bula mı?' deyû Cenâb-ı Hakk'a du'â ve tazarrû'"da bulunuyordu.(6)
Dolayısıyla şanlı vezîr de "küffâr"dan medet uman ve onlara yaltaklık ederek, îmânını ve vatanını yok pahasına satan "sûretâ" vatansever(!)lerden olmadığı için, hiçbir zaman: "Küffâr birliğine girelim de, ne iman gerekir ne de vatan!" diyecek kadar düşmemiş; aksine, gönlünde alevlenen "imân" ve "vatan" aşkıyla: "'Evvelâ imân, âhir (sonra) Kıbrîs ve Şirvân!' deyû" duâ etmeyi "şâm-u seher (akşam-sabah) kendüye vird" edinmişti.(7)
Sultan II. Selîm döneminde Venedik "küffâr"ının işgâli altında bulunan "Kıbrîs", bulunduğu coğrâfî konum itibâriyle İslâm sâhillerine çok yakın olduğu için, "her sene Mısr-u Kâhire'ye müteveccih olan (yönelen)" hacılar ve tâcirler, giderken gemilerini "elbette ol semte karîb olan ma'âbirden (yakın olan yerlerden) geçirüb" de gitmek zorunda kalırdı.(8) Adada hüküm süren yüzsüz kâfirler, görünüşte Osmanlı pâdişâhına "itâ'atde geçinüb, mütâba'ât (bağlılık) lâfın urırlar"dı,(9) ancak "fursat düşürdikce gemilere çıkub, Mısr'a müteveccih olan ehl-i İslâm gemilerini" yağmalayarak,(10) ortalığı fesâda vermekten de geri kalmazlardı.
Bu iki yüzlü ve sahtekâr kâfirlerin, işi tezgâhlayan elebaşıları köşeye sıkıştırılıp da, kendilerine; "'Nîçün böyle tuğyân idersüñ?' dinildükde: 'Bu fesâdâtı iden Misina ve Malta cezîrelerinüñ (eyâletlerinin) gemileridür, biz değilüz!' deyû" işi başka tarafa çevirerek "hıyânetleri"ni örtbas etmeye kalkışırlar;(11) kendileri yazıp kendileri oynayan ve ardından suçu başkasına yamamaya kalkışan günümüz "küffâr"ı gibi, çevirdikleri dalâvere su yüzüne çıkmasın diye de dikkati hemen başka yönlere çekmeye çalışırlardı.
Nitekim Sultan II. Selîm henüz "şehzâdeliği hâlinde" iken, "diyâr-ı Mısriyye'den murâd idindükleri tuhhâf (hediyeler) ve sükker (şeker) ve pirinç ve at içün gönderdükleri âdemleri furtına ile deryâdan" adaya sığındıklarında, adayı serseri yatağına çeviren Venedik korsanları Osmanlı ile sözde "sulh üzere iken, atları ve sâ'ir metâ'ı zabt idüb", bunların Osmanlı şehzâdesine âit olduğu kendilerine bildirildiğinde "'Şehzâdenüñ idüği ne ma'lûm?' deyüp", daha "niçe ihânetden soñra virmeğle", pâdişâhın "vicdân-ı şerîfe'leri"nde daha o zamandan Kıbrıs adasını fethedip, içindeki kâfirlerin kökünü kazıma fikri yer etmişti.(12)
İşte bu nedenle pâdişah, Kıbrıs üzerine derhâl "sefer-i hümâyûn" düzenlemeye karar verdi ve Şeyhülislâm Ebu's-su'ûd Efendi'den, bu seferin "şerî'at-ı mutahhara"ya uygun olup olmadığına dâir bir "fetvâ-yı şerîfe" istedi.(13)
Ebussu'ûd Efendi'nin, Kıbrıs Seferi'nin "şerî'at-ı mutahhara"ya "aslâ mâni' olmak ihtimâli" bulunmadığını bildiren fetvâsı(14) üzerine, nihâyet 978 hicrî (m. 1570) yılında "pâdişâh-ı zemîn-ü zamân, Hazret-i Sultân Selîm Hân"ın emriyle "cezîre'-i Kıbrîs fethi"ne çıkıldı.(15) Sultan Selîm "vezîr Lâla Mustafa Paşa Hazretleri" ile birlikte "Piyâle Paşa -edâme'llâhu te'âlâ iclâlehû- Hazretleri'ni donanma-i hümâyûn'a serdâr buyurup ve Kapûdân Ali Paşa -dâme ikbâluhû- Hazretleri"ni de "iki biñ nefer cengcü yeñiçeri yoldaşları" ile birlikte "tersâne'-i âmire'den seksen dört pâre kadırga"nın başına koyduktan sonra, kadırgalarda yerini alan "korsan re'îsler şevket-ü haşmet"le "Beşiktaş iskelesüñden demür alup" yola çıktılar.(16)
Sefere çıkan donanma erleri öncelikle "sarây-ı âmire öniñde alay bağlayub, şenlikler ve şâdmanlıklar" ederek "tôpların atup, Hazret-i pâdişâh-ı dîn-penâh"la vedâlaştılar.(17) Pâdişah gördüğü bu muhteşem manzara karşısında son derece duygulanıp, elini "niyâz"ların ulaştığı en ulu "dergâh"a doğru kaldırarak: "'Asker-i İslâm eyne kânû haysü kânû (nerede ve hangi yerde olursa olsun) mansûr ve muzaffer olub, a'dâ-yı dîn (din düşmanları) üzerine gâlib-ü kâhir (kahredici) olalar!' deyüp", müminler ise "hayr du'â-vü senâlarıyle vedâ'laşup" onları uğurladılar.(18)
Karadan vazîfe görecek olan "ümerâ'" ile birlikte, "piyâde ve tôplar ve arabalar" da Lâla Mustafa Paşa'nın emrine "âmâde olmağın", şanlı "serdâr"ın "meyli evvelâ Lefkôşe kal'ası fethine toğrıl"up,(19) ilkin "Lefkôşe" muhâsara olundu. Osmanlı levendleri deniz tarafında "küffâr"la çarpışırken, "yeñiçeri tüfeng-endâzları dahî ihzâr eyledükleri meterislere (hazırladıkları siperlere) girüb, kal'a bedenlerinde (burçlarında) olan düşmen üzerine tüfeng fındıkların" ard arda "tökerek yağdırup, düşmen doj"ı olan baş kâfire "baş çıkartmayub" ortallığı peyderpey gülle ve kurşun yağmuruna tuttular.(20) Şehri çevreleyen "kal'a dıvârları ziyâde metîn olmağla, bir vechile (türlü) gedük açılmayub" kale kapıları hâlâ "feth olmayıcak", lâğımcı erlerine "dıvârda lâğımlar kazdırub", altlarına "bârût döşeyüb, od (ateş) virildikde", kâfirlerin yıkılmaz sandıkları o sarp ve sağlam "kal'aları harekete gelüp" korkunç bir gürültüyle yerle bir oldu.(21)
Paşa'nın verdiği direktifle "kal'a"daki kâfirler "gürûh"u "sekiz yirden tôp-u tüfeng ve her tarafdan şakalûş ve darbzen (toplar)la ve zenbürek (oklar)"la bombardımana tutularak, surlar "elli gün tamâmen döğildi"ve nihâyet 9 Eylül 1571 târihinde, "elli birinci gün bi-inâyeti'l-Fettâh Lefkôşe kal'ası feth" edildi.(22)
Osmanlı ordusunun kudretli pençesiyle "Lefkôşe ki alındı"; şehirde yaşayan kâfir beyleri "serdâr tarafından Girîne kal'ası'na" gönderildi.(23) Girne "kal'ası"ndaki kâfirler, Osmanlı tokadıyla feleğini şaşıran Lefkoşe'li yoldaşlarının içler acısı durumunu ne zaman ki "gördiler"; aynı darbeyi yemenin verdiği kuyruk acısıyla büyük bir korku ve "haşyete düşüb, emânla kal'a miftâhları (anahtarları)nı gönderdiler. Kal'a evbâşları (alçakları) ki" kaleden dışarıya "çıkdıkda, Girîne de zabt" edildi.(24)
Kıbrıs'ın iki mühim şehri olan Lefkoşe ve Girne "zabt" edildikten sonra, sıra "Magôsa kal'ası"nın fethine gelmişti. Serdâr, gâzîlerin "Magôsa"yı kolaylıkla fethedebilmesi için "küffâr"ın kazdığı "kal'anuñ handekinden bir mahâlli" toprakla doldurtarak, askeri "kal'aya yürüyiş itmeğe" sevkedip, düşmana o menzilden "hücûm olınmasını" emretti.(25) Şu kadar var ki, "yürüyiş mahâlli olan yerin handeki altında"kalan mevziiye "meğer ki küffâr"ın bâzısı "yir yir bârût yığınları komışlar ve yürüyiş güninde âna âteş virmeği" plânlamışlar. Gâzîler o an böyle bir şeyin "mümkin idüğine i'tikâd" etmedikleri için, bu sinsi plândan "gâfil ve tolmış handek altında" kurulan böyle bir tuzağa "cidden ihtimâl virmezler iken", askere "hemân ki yürüyiş"e geçmeleri emrolundu.(26) İşte o an bu aşağılık kâfirler "zümre"si "kal'a içindekiyolından lâğımlara âteşi virdi"ği gibi, "küffâr"ın "ol fitne"siyle "üç biñ mikdârı" cenkçi "âdem"den "kimi âteşle yandı ve kimi toprak altında basılup" kalarak o an "şehâdet mertebesine yit"ti.(27) Kıbrıs'ı "küffâr"ın elinden almak için çarpışan bu "üç biñ" gâzî, canını bu ada "küffâr"a bir "hiç" için peşkeş çekilsin diye fedâ etmemişti!..
Bu şiddetli savaştan sonra "Kıbrîs cezîresi tamâmen feth" edilmiş ve "emân nâmı ile çıkan yedi kâfir" Lâla Mustafa Paşa'nın izni ve emriyle "yigirmi pâre sefâyine (gemiye) koyılup" Paşa'ya ve yaşadıkları eski topraklara "vedâ' itmek tarîkıyla" yola çıkmışlardı. Bu "yedi kâfir"in hepsi "Magôsa hâkimi olan 'anîd (inatçı) ve ümerâsından" ibâret olup, Paşa'nın katına "el öpmeğe" gelmişlerdi.(28)
Lâla Mustafa Paşa "Magôsa hâkimi" Bragadino'ya "dahî kal'a feth olunmadan" önce, "erkenden isti'mân idüb (emân dileyip) çekilmesi câ'iz idüğini" iletip: "'Senüñ bu vechile (yönde) 'inâdın netîce virmez!' deyû bildirmiş"ti.(29) Ancak bu "kâfir" eceli gelmiş "kelb-i 'anîd.. (inatçı bir köpek) olmağın: 'Kal'ayı saña virmek değül, bir kaç günden soñra tonanmamuz geldikde 'askerüñi kırmak ve seni esîr idüb öñimce yayak getürmek ve kal'a handekine toldırduğıñ toprağı arkanla yine saña taşıtmak mukarrerdür!" demeye cür'et etmişti.(30) Ancak, Osmanlı'nın kudreti karşısında "küffâr imdâddan me'yûs (ümitsiz) olmağla", bu kez Paşa "küffâr dojı" ile bir anlaşma yapıp, kendisinden serbest bırakılmaları karşılığında "esârâ-yı müslimîn (müslüman esirler)den elli mikdâr nâmdâr"ın "teslîmini taleb itmiş"ti.(31)
Şanlı "serdâr", huzûruna "çıkan yedi kâfir"in arasında, zillet ve perişanlık içinde duran "Magôsa hâkimi" Bragadino'yu hemen tanıdı. Verdiği emânın hâricinde, Osmanlı donanmasından "yigirmi pâre gemi"alarak, arzu ettikleri şekilde "gemilere dahî taşınub tol"malarına müsaade eden Paşa, buna karşılık Magosa kralına; "Bu kadar kimse ki size virildi, deryâda donanmañuz var; gemilerimüz yine bize vâsıl olunca(ya dek), rehn tarîkıyla (yoluyla) bir beg kalsun!" dedi.(32)
Ne var ki, yenilgiyi hazmedemeyen bu "mel'ûn, gazâbı yüzinden" serdâr'ın bu sözüne karşı küstahça ve hakâretâmiz bir tarzda; "Beg değül, bir kelb (köpek) bile alıkomazın!" demek cür'etinde bulundu.(33)Hâlbuki "serdâr" hiç mecbur olmadığı hâlde, kendilerine vermek lûtfunda bulunduğu onca gemiye karşılık, bu "mel'ûn"dan epeyce basit bir istekte bulunmuştu. Ortada geçerli hiçbir sebep yokken şımarıp dikbaşlılığa yeltenen bu arsız "mel'ûn"un bu çirkin ve cür'etkârâne tavrı karşısında, "hemân serdâr" Hazretleri "âr ve gayret ve hiddet"e gelip,(34) "ol kelb-i kebîr i akûra (kudurmuş koca köpeğe) gazâbla"anlaşma gereği teslim etmesi gereken elli esîri hatırlatarak; "Bre mel'ûn!.." buyurdu(35) ve "Ya ol esârâ-yı müslimîn (müslümân esirler) kanı?" diye sordu.(36)
Bragadino bu soruya verecek cevâbı olmadığı için, ayaküstü hemen bir yalan uydurup; "Ânlar cümlesi benüm değil idi. Her biri beglerden birinüñ idi. Vire (anlaşma) gecesi katleylemişler!" dedi.(37) Bu cevap karşısında öfkesi daha da artan serdar, bu kâfire son kez: "Ya sende olanı n'eyledüñ?" diye sorduğu zaman, bu "mel'ûn" öncekinden daha şirret ve mel'anet bir tavırla: "'Ânlar katl idicek ben dahî katl eyledüm!' deyû cevâb virince, serdâr dahî: 'İmdi bu takdîrce vireyi (anlaşmayı) sen bozmışsın!' deyüb", bu kalleş "mel'ûnlaruñ otak öniñde başların kesdürdi"; hattâ bununla kalmayıp "gemilerde olan küffârı dahî çıkardı, ayaklarına muhkem kadanalar (halkalar) urdurdı" ve bu hâl üzere "donanma-yı hümâyûn gemilerine" koydurdu.(38)
Magosa "doj"u Bragadino acziyetini tatmin için şanlı "serdâr"a kendince "taş" atmaya kalkışmış, ancak ummadığı başka bir "taş" fenâ hâlde kendi başını yarmıştı. Önce verilen ahdi alçakça bozmasının, ardından bu cürmü yetmezmiş gibi, bir de küstahlığa kalkışmasının bir cezâsı olarak, Serdâr bu "baş olan mel'ûn"un önce "iki kulakların" kestirdi ve ardından "cunda ucına bağladub, birkaç def'a deryâya" sokup-çıkarttırarak işkence "itdürdi. Zîrâ bazı ehl-i İslâm giriftârlarına (tutsaklarına) böyle 'azâb idermiş. Ândan öniñe getürdiler. Çün kal'aya getmelü oldı, yapuğın tahmîl (yapmak istediğini iâde) idüb öñince götürtdi ve kendüler Cum'a namâzın kılınca mel'ûn'a handek toprağın taşıtdılar." Lâla Mustafa Paşa "namâzdan" sonra "begler sarâyına gel"ince, "meydânda bir direk dikilmiş ve bir-iki kelepce yanuna konılmış turır" hâlde görüp; "'Bu ne içündür?' deyû kendüyden su'âl itdi. Müslimân esirlerine ânınla 'azâb itdiklerine i'tirâf idicek, kendüsine dahî ol direği kuşatdırup ve ol kelepceleri elüne ayağına urdırup, ândan soñra" tıpkı bîçâre ve savunmasız müslümanlara yaptığı gibi "derisin yüzdirdi ve samân toldırub ol direğüñ ucına" astırdı.(39)
Lefoşa ve Girne'den sonra, Magosa'nın da teslim alınmasıyla "Kıbrîs cezîresi tamâmen feth" edilmiş oldu. İkinci Selîm Hân şanlı fetihten sonra "her tarafa feth-nâmeler gönderüb", Kıbrıs'ın "fethi"ni ve kazanılan "zafer"in "ahvâl"ini dünyanın dört bir yanına duyurdu.(40)
Nitekim 7 Ekim 1571 tarihinde Rus çarı İvan'a gönderilen "feth-nâme"de Sultan İkinci Selîm şöyle diyordu:
"Husûsâ, şimdiki hâlde Venedik'e müte'allik olan cezâ'ir-i 'azîmeden (bağlı olan büyük eyâletlerden) Kıbrîs nâm cezîre ki, fethi husûsunda nice selâtîn-i 'âlî-makâm envâ'-ı sa'y-vü ihtimâm (yüksek makamdaki sultânlar türlü çaba ve gayret) zuhûra getirmüşlerken müyesser olmamıştı. Bi-'inâyeti'llâh-i Te'âlâ kuvve'-i kâhire'-i husrevânemizle (Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla, hüsrevâne kahredici kuvvetimizle) murâd-ı şerîfimiz üzere feth-u teshîri müyesser olub, sâ'ir memâlik-i mahrûsemizden (ülke sınırları içindeki memleketlerimizden) biri olmuşdur!"(41)
Lâla Mustafa Paşa'nın eliyle gerçekleşen bu şanlı fethe "Aldı Kıbrîs atasın Şâh-u Selîm"(42) ve "Hamdü li'llâh yiñe alındı hisârı Kıbrîs'uñ"(43) mısrâlarıyla târih düşürüldü. Bu mısrâlar fethin hicrî yılı olan 978 (m. 1571) tarihini gösteriyordu.
Kıbrıs'ın fethinden bir yıl sonra "deryâdan ba'zı ümerâ mektûblarıyla haberler gelüp tahkîk itdiler ki, Venedîk dojları İsbâniyye (İspanya) lâ'în ile dostluk üzere ittifâk-u ittihâd eyleyüp, küllî donanma tedârükine"girişmiş ve çok sayıda "cengcü cem' eylemeğe" teşebbüs edip, "bu def'a deryâ yüzine çıkan ehl-i İslâm donanmasıyle buluşmağa 'âyîn-i bâtılaları üzere îmân idüb, 'ahd-ü mîsâk eylemiş"lerdi. Yedikleri Osmanlı tokadının acısıyla, kendi aralarında Osmanlı'ya karşı bu kez "'Gaflet câ'iz değildür!' deyû" kesin olarak sözleşmişler; bu beyhûde çabalarıyla Kıbrıs'ı geri alamasalar bile, en azından "Kıbrîs intikâmuñ aluruz!" demişlerdi.(44) Küffârın bu girişimi, İnebahtı'da yüz doksan Osmanlı gemisinin yakılmasıyla netîcelenmişti.
Kıbrıs'ın fethini engelemeye çalışan Sokollu Mehmed Paşa bile, zamanla bu adanın fethinin "küffâr birliği"ne vurulmuş en büyük târihî darbelerden biri olduğunu îtirâf etmek zorunda kalıyor; İnebahtı fâciasından sonra Osmanlı'nın nabzını ölçmek için İstanbul'a gelen Venedik elçisi Barbaro'ya:
"Bilmiş ol ki, donanmamızı mağlûp etmekle siz bizim ancak sakalımızı kesmiş oldunuz; biz ise Kıbrıs krallığını fethetmekle sizin kolunuzu kırmış olduk. Kesilen kol bir daha yerine gelmez, fakat traş edilen sakal eskisinden daha gür çıkar!" diyordu.(45)
Sokollu'nun bu sözü bir taraftan Kıbrıs'ın ne kadar büyük bir stratejik öneme sâhip olduğunu ortaya koyarken; diğer taraftan da sinsi ve maksatlı kâfirlerle "el ele" vermeyi mârifet zanneden, "küffâr"ın oyununa gelip devleti yıkımın eşiğine sürükleyen ahmak "hoşgörü" mübtelâlarının, "küffâr"a "el"ini verince "kol"unu kaptırıdığını gösteren bir "nükte" olarak târihe geçiyordu.
Bugün rum "küffâr"ının büyük bir iştahla imzâlattığı "ek protokol" safsatası da, Türk milletinin yanında "İnebahtı" gibi ancak bir "traş"tan ibârettir. Bu "traş"ı yapmaya kalkışanlar bilsinler ki, "kol kırmak" Türk milletinin en çok sevdiği ve asırlardır vazgeçemediği en köklü "târihî" âdetidir!..
Ebusssu'ûd Efendi'nin pâdişâha yolladığı fetvâda; vaktiyle "dârü'l-İslâm" iken, sonradan "küffâr-ı hâk-sâr"ın istilâ ettiği, medrese ve mescidlerini "harâb", minber ve mahfellerini "küfr-ü dalâlet ile" tahrip ve tahrif ederek, "nice dürlü" çirkin fiillerle "dîn-i İslâm'a ihânete kasd" ettiği bir "diyâr"ı "pâdişâh" Hazretleri "küffâr-ı hâk-sâr elünden alup, dârü'l-İslâm'a ilhâk eylemeğe" niyetlense, "keferenüñ" daha önce "ellerine virilân ahd-nâme"nin bu gerekçeyle bozulmasına "şerî'at-ı mutahhara mûcebince" herhangi bir "mâni'" olup olmadığı "su'âl" ediliyor, Şeyhülislâm Efendi de bu "su'âl"e karşılık şu "fetvâ"yı veriyordu:
"el-Cevâb: Allâhu a'lem aslâ mâni' olmak ihtimâli yokdur. Pâdişâh-ı İslâm -e'azze'llâhu te'âlâ ensârehû- kefere ile sulh eylemek ol zamân meşrû' olur ki, kâffe'-i müslimîn'e (müslümanların hepsine) menfa'at ola. Olmayıcak aslâ sulh meşrû' değildür. Menfa'at müşâhade olunub mü'ebbed yâhud muvakkat (süresiz veyâ süreli) oldıkdan soñra, menfa'atlü zamânda bozulması enfi' (yararlı) görilse, elbette bozmak vâcib ve lâzım olur. Hazret-i Resûli'llâh 'Aleyhisselâm hicret-i Nebeviyye'nüñ altıncı yılından on yıla değin sulh idüb, Hazret-i Alî -kerremallâhu vechehû- mü'ekked (tasdikli) 'ahd-nâme yazub mu'âhade mukarrere (sözleşme karar) kılındıkdan soñra gelicek yıl bozmak enfi' (yararlı) görilüb, hicretüñ sekizinde üzerlerine varub Mekke'-i mu'azzama'yı feth buyurmışlardur. Hazret-i halîfe'-i Rabbü'l-'âlemîn -halledallâhu zılâl-i saltanatuhû..- 'azîmet-i hümâ-yûn'larında Cenâb-ı Risâlet-penâh -sallallâhu te'âlâ 'aleyhi ve sellem- Hazretleri'nüñ sünnet-i şerîf'lerine iktidâ buyurmışlardur." (Peçevî, "Târîh-i Peçevî", c.1, s. 486-487.)
(1-2) Solakzâde, "Fihrist-i Şâhân Târîh-i Âl-i Osmân", s. 592, bas.: h. 1297. Hadîs-i şerîf için, bk.: İbn-i Kesîr, "el-Bidâye ve'n-Nihaye", c. 7, s. 164.
(3) Âlî, "Künhü'l-Ahbâr", c. 2, s. 67. nşr.: Faris Çerçi.
(4) Solakzâde, a.g.e., s. 592.
(5-11) Âlî, a.g.e., c. 2, s. 66-67.
(12) Selânikî, "Târîh-i Selânikî", c. 1, s. 77. nşr.: M. İpşirli.
(13-14) Peçevî, "Târîh-i Peçevî", c.1, s. 486-487. bas.: 1980.
(15-18) Selânikî, a.g.e., c. 1, s. 77.
(19) Âlî, a.g.e., c. 2, s. 70.
(20-21) Solakzâde, a.g.e., s. 592-593.
(22-30) Âlî, a.g.e., c. 2, s. 70-72, 76.
(31-34) Peçevî, a.g.e., c.1, s. 489-490.
(35-36) Âlî, a.g.e., c. 2, s. 77.
(37-39) Peçevî, a.g.e., c.1, s. 490-491.
(40) Solakzâde, a.g.e., s. 593.
(41) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defteri, nr.: 21.
(42-44) Selânikî, a.g.e., c. 1, s. 79, 80, 81.
(45) Ahmed Refik, "Sokollu", s. 149.