Son yıllarda yaşanan gelişmeler Türkiye'nin yönetici elitini adeta iki kutuplu hale getirmiştir. Böyle bir vakıanın bizatihi var olması bile başlıbaşına büyük bir handikap iken bu iki grubun karşılıklı korkularını iç ve dış siyasetin temeline yerleştirmiş olmaları çok daha büyük ve tamir edilmesi mümkün olmayan yaralar açmıştır, açmaya devam etmektedir. Ülke dış güçlerin karşısında savunmasız kalmasının yanında, içeride de büyük bir kaosa doğru sürüklenmektedir.
Bir tarafta dindar göründüğü halde dinin hoşgörmediğini hoş gören, Avrupa ve Amerika’dan medet umanlar; diğer tarafta vatanperverlik iddiasında millete ve milletin temel değerlerine yabancı olanlar. Ortada pusulasını, ne yapacağını şaşırmış büyük bir kitle. Perde arkasında bu yangını kuklaları (masonik-semitik tarikatlar) ile körükleyen “Küresel Kraliyetçiler”.
Bu millet tarihinin hiçbir devrinde böyle acayip bir duruma düşmemiştir. İçinde bulunduğumuz, yaşadığımız ortamı kanıksadığımız için bize normal gelen halimiz aslında çok acayip bir haldir.
Şöyle bir düşünelim; bu millet öyle devirler yaşamış ve yaşatmıştır ki dünyanın hiçbir ülkesi bizim kadar bu tarihi unutmuş değildir. Bir milletin inkişafı; devletin milletine, milletin devletine sahip çıkması ile mümkündür. Tarih boyunca Türk milleti hiçbir devirde devleti ile kavgalı olmamıştır. Yönetici elit milletine saygı ve sevgide kusur etmediği gibi, milletinden yabancı bir duruma düşmüş de değildir. Milletin önüne daima yüksek idealler koymuş olan yönetici ve yönlendirici elit bu milleti öyle sevk ve idare etmiştir ki dosta güven, düşmana korku veren nice devirler yaşatmışlardır. Devlet ayrı bir varlık millet ayrı bir varlık değildir ve bu bizatihi tarihteki bütün büyük Türk devletlerinin en temel dinamiği olmuştur. Üstün meziyetlere sahip bir millet düşünün ki yöneticileri ile bir ve beraber büyük bir hedefe kilitlenmiş bir ok gibi ilerliyor, şiddetli bir kasırga gibi esiyor, düşmanlarını tarumar ediyor. Ancak o kadar âlicenap ve insanî değerlere sahip, o kadar kendinden emin ve güven sahibi ki, harp sahasında perişan ettiği düşmanına karşı herhangi bir kin duymuyor, gereken iyiliği ondan esirgemiyor.
Kenetlenmiş bir el ki onu hiçbir kuvvet çözememiş, çağıldayan bir ırmak ki onu hiçbir baraj dizginleyememiş...
Böyle bir millet ne hale düştü?
İçinde bulunduğumuz durumu daha iyi anlayabilmemiz için günümüzün söz sahibi büyük devletlerine bakalım. Hepsinde görülecektir ki, devlet ile millet ayrı varlıklarmış gibi değildir. Dünyayı sömürmek gibi ahlâksız bir ideal etrafında da olsa hepsi bir hedefe kilitlenmiştir.
Dikkat edilirse Amerika Suriye konusunda Türkiye’nin bileğini bükememiştir. Zira Türkiye, Suriye politikası hakkında tek ses ve tek yumruk gibidir. Sadece Başbakan değil, Cumhurbaşkanı da Suriye’yi ziyaret etmiştir. Hatta bu ziyareti sebebiyle Cumhurbaşkanı’nı eleştirerek büyük bir hata yapan pervasızlıkları ile meşhur ABD Büyükelçisi Edelman ülkesine dönmek zorunda kalmıştır.
Ancak meselâ bir Avrupa Birliği siyasetinde aynı tek sesliliği göremezsiniz. Halbuki Avrupa’nın bizi birliğe almayacağı, alamayacağı o kadar ayan oldu ki... Buna rağmen bir “Biz üzerimize düşeni yapacağız” edebiyatı devam ediyor. Yahu hiç başını eline alıp düşünmez misin? Nedir bu üzerimize düşenler? Adamlar bizi almayacak, alamayacak, biz siyasi tavizler vermeye devam edeceğiz. Rum kesimini tanı, Ruhban okulunu aç, bir asır öncesinin hıristiyan vakıflarını yeniden ihya et, Apo’yu yargıla, elinde bölücü bayrakla fink atanları Avrupa kriteri diye seyret. Her gün birkaç şehit verilirken “Niye silahlı operasyon yapıyorsunuz?” diye fırça atan küstah büyükelçilerin tükürüklerini yala yut. Bunun sonu nereye varacak? Reform adı altında bize yutturmadıkları şey kalmadı. Reform nerede yapılır? Halkın hayatını kolaylaştıran, devletin işleyişini hızlandıran işlere el atarsın. Âmennâ! Ancak vatanı peşkeş çekmenin bir izahı var mı? Ne pahasına? “Girdik bir yola çıkamıyoruz, dönemiyoruz” diye memleket peşkeş çekilir mi?
Adamlar ne güzel bizi sağmaya devam edecekti. Ancak Avrupalı’nın damarlarına Türk düşmanlığı öyle bir işlemiş ki, Avrupa hayalini dağıtma pahasına “Hayır!” diyorlar.
“İtalyan sinemasının dev yapımlarıyla ünlü yönetmeni Renzo Martinelli, İkinci Viyana Kuşatması'nın bugünkü "medeniyetler çatışması" tartışmalarının temeli olduğunu gösteren bir film hazırlıyor. 11 Eylül üzerine bir film hazırladığını açıklayan yönetmen Martinelli, bunun Amerika'daki terör olayları "11 Eylül 2001" değil "11 Eylül 1683 Viyana Kuşatması" ile ilgili olduğunu söyledi. Hıristiyanlar, 11 Eylül'ü 12 Eylül'e bağlayan geceyi aynı yılın temmuz ayında başlayan kuşatmayı "kurtuluş" tarihi olarak kabul ediyor.
… yönetmen Martinelli, "Batı'nın bugün duyduğu öfkenin derinlerdeki nedenini 11 Eylül 1683'de aramak gerekir" diyerek, 11 Eylül 2001 ile 11 Eylül 1683 arasında tarihi ve mantıksal bir bağ olduğunu savunuyor ve filminde de bunu işleyeceğini söylüyor. Filmin adı "September Eleven. 1683-2001" (Eylül Onbir: 1683-2001) olarak düşünülmüş. Ölen Papa 2'nci Jean Paul tarafından aziz ilân edilen katolik rahip Marco da Aviano'nun hayatı da film içinde ön plana çıkan konulardan biri. Viyana kuşatmasının bir İtalyan sayesinde kazanıldığı tezini destekleyen Martinelli bu konudaki milli ve dini gururunu şöyle anlatıyor: "Bu hikâyeyi anlatmak bizim görevimiz. Bir İtalyan 1600'lerde Avrupa'yı kurtardı.” (7 Haziran 2005, Haber Türk)
“Bizim gururla andığımız bu tarihin Batı dünyasındaki etkilerini de öte yandan mutlaka anlamaya çalışmalıyız. Türkleri bir daha Anadolu’dan sökemeyeceklerini anlayan Batılılar, o gün bugündür, İstanbul’u ve beraberinde kesin olarak Anadolu’yu ellerinden kaçırdıkları bu tarihi emin olun bizim coşkumuza eşdeğer bir üzüntü, pişmanlık ve öfke ile hatırlıyorlar.
… Batı kültürünün, bugünkü davranışlarının arkasındaki gerekçenin, tarihte 1400 yıllık bir geçmişi olan ve hiçbir zaman ve hiçbir koşulda unutulmayacak bu kuyruk acıları ve Türkler’in en zor zamanlarda bile bir çıkış yolu bulma konusundaki ezici üstünlüğü olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız.
…Çok basit bir tarih araştırması bile, binbeşyüz yıla yaklaşan bu önyargı ile batılıların artık neredeyse genlerine işlemiş bir Türk karşıtlığı duygusuna sahip olduğunu anlamamıza yetecektir. Bir gün vakit bulursanız, Darwin’in, Victor Hugo’nun, Delacroix’nin, Cervantes’in, Shakespeare’in, Ronsard’ın, Martin Luther’in, Voltaire’in, Diderot’nun, Kant’ın, Herder’in, Hegel’in, Engels’in, Marx’ın, Pascal’ın, Byron’ın, Edgar Allan Poe’nun ve daha pek çoğunun Türkler hakkında yazdıklarını, söylediklerini bulup okuyun. Kendi kuşaklarının bu son derece değerli şahsiyetlerinin bizim hakkımızdaki düşüncelerini farkedince gözlerinize, kulaklarınıza inanamayacaksınız. Bugünkü Almanya, Fransa, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Belçika, İsveç, İsviçre, Hollanda ve diğer AB üyesi ülkelerin siyasî kimliklerinin bizim hakkımızdaki üzücü değerlendirmeleri taraflı tarihsel eğitimlerinin kaçınılmaz bir sonucudur. Beyinleri yüzlerce yıldır öylesine yıkanmıştır ki; isteseler de başka türlü düşünemezler. Düşünmeye kalksalar kendi toplumlarından dışlanırlar.” (Nasuh Mahruki, Kodadımedya.com 30 Mayıs 2005)
İş öyle bir noktaya geldi ki, Türkiye’nin Avrupa Birliği macerası devam etse AB dağılacak. Adamlar o kadar zor durumda kaldılar ki, “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” hesabı, elleri ayakları dolaştı. Güya Türkiye dostu olanlar bile “Türkiye’nin üyeliğini tartışmamız lazım.” diye kapıyı gösteriyorlar, ertesi gün öyle demek istemedim, böyle demek istedim diye çark ediyorlar. Türkiye’deki bütün Avrupacıların sesi kısıldı. Ancak hala yok “Fransa ve Hollanda Türkiye’ye hayır demedi de şuna hayır dedi”, yok “Aman ha, üzerimize düşenleri aksatmayalım!” diye tevil üstüne tevil yapıyorlar. Bunlar için Türkiye adeta ikinci vatanları gibi, varsa yoksa Avrupa. Hani bir zamanlar Karen Fogg namında bir AB elçisi vardı. Bu güruhla fink atıyor, Türkiye hakkında aklına eseni yazdığı e-postalarını bu güruha gönderirken herhangi bir otosansür uygulamaya gerek duymuyordu. Bu e-postalar ifşa olunca o da soluğu Avrupa’da almıştı. İşte bu Türkiye’li olmaktan çok Avrupalı olan zevat Avrupalı kankilerine durmadan haber uçuruyorlar: “Aman ha, ne olur bize kapıyı göstermeyin. Yoksa Türkiye Ortadoğu ülkesi olur, Avrupa düşmanları iktidarı ele geçirir. Sizin için kötü olur. Kendimiz için bir şey istemiyoruz, biricik Avrupamız tarihi düşmanını kendi eliyle uyandırmasın.”
Bu zevat gerek Avrupa konusunda gerek milletin dinî ve millî değerleri konusunda yıllar yılı bizi irrasyonel bir çizgide tuttukları gibi, Avrupa’yı dahi böyle irrasyonel bir çizgiye zorluyorlar. Halbuki bu ipi kopmadan çözmek lazım. Koparsa daha büyük zararları olacak. Nihayetinde Avrupa gibi büyük bir coğrafya ile kanlı-bıçaklı olmanın bize de faydası yok.
Biraz da bu tür savrulmaları biz kendimiz hakediyoruz. Avrupa’nın içyüzünü tanımamakta, Batı’nın kokuşmuş hayat tarzını taklit etmekte ısrar ettiğimiz için dış işlerimizde musibetlerle aklımız başına geldiği gibi aynı şekilde iç işlerimizde de musibetlerle aklımız başına geliyor. Olan ülkeye oluyor.
Türkiye kendi kimliğini tanımlamaktan âciz hale düşürüldüğü gibi buna paralel olarak muhataplarının kimliğini tanımlamaktan dahi âciz hale düşürülmüştür. Bu eksiklik dış işlerimizdeki en temel hayatî çıkarlarımızın dahi savunulmasını güçleştirmekte, içişlerimizde ise toplumu germekte, çatışma ve kavga ortamını körüklemektedir.
Şimdi ne olacak? Öncelikle “Biz kimiz?”, “Biz ne olmak istiyoruz?” sorularının cevabını vermemiz icabediyor. Korkularımızla siyasetimizi belirlemeye çalıştıkça düşmanlarımız korkularımız üzerinden siyaset yapıyor, bizi korkularımız üzerinden yönlendiriyor.
“İşte bu Soros, ‘Bayram değil, seyran değil... Eniştem beni neden öpüyor?’ misali, son zamanlarda bizim bazı NGO'larımız ve de vakıf üniversitelerimiz ile fazlaca ilgilenmeye, bizi ‘sık sık öpmeye’ başladı.
‘Alışmış kudurmuştan beterdir’ derler ya... İşte o biçim. Soros gördü ki, NGO'lara üç kuruş yardım yapınca hükümetleri bile devirtebiliyor, bakanlara ayda 1.200 dolar aylık bağlayınca Gürcistan hükümeti emrine giriyor... Pervasız ve cesur faaliyetine devam ediyor. Önce parayı veriyor, arkadan talimat veriyor. Gözü kör olmasın... Bu para insanları nasıl da baştan çıkarıyor... Soros'tan üç dolar yardım almak uğruna ne söyler ise dinliyoruz. ‘Laikliği fazla ileri götürdünüz... Üniversitede türban serbest olmalı...’ Tabiiiii... İsabet buyurdunuz... ‘Birkaç akıllı adam bulun. Onlara 400 bin dolar vereyim. AB'ye sizi soksunlar...’ Tabiiiii... İsabet buyurdunuz. Bu kadar da mı ‘para canlısı’ olduk? Üç beş dolar için akıllı adamlarımızı, NGO'larımızı, vakıf üniversitelerimizi Soros'un yörüngesine sokmak bize ne getirir?.. Ama neler götürür? Bunları tartışmalıyız.” (Güngör Uras, 12 Haziran 2005)
Evet, şimdi şu soruyu sormamız lazım: “Soros ‘Başörtüsü-türban meselesinin çözümü için, gerekli girişimlerde bulunmaya karar verdik. Bu iş, çözüm yoluna girecek.’ dedi diye ‘Başörtüsü’ düşmanı mı olalım?” Veya başka bir perspektifle şunu da soralım: “Soros Türbanı destekliyor diye Soros’la can-ciğer, kuzu sarması mı olalım?”
Gelelim Amerika’nın “Ilımlı İslâm” politikasına. Şimdi “Amerika ‘Ilımlı İslam’ diyor diye İslâm’dan mı uzaklaşacağız?”, “Amerika ‘Ilımlı İslâm’ diyor diye ‘İslâm devleti değiliz’ mi diyeceğiz?”, yahut “Amerika müslümanları destekliyor deyip, Amerika’nın dümen suyuna mı gireceğiz?”
Peki Türk insanının sağlam inançlı olması karşısında ne yapacağız?
“Türkiye ve Rusya'nın da dahil olduğu 20 Avrupa ülkesi ile ABD'de dini inançlar üzerine yapılan bir araştırmada, ... Türklerin en fazla ibadet eden halk olduğu belirlendi.
... Ülkelere göre inanç seviyesi açısındansa, Romanya ve Türkiye, yüzde 96'lık bir oranla ilk sırada yer aldı. ...
Anketle ayrıca, Türklerin en sık ibadet eden halk olduğu da belirlendi. Ankete katılan Türklerin yüzde 72'si, haftada en az bir kez camiye gittiklerini söyledi. ...Dini çeşitliliklerin de sorgulandığı ankette, Türkiye bu açıdan en homojen ülke olarak belirlendi. Türklerin yüzde 100'ü Müslüman olduklarını söyledi. Türkiye'yi yüzde 98'i Katolik olan Polonya ve yüzde 94'ü Protestan olan Danimarka izledi.” (Milliyet, 11 Aralık 2004)
Diğer bir konu “Yeni Osmanlı Projesi”. Amerika Osmanlı’yı ihya etmek istiyor gibi tavırlara girdiği için Osmanlı’nın mirasını reddedecek miyiz?
Bu örnekler çoğaltılabilir. Mesela Ermeni tehciri hakkındaki şu iddiaları birçoğumuz duymamıştır:
“Ermeni sürgününün 1910-1911 yılında Jöntürkler tarafından planlandığını, bu tezin arkasında Balkan kökenli ‘dönmeler’in olduğunu iddia eden Jack Manueilan, sürgünle Bakü petrolleri arasında da ilginç bağlantılar kuruyor. Jöntürk liderlerinin Balkan kökenli Sabetaistler'den oluştuğunu, Talat, Enver, Cemal, Bahaddin Şakir ve Nizam'ın bu çevreden olduğunu, çalışmaların merkezinde yer alan Selanik'teki Grand Orient locasının Rothschild tarafından kurulduğunu belirten Manueilan, Jöntürkler'in, ‘bütün Ortadoğu'yu kontrol altına almak için’ Musevi kökenli Emanuel Karaso'ya 1890'da Selanik'te kurdurulduğunu, Jöntürk öncülerinin Karaso'nun üstadı olduğu mason locasına bağlı bulunduğunu yazıyor.
...
"İmparatorluğun başkenti İstanbul'da 10 binden az Yahudi yaşıyordu. Hıristiyan nüfus ise 200 bin civarındaydı. Ticaret ve finans Hıristiyan kökenlilerin kontrolündeydi. Yahudilerle Hristiyanlar arasında bu alanda yüzyıllardır süren yoğun bir rekabet vardı. Yahudiler kaybeden, Hristiyanlar ise kazanan taraftaydı. Çünkü, birkaçı hariç, sultanlar genelde Hristiyanlar'a destek veriyordu. Siyonist Yahudiler siyasi gücü ele alınca Hristiyanları tasfiye ettiler…” (İbrahim Karagül, 6 Mayıs 2005)
Soner Yalçın “Efendi” isimli kitabında da “İttihat ve Terakki”nin önde gelen isimlerinin çoğunun mason ve dönme olduklarını anlatır ve Osmanlı ekonomisi üzerindeki gizli yahudi-hıristiyan çekişmesine işaret eder.
Şimdi bu bilgilere dayanarak “Tehcir kararı yanlıştı” mı diyeceğiz? Tabii ki hayır! Tarihî gerçekler tehcirin doğru bir karar olduğunu gösteriyor. Ki bu karar İslâm hukukunda temeli bulunan bir karardır. Hicretin beşinci yılında bütün müşrik Arap kavimleri bir araya gelip müslümanları Medine’de kuşatmışlardı. Durum çok tehlikeli idi. Böyle nazik bir zamanda Medine yahudileri müslümanlarla olan anlaşmalarını hiçe sayarak Medine üzerine saldırdılar. Bunun üzerine Hendek Savaşı’ndan sonra Resulullah Aleyhisselâm yahudilerin üzerine yürüdü, silah tutan erkekleri öldürüldü, diğerleri Medine’den tehcir edildi. İhanetin cezası budur. Nitekim meselâ Adana civarının (Klikya) Ermenileri ihanetleri sebebiyle Fransızlarla birlikte kendi kendilerine gitmişlerdir.
Bu soru listesini böylece uzatabiliriz. Bize düşen korkularımızla politika tayin etmek değildir. Milletimizi tanıyalım, kendimizi tanıyalım, düşmanımızı tanıyalım, Batıyı-Avrupayı tanıyalım. Sonra kendimiz olalım. Biz kendimiz olduktan sonra bir ve beraber olduktan sonra, kendimizi kullandırmadıktan sonra Amerika “Osmanlı” demiş, “Ilımlı İslâm” demiş, onu demiş bunu demiş hiçbir kıymeti yoktur. Biz kendi yolumuza bakarız. (Bazı uzakdoğu dövüş sporlarında rakibin enerjisi ve hamlesi kullanılarak rakip bertaraf edilir. Bu dövüş tekniği pekâla siyasete de uyarlanabilir.)
Soğuk Savaş yıllarında Komünizmle mücadele adı altında içimize nüfuz ettikleri gibi şimdi de BOP adı altında “Hoşgörü” teraneleri eşliğinde içimize nüfuz etmelerine izin vermeyelim!
Ne Amerika’sı, ne AB’si, ne Rusya’sı, ne de bir başkası... Artık mandacı zihniyet ve eylemlerden sıyrılalım. Kendimiz olalım. Her bir ülke ile icap ettiği kadar ve çıkarlarımız elverdiği ölçüde ilişki kuralım.
Amerika’nın bizim söylemlerimizi ve tarihsel gücümüzün dinamiklerini çalmasına izin vermeyelim!..