Muhterem Okuyucularımız;
İnsanın vazifesi, geleceği muhakkak olan o günü düşünerek, elde fırsat dilde ruhsat varken hayatını düzene sokmak, hâlini ıslah etmekten ibarettir. Çünkü ahirette iyiler iyiliklerinin, kötüler de kötülüklerinin karşılıklarını daha çok göreceklerdir.
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen sahibimiz gönderirken bize sormadığı gibi, alacağı zaman da soracak değil.
Farz-ı muhal ki denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş, fakat onlar tutulduğunu bilmiyorlar, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda bile değil. Halbuki biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkum. İşte insanların durumları da böyledir.
Kalanla giden arasında bir gün fark var. İşte geldik işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz yarın alttayız. Bu gün yataktayız yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de sıra bekliyoruz.
Eceli gelmeden herkes başının çaresine bakmalı ki, iş işten geçtikten sonra çare aramaya muhtaç olmasın. Zira ecel geldiğinde tehiri mümkün değildir.
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen sahibimiz gönderirken bize sormadığı gibi, alacağı zaman da soracak değil.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmış ve:
“Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!” buyurmuştur. (Fâtır: 5)
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.
Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar dünya hayatını ahirete tercih ettiler.” buyuruluyor. (Nahl: 107)
Dünyaya rağbet eden, onu sevendir. Dünyalık edinmek ve sürekli olarak daha fazlasını istemek, dünyaya rağbet etmenin alâmetidir.
Kâfirler ahirete varınca dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu ancak anlayabilecekler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına râzı olup, onunla tatmin onlanlar var ya!
İşte onların kazandıklarına karşılık varacakları yer ateştir!” (Yunus: 7-8)
“Onlar dünya hayatı ile şımardılar.
Oysa âhiretin yanında dünya hayatı sadece bir geçimlikten ibarettir.” (Ra’d: 26)
Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nail olabilirler, yaşadıkları müddetçe bu imkânlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar dünyada biraz geçinir, sonra bize dönerler. Sonra da inkârlarından dolayı onlara şiddetli azap tattırırız.” (Yunus: 70)
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür.
Aranızda övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olmak isteğinden ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği şeyler ekicilerin hoşuna gider. Sonra o bitki kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.
İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.
Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd: 20)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in birçok Âyet-i kerime’lerinde kullarını cennete girmeye ve sâlih ameller işlemeye teşvik etmektedir.
Buyurur ki:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr: 18)
Çanta elimizde bulunsun, “İrcıîy!” dâvetinin ne zaman geleceği belli değil, amma gelecek. Her nefes bizi kabre çekiyor, ömür tükeniyor. Ölüm ve kabir için hazırlıklı olan bir kimse, ölümden irkilmez. Dâvet geldiği zaman hemen göçer. O zaten teslim olmuştu, emir bekliyordu, emir de geldi.
“Ey insanlar! Rabb’iniz tarafından bağışlanmaya; Allah’a ve peygamberlerine inananlar için hazırlanmış, genişliği yerle göğün genişliği kadar olan cennete koşun!” (Hadîd: 21)
Böylesine geniş ve ferah cennete ve mağfirete nâil olmak; hiç şüphesiz ki Allah’a ve Peygamber’ine dosdoğru iman etmek, sevapları ve dereceleri elde etmeye vesile olan itaatları işlemek, haramları terketmekle olur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin tâ kendisi olacaktır.” (Nâziat: 40-41)
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb’inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nispette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadîd: 21)
Fakat:
“Kim Allah’a şirk koşarsa, muhakkak ki Allah ona cenneti haram kılar.” (Mâide: 72)
Çünkü cennet, bir olan Allah’a inananların yurdudur.
“Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilmiş olsalardı!” (Ankebût: 64)
Eğer insanoğlu bu dünya hayatının imtihan için verilmiş bir süre olduğunu ve insan için gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu bilselerdi, bu hazırlık ve imtihan dönemini oyun ve eğlence ile geçirmez, her dakikasını ebedi hayatları için hazırlık yaparak geçirirlerdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de birçok Hadis-i şerif’lerinde ümmetini bu hususta teşvik etmişlerdir.
Buyururlar ki:
“Cennet için kollarını sıvayıp paçasını toplayan bir kimse yok mudur?
Çünkü cennetin hiçbir suretle yok olma endişesi yoktur.
Kâbe’nin Rabb’i hakkı için, o bütünüyle ışıl ışıl ışıldayan nurdur, titreşip duran reyhandır, sağlam saray, akıp duran nehirdir, olgunlaşmış meyve, güzel ve çekici eştir, sayısı belirsiz kat kat elbiselerdir. Selâmet yurdunda sonsuz makamdır. Yüksekçe yerlerde yeşil meyve, hayır ve nimettir.”
-Yâ Resulellah! Biz kollarımızı sıvayıp, paçalarımızı topluyoruz.
“İnşaallah deyiniz!”
- İnşaallah... (İbn-i Mâce. Zühd: 39)
Enes bin Malik -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Her kim Allah’tan üç kere cennet dilerse, cennet:
‘Allah’ım! Onu cennete sok!’ diye duâ eder.
Her kim de cehennemden üç kere aman dilerse cehennem:
‘Allah’ım! Ona cehennemden aman ver!’ diye duâ eder.” (Tirmizî: 2691)
Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır. Öyle kimseler de vardır ki dinler, dinlediklerini aklında tutar, gönlüne sindirir. Ondan ders ve ibret alır, istikamet üzerinde bulunur.
Dünyada gelip geçen her hadisede birçok hikmetler olduğu gibi, bu hadiselerde, sonra gelen nesiller için birçok dersler ve ibretler vardır.
Şu halde Hakk’a gönül veren bir müslümanın bu ibretli hadiselerden ders alarak nefsini tezkiye, ruhunu tâlim ve terbiye etmeye çalışması, yolunu ve yönünü doğrultması lâzımdır.
Merhametlilerin en merhametlisi olan Rabb’imiz Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı kerim’in bir çok Âyet-i kerime’lerinde ahiret gününün çetin azabından kullarını korumak ve sakındırmak için öğütlerde ve uyarılarda bulunmakta; Rabb’lerinin huzuruna çıkarılıp yaptıklarının hesabını verecekleri günün uzak olmadığı söylenerek insanlar uyarılmaktadır:
“Elif. Lâm. Mîm. Sâd. Resul’üm! Bu, sana indirilen bir Kitap’tır. Bu hususta göğsünde bir sıkıntı olmasın. Onunla (insanları) uyarman ve inananlara öğüt vermen için (indirildi).” (A’râf: 1-2)
Çünkü ondan faydalanacak olanlar müminlerdir. Müminler Kur’an-ı kerim’i ellerinde ve gönüllerinde tutarlar. Onun iznine ve yasağına göre hayatlarına yön verirler.
Kıt akıllı, kısır düşünceli kişiler yalan yanlış fikirlerinde ısrar edip dururlar, âlemlerin Rabb’inin Kitab-ı kerim’ini nazar-ı itibara almazlar.
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun.
Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)
“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!” (Tahrîm: 6)
Ateşin taşla tutuşturulması, hararetinin fazlalığındandır.
“Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının! O ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bakara: 24)
Yakıt, cehennemin yanmasını devam ettirmek için atılan şeylerdir.
“İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler.” (Enbiyâ: 1)
Gaflet; hatırlanması gereken şeyin insanın aklından çıkması, onu hatırlamaması demektir. Yapması gereken şeyi ihmal ederek yapmayan kimseye “Gafil” denir.
Nefsin arzularına, şeytanın adımlarına uymuş, zevk ve safaya, oyun ve eğlenceye dalmış, gerçek hayatın bu dünya hayatı olduğunu zannetmiş, böylece ömrünü tüketiyor, gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilmiyor, ahiret tedarikinin çaresine bakmıyor.
“Rabb’in yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Hûd: 123)
İnananları sonsuz lütuflara nâil ettiği gibi, yoldan çıkanları da ebedî felâketlere uğratır.
Allah-u Teâlâ o gün için hazırlık yapılmasını emreder ve şöyle buyurur:
“Allah katından geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmezden önce, Rabb’inizin dâvetine icabet edin. O gün hiç biriniz sığınacak yer bulamaz, inkâr da edemezsiniz.” (Şûrâ: 47)
O günde Allah-u Teâlâ’nın himayesinden başka sığınacak bir yer yoktur. Müstehak olanlardan hiç kimsenin azabı kaldırmaya gücü yetmeyecektir.
“Siz farkında değilken ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabb’inizden size indirilenin en güzeline uyun!” (Zümer: 55)
O mübarek Kitab-ı kerim’de beyan edilen emir ve yasakları gözetmek hususunda dikkatli olun. Azabın ne zaman geleceği belli olmadığı için, tedbir alıp hazırlık yapın.
“Allah’tan korkanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (A’râf: 169)
Onlar akıllarını kullanıp düşünselerdi, fâni olanı bâki olana tercih etmezler, azaba götürücü âdi şeyler karşısında ebedî saâdetlerini fedâ etmezlerdi. Bu geçici hayatın zevklerini ancak Allah’tan korkmayanlar tercih ederler.
“Kitab’a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz.” (A’râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ’nın üzerinedir.
Allah-u Teâlâ kullarına öğüt vererek dünya hayatının gün gelip sona ereceğini, daha sonra ahiret hayatının başlayacağını, kendisine dönüleceğini, insanların hesaptan geçirileceklerini hatırlatmakta ve azabından sakındırmaktadır:
“Öyle bir günden korkun ki, o günde hepiniz Allah’a döndürülürsünüz. Sonra herkese kazandıkları noksansız verilir ve hiç kimse haksızlığa uğratılmaz.” (Bakara: 281)
Çünkü kendi kazançları ne ise onu almış olacaklar.
“Öyle bir günden korkun ki, o günde kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez.” (Bakara: 123)
Allah-u Teâlâ’nın azabını onlardan hiç kimse uzaklaştıramaz ve ilâhi azaba karşı kimse onları kurtaramaz. Ne zorla kurtarılabilir, ne de kolaylıkla.
“Sen o (Kur’an’la) öğüt ver ki, kişi kazandığı amel sebebiyle helâke uğramasın. O kimse için Allah’tan başka ne bir dost, ne de şefaatçı vardır.” (En’âm: 70)
Allah-u Teâlâ’dan dilekte bulunarak hiçbir kimse ona şefaatçı olamayacaktır.
“O gün kimseye şefaat fayda vermez, onlar hiç kimseden yardım da göremezler.” (Bakara: 123)
Aracılar yok olmuş, kişi yaptıkları ile başbaşa kalmış. Herkes kendisini kurtarmaya çalışıyor. O gün toplulukların birbirleriyle yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri de kaldırılmıştır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kimsenin kimseye bir şey ödeyemeyeceği, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korkun!” (Bakara: 48)
İnkârda ısrar edenler için, onları Allah’ın azabından koruyacak ve kurtaracak hiçbir kimse yoktur.
“Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenemez.” (Fâtır: 18)
O gün iman ve amel-i sâlih sahibi olmayana hiçbir şefaat kâr etmez.
“O gün ki, ne mallar fayda verir ne de oğullar.. Meğer ki Allah’a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuarâ: 88-89)
Demek oluyor ki, o gün insanın başına gelecek felâketlerden korunmak mümkündür. Fakat geldikten sonra ahirette değil, gelmeden önce dünyadayken korunmak mümkündür.
•
Dinden mahrum olanları; ne biriktirmek için birbirlerine düştükleri malları, ne de sevgileri uğrunda kendilerini tükettikleri çocukları, Allah-u Teâlâ’nın ahirette vereceği azaba karşı hiçbir şekilde koruyamayacaktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnkâr edenlerin malları ve evlâtları Allah nezdinde kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramayacaklardır.
İşte onlar cehennemliktirler, orada ebedi kalacaklardır.” (Âl-i imrân: 116)
Rızâ-i Bârî için değil de, gururlanmak, öğünmek ve ün kazanmak gibi dünyevî gayelerle harcadıkları malların hepsi de boşa gitmiştir. Ahirette bir menfaat temin edemezler.
Hatta bunlardan öyleleri vardır ki, malını Allah yolundan çevirmek için sarfeder.
Onların cehennemden kurtulmaları veya azaplarının hafifletilmesi diye bir şey düşünülemez.
Kavurucu rüzgâr henüz yeşermekte olan veya hasat mevsimi gelen ekinleri nasıl tahrip ediyorsa; onların dünya hayatında sarfettikleri mallar da, kendilerine bir menfaat vermek şöyle dursun, ebedi hayatlarının mahvına sebep olur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların, bu dünya hayatında harcadıkları şeyler; kendilerine zulmeden bir topluluğun, ekinlerini vurup da onu mahveden kavurucu bir rüzgâra benzer.
Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.” (Âl-i imrân: 117)
Onlar azabı gerektirecek suçu işlemekle kendilerine zulmettiler.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde bu gibi kimselerin ahiretteki durumlarından haber vermektedir:
“Onlar orada: ‘Ey Rabb’imiz! Bizi çıkar, yaptıklarımızdan daha hayırlı, iyi işler yapalım!’ diye bağrışırlar. O zaman onlara şöyle deriz: ‘Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. (Fakat inanmadınız.) Artık azabı tadınız! Zâlimlerin yardımcısı yoktur.’” (Fâtır: 37)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmış ve:
“Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!” buyurmuştur. (Fâtır: 5)
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikati unutup dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.
Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür. Aranızda öğünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olmak isteğinden ibarettir.
Bu, tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği şeyler ekicilerin hoşuna gider.
Sonra o bitki kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.
İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.
Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd: 20)
Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.
Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de meyilleri ve gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister.” (Enfâl: 67)
Bu dünya hayatı, çocukların, oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir.” (A’lâ: 16-17)
“Doğrusu onlar çabuk geçeni (dünyayı) seviyorlar da, önlerindeki o çetin günü (ahireti) bırakıyorlar.” (İnsan: 27)
İnsan dünyada yüz yıl da yaşasa, dünyanın bütün varlığı ahirete nispetle bir lokma bile değildir. Çünkü sonu olan şeyin, sonu olmayan şeye mukayesesi bile yapılamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Hayır, hayır! Siz çarçabuk geçen dünyayı seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyâmet: 20-21)
O âlemdeki mükâfat ve mücâzâtı hiç düşünmüyorsunuz.
“Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız!” (Necm: 61)
Dünya, ahireti kazanmak için bir vasıtadır, gaye değildir. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve ahireti unutturmaması gerekir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığını gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler.
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır. Ahiret yurdu ise Allah’tan korkanlar için elbette daha hayırlıdır.
Düşünmüyor musunuz?” (En’âm: 32)
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Âyet-i kerime’de:
“Dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir.” buyuruluyor. (Âl-i imrân: 185)
Dünya lezzetlerinin mubahlarının suali, haramlarının ise cezası vardır. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünyanın helâli hesap, haramı ise azaptır.” buyurmuşlardır. (Beyhakî)
Onun için aldanmaya gelmez.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)
Âyet-i kerime’de:
“Onlar dünya hayatını ahirete tercih ettiler.” buyuruluyor. (Nahl: 107)
Dünyaya rağbet eden, onu sevendir. Dünyalık edinmek ve sürekli olarak daha fazlasını istemek, dünyaya rağbet etmenin alâmetidir.
Kâfirler ahirete varınca dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu ancak anlayabilecekler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına râzı olup, onunla tatmin onlanlar var ya!
İşte onların kazandıklarına karşılık varacakları yer ateştir!” (Yunus: 7-8)
“Onlar dünya hayatı ile şımardılar.
Oysa âhiretin yanında dünya hayatı sadece bir geçimlikten ibarettir.” (Ra’d: 26)
Kâfirler dünyada muvakkat bir zaman için bir servete, bir mevkiye nail olabilirler, yaşadıkları müddetçe bu imkânlardan istifade edebilirler. Fakat bu sadece geçici bir faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar dünyada biraz geçinir, sonra bize dönerler. Sonra da inkârlarından dolayı onlara şiddetli azap tattırırız.” (Yunus: 70)
Başı olanın mutlaka sonu da olacaktır. Dünyaya gelen mutlaka ölecektir. Bu, hayatın değişmez kanunudur.
Âyet-i kerime’de:
“Her insan ölümü tadacaktır.” buyuruluyor. (Âl-i imrân: 185)
Ölüm, dünya hayatı ile âhiret hayatının dengesi ve hikmetinin anlaşılması için son derece lüzumlu bir hadisedir. Önce hayatın değerini ortaya koyar, sonra da âhiret hayatının lüzumunu belirler.
O halde fâni dünya hayatı ile bâki âhiret hayatının birbirini tamamladığını, biri olmayınca diğerinin mânâsız kalacağını bilen ve inanan kimseler, ölümü bu hayatın ayrılmaz bir parçası olarak görürler ve ona hazırlıkla meşgul olurlar.
Allah-u Teâlâ kudretini ve varlığını delil getirerek, kulları üzerinde yegane tasarruf sahibi olan yaratıcılığını misal vererek şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölü iken sizi O diriltti. Sonra sizi öldürecek, ondan sonra da tekrar diriltecektir.
Tekrar O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara: 28)
Daha önce hayattan mahrum birer zerreden, birer nutfeden ibaret iken, daha sonra onlara hayat verdi ve idrak sahibi yaptı. Mukadder vakti gelince bu dünya hayatından mahrum bırakacak, kıyamet gününde tekrar hayat verecek.
Şüphesiz ki ölümden kaçış ve kurtuluş yoktur. Gerek kendi vatanlarında ikamet etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden kurtaramayacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nerede olursanız olun, sarp ve sağlam kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşır.” (Nisâ: 78)
Herkes mutlaka ölecek, ölümden insanı hiçbir şey kurtaramayacaktır. Herkes için kesin bir ecel ve belirlenmiş bir âkıbet vardır.
“Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût: 57)
Kim O’na itaat üzere idiyse, onu en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Müstehak olanlara da cezalarını verir.
Bize Allah gerek. Yarın kabirdeyiz, hiç kimseden fayda gelmeyecek. Bir daha da geri gelmeyeceğiz.
Enes bin Malik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet hoşa gitmeyen şeylerle sarılmış, cehennem de şehvetlerle sarılmıştır.” (Müslim: 2822)
Buradaki hoşa gitmeyen şeylerden maksat, yapması nefse ağır gelen şeylerdir. İbadetlere devam, onların güçlüklerine katlanmak, öfkeyi yenerek affetmek, sadaka vermek, kötülük yapana iyilikte bulunmak, nefsin arzularına sabırla karşı gelmek gibi şeyler buna dahildir.
Şehvetlerden maksat ise; fuhuş, içki, kumar, fâiz, israf, yalan, dedikodu, gıybet gibi haram olan şeyleri yapmaktır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ cenneti yarattığı zaman Cebrail Aleyhisselâm’a ‘Git ona bir bak!’ buyurdu. O da gidip cennete baktı ve ‘Ey Rabbim! İzzetine yemin olsun ki, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek.’ dedi.
Allah-u Teâlâ cennetin etrafını mekruhlarla (nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle) çevirdi. Sonra ‘Hele git ona bir bak!’ buyurdu. Cebrail Aleyhisselâm gidip ona bir baktı ve ‘Korkarım ona hiç kimse girmeyecek.’ dedi.
Cehennemi yaratınca Cebrail Aleyhisselâm’a ‘Git bir de şuna bak!’ buyurdu. O da gidip ona baktı ve ‘İzzetine yemin olsun ki, işitenlerden kimse ona girmeyecektir.’ dedi.
Allah-u Teâlâ da onun etrafını şehvetlerle (nefsin hoşuna giden şeylerle) kuşattı. Sonra ‘Git ona bir kere daha bak!’ buyurdu. O da gidip ona baktı. Döndüğü zaman ‘İzzetine yemin ederim ki, tek kişi kalmayıp herkesin ona gireceğinden korkuyorum.’ dedi.” (Ebu Dâvud-Tirmizî)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cenneti kazanmanın ve cehennemden kaçınmanın yollarını en veciz bir şekilde açıklamakta ve bu en mühim meselede müminleri uyarmaktadır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“İyiler nimet içindedirler, kötüler de cehennemdedirler.” (İnfitâr: 13-14)
“Kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler, işte bunlar cehennemliktirler.
Onlar orada ebedi kalacaklardır.” (Bakara: 81)
Bunlar o âleme günahlara batmış, şehvetlere dalmış, kötülüklere bulanmış olarak ve temiz hiçbir yanları kalmamış olarak gitmişlerdi. Cehennem onların yakasını bırakmayacaktır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kâfir bir kimse Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilmiş olsaydı, bir tek kimse cennetinden ümit kesmezdi.
Mümin de Allah’ın azap ve ikabının miktarını bilmiş olsaydı, hiçbir kimse cehennemden emin olmazdı.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2031)
İnanmayanların dünyadaki geçim süreleri çok azdır. Onun dünyadan faydalanması dünya ile sınırlı kalır, ahiret azabından kurtulmasına ise imkân bulunmaz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onları az bir süre geçindiririz, sonra kendilerini ağır bir azaba sürükleriz.” (Lokman: 24)
“İnkâr edeni de az bir süre geçindirir, sonra onu ateşin azabına (girmeye) zorlarım.
Orası ne kötü varılacak yerdir.” (Bakara: 126)
Allah-u Teâlâ kâfirlere de yaşadıkları sürece nimetlerini esirgemeyeceğini, fakat ölümlerinden sonra rahmetini artık onlardan keseceğini ve küfürlerinin cezası olarak onları çok kötü bir yer olan cehenneme icbar edeceğini beyan buyurmaktadır. Onların faydalanması dünya ile sınırlı kalır, ahiret azabından kurtulmalarına imkân bulunmaz.
Onlara verilen rızık bolluğu azaplarının daha da artmasına sebep olacaktır. Çünkü onlar o kadar bol nimetlere nâil oldukları halde, o nimetleri ihsan buyuran Allah-u Teâlâ’ya iman etmediler. Yaratıcı’yı tanımadılar. Dolayısıyle ilâhî azaba müstehak oldular.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer bütün insanlar (küfre meyledip) tek bir ümmet olma durumuna düşmeyecek olsaydı, Rahman olan Allah’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine yaslanacakları koltukları gümüşten yapar ve onları altın ziynetlere boğardık.
Bütün bunların hepsi sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabb’inin katında, O’nun azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (Zuhruf: 33-34-35)
Allah katında dünya malının hiçbir değeri yoktur. Altın ve gümüşün kıymet olarak bilinmesi insanlara göredir. O’nun katında değersiz olduğu içindir ki, peygamberlerini dünya hayatında bunlardan mahrum bırakmıştır.
Nitekim Hadis-i şerif’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Altın ve gümüş kaplardan su içmeyin, altın ve gümüş kaplardan yemek yemeyin. Şüphesiz ki bunlar dünyada onların, ahirette ise bizimdir.” (Buhârî-Müslim)
“Eğer dünya Allah katında sivrisineğin kanadına muâdil olsaydı, hiçbir kâfire dünyadan bir içim su vermezdi.” (Tirmizî)
Allah-u Teâlâ’dan ve O’nun yüce dininden yüz çevirip küfre kayan, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarıldıkça sarılan kimseler devâsız, şifâsız bir hastalığa yakalanmışlardır.
İstidatlarını Hakk’tan yana olmak yönünde kullanmadıkları içindir ki, Allah-u Teâlâ bir istidraç olarak onlara bir çok servetler verir, şehvet nimetlerini gözlerine süslü gösterir. Kalplerini bu denli dünyanın sevgisi kuşatır. Uğrunda ölecek gibi dünyaya gönül bağlarlar. Dünya malının üstünde hiçbir haz ve nasip tasavvur edemezler. Öyle bir fitneye düşerler ki, bu pek süslü gördükleri varlıklarla övünüp dururlar, ahireti de büsbütün unuturlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İnkâr edip kâfir olanlara dünya hayatı süslü gösterildi.
Bu yüzden onlar inananlarla alay ederler. Oysa ki Allah’tan korkup karşı gelmekten sakınanlar, kıyamet gününde onların üstünde olacaklardır.
Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” (Bakara: 212)
Müminler ise Allah’a inandıkları, yolunda bulundukları, ilâhî bir lütuf olarak dünyanın mahiyetini kavradıkları, iyiyi-kötüyü, haramı-helâli seçtikleri için; O’na döndükleri gün hem bol kazanca kavuşacaklar, hem de yüksek derecelerde olacaklardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Rabb’inizden mağfiret dileyiniz ve O’na tevbe ediniz ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin.” (Hûd: 3)
Allah-u Teâlâ kullarının dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşmaları için kitaplar salmış, peygamberler göndermiş, onları hidayete dâvet etmiştir. Bu dâvete icabet edenler ebedi saadete ermişler, kaçınanlar ebedî felâkete maruz kalmışlardır.
İlâhî dâvete icabet etmemenin cezâsı olarak cehennem onları alabildiğine kendisine dâvet edecektir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“(Cehennem) yüz çevirip geri döneni, mal toplayıp yığan kimseyi (kendine) çağırır.” (Meâric: 17-18)
Helâl yollardan mal toplamak, servet elde etmek her ne kadar meşru ise de; cimrilik yaparak servetinin zekâtını vermemek, ömrünü mal toplamakla geçirip ibadet vazifelerini ihmal etmek, onu biriktirmeye düşkün olup hayır hasenat yollarında harcamamak, nâil olunan nimetlerin şükrünü yerine getirmemek... cehennemin dâvetine sebep olabilir.
•
O gün herkes kendi derdiyle meşgul olmaya mecbur olur, herkes kendisini azaptan kurtarmak için çırpınır. Mesuliyetten, azaptan canını kurtarabilmek için mazeretler ileri sürer, başkalarını düşünmez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün herkes kendi canını kurtarmak için çabalar.” (Nahl: 111)
Çünkü o gün sorgulama ve yargılama günü, ceza ve mükâfat günüdür.
“Herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir ve onlar aslâ haksızlığa uğratılmazlar.” (Nahl: 111)
İyiliklerin sevabı eksiltilmeyecek, kötülüklerin karşılığı artırılmayacak, hiç kimse zerre kadar haksızlığa uğratılmayacaktır. O gün herkese ancak yaptığı ile kazandığı fayda verir.
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer, iyilik ve kötülük yollarını göstermiş, kullarına da iyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Âyet-i kerime’de:
“Biz ona iki de yol gösterdik.” buyuruyor. (Beled: 10)
Hidayet Allah-u Teâlâ’nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir. Hidayetin zıddı dalâlettir. Dalâlet doğru yoldan sapmaktır. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi imansızlıktır.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu şeçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fitrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz’î iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber’e muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yolda bırakırız.
Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir durak yeridir orası!” (Nisâ: 115)
“Onların ahirette hiçbir nasibi yoktur.” (Âl-i imrân: 77)
Bir imtihan sahnesi olan dünyada insanları kendi serbest iradeleriyle başbaşa bırakmış, iradelerini küfre sarfeden insan ve cinlerle cehennemi dolduracağını vâdetmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Fakat ‘Andolsun ki cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağım.’ diye benden kesin söz çıkmıştır.” (Secde: 13)
Bu beyan-ı ilâhîden cinlerin de insanlar gibi ilâhi tekliflerle mükellef oldukları anlaşılıyor. O bakımdan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için “Resulüs-sekaleyn” denilmiştir. Bu ise onun insanlarla cinlerin, dünya ile âhiretin peygamberi olduğunu ifade eder.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şeytanı ve onun şaşırtıp yoldan çıkardıklarını cehenneme koyacağını vâdetmiş;
“Andolsun ki cinlerden ve insanlardan pek çoğunu cehennem için yarattık.” buyurmuştur. (A’râf: 179)
Şu kadar var ki bunlar cebren ve kendi yaptıkları ve sebep oldukları şeyler dikkate alınmadan cehennemlik olmuş değildirler. Allah-u Teâlâ onları “Ahsen-i takvim” olarak yaratmış, kalp, akıl, göz ve kulak vermiş iken; onlar kendilerine verilmiş olan fıtrî kuvvet ve kabiliyetleri Hakk’ı bâtıldan ayırdetmek için kullanmamışlar, bunun tabii neticesi olarak da “Esfel-i sâfilin”e düşmüşler, kendilerini cehenneme yakıt yapmışlar.
Allah-u Teâlâ ezelî ilmi ile biliyordu ki, bunlar ileride taahhütlerini yerine getirmeyecekler, kulluk vazifelerini yapmayacaklar, fıtratlarındaki marifeti ve diğer güçleri Hakk yolunda kullanmayacaklar, hevâ ve heveslerine uyacaklar. İşte o zaman Allah-u Teâlâ onların kalplerini mühürleyecek ve artık onlar cehennemlik olacaklar.
Bu ise Allah-u Teâlâ’nın onları doğrudan doğruya cehenneme zorlaması değil, cennete zorlamasıdır.
Bir de şu var ki, bu nokta sırf O’nun iradesine bağlıdır. O’nun iradesine hiç kimse müdahale edemez. O ne mecburdur, ne de sorumludur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah yaptığından sorumlu değildir, onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (Enbiyâ: 23)
Allah-u Teâlâ insanları imtihan sahnesi olan bu dünyaya göndermiş, hayırlı olan ve olmayan işleri yapmalarında onları serbest bırakmıştır. Şu kadar var ki herkes kendine karşı yaptıklarından sorumludur.
“Herkes kazandığına karşılık bir rehindir.” (Müddessir: 38)
Ahirette herkes kendi kazancına göre karşılık görür. Borca bağlı rehin gibi, günahkâr olan kimse de günahına bağlı kalır. Bir borçlu borcunu ödeyerek verdiği rehini kurtaracağı gibi, Allah-u Teâlâ’ya olan borçlarını ödeyip O’nun hoşnutluğunu kazananlar da o sayede bağlarını çözmüş, kendilerini azabın pençesinden kurtarmış, cennet ve Cemâlullah’a kavuşmuş olurlar.
Şerli işler yapanlar rehine olarak kalmakta devam ederler. Üzerlerindeki borçları ve cezaları ödemedikçe bırakılmazlar. Gadabını kazananlar ise rehine olmakta devam eder. Cezasını da tam olarak çeker.
“Ancak defterleri sağdan verilenler böyle değildir.” (Müddessir: 39)
Amel defteri sağ eline verilenler artık rehin değildirler. İmanları ve Rabb’lerine itaatları sayesinde bağları çözülür ve azaptan kurtulurlar.
“Onlar cennetlerdedirler.” (Müddessir: 40)
Müminlerden her biri o cennetlerden birisine girme mutluluğuna ermiş olur.
Allah-u Teâlâ insanları kıyamet günü ile uyarıp, babanın oğluna, oğulun babasına hiçbir şey ödeyemeyeceği kıyamet gününden korkmalarını ve sakınmalarını, insanları yoldan çıkarmaya yemin eden şeytana aldanmamalarını Âyet-i kerime’sinde emir buyuruyor:
“Ey insanlar! Rabb’inize karşı gelmekten sakının. Babanın oğluna, oğulun babaya hiçbir şey ödeyemeyeceği günden çekinin.
Allah’ın vaadi şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın, aldatıcı şeytan Allah’ın affına güvendirerek sizi yoldan çıkarmasın.” (Lokman: 33)
Şeytan insanlara vaadde bulunur ve onlara ümit verir. Oysa şeytanın vaadi aldatmaktan başka bir şey değildir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise, daha hayatta iken malı ile bedeni ile ibadet ve taatte bulunarak geleceklerini teminat altına almaları için çalışmalarını tavsiye buyurmaktadır:
“Resul’üm! İnanan kullarıma söyle: Namazı kılsınlar, alış-veriş ve dostluğun olmayacağı gün gelmezden önce kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak etsinler.” (İbrahim: 31)
O gün herkes kendi derdini düşünür, nefsani bir meyil ile birbirinin imdadına koşamazlar.
“O gün dostun dosta hiç bir faydası olmaz. Kendilerine yardım da edilmez.” (Duhan: 41)
Orada hiçbir dostluğun, dostun yoktur. Azabı hak eden kimse, bir dostun dostluğu ile bağışlanmayacaktır.
Birinin günahını diğeri yüklenip yükünü azaltmadığı gibi, birisi diğerinin cezası ile azap görmez.
Herkes kendi halini düşünmeye başlar. Evlât atasına fayda veremediği gibi, o da evlâdına hiçbir yardımda bulunamaz. Sımsıcak dostluklar hep gerilerde kalmış, hiçbir fayda sağlamaz olmuştur.
Şu kadar var ki, sırf Allah için kurulan dostluklar ahirette de devam eder.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Dostlar o gün birbirine düşmandır, takvâ sahipleri müstesna!” (Zuhruf: 67)
Takvâ sahipleri dünyada birbirleriyle candan dost oldukları gibi, orada da en samimi dostturlar.
“Ancak Allah’ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir.
Şüphesiz ki O Aziz’dir, çok merhametlidir.” (Duhan: 42)
Böyle zatlar yardıma nâil olurlar, diğer müminlere de yardım ve şefaat edebilirler.
Müminlerin birbirlerine şefaat edebileceklerine dair Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Sâlihlerden bir çok dostlar edininiz. Zira sâlihlerden her fert kıyamet gününde şefaat etmek için izinlidir.” (Câmiu’s-sağîr)
Şu halde birbirlerinden yardım göremeyecek olanlar kâfirlerdir, müminler değil.
Hayırlı bir dosttan mahrum kalanlar, Âyet-i kerime’ye göre ahirette bunun hasretini hayıflanarak şöyle dile getirecekler:
“Şimdi artık bizim ne şefaatçimiz var, ne de sıcak bir dostumuz.” (Şuarâ: 100-101)
Allah-u Teâlâ’nın müminlerle kâfirlerin arasında hükmünü vereceği o çok zor günde herkes kendi nefsini düşünür, kendi derdiyle uğraşır, meşgalesi başından aşar, kendisine bir zarar dokunmasın diye, tanıdığı bir kimseyi görmekten sıkıldığı kadar hiçbir şeyden sıkılmaz. Çünkü yaptığı bir haksızlık sebebiyle kendi evlât ve ıyâlinin bile peşine düşeceklerinden kaçınır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kişi o gün kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından kaçar.
O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır.” (Abese: 34-35-36-37)
Sadece kendisinin nasıl kurtulabileceğini düşünür. Tek düşündüğü şey kendi canının kurtulmasıdır.
“Kıyamet gününde yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler.
O gün Allah onlarla aranızı ayırır.
Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Mümtehine: 3)
Bu kaçmak istediği kimselerle dünyada iken çeşitli bağlarla bağlı idi. Onlardan ayrılmayı ve kaçmayı aslâ düşünmezdi. Fakat karşılaştığı dehşet ve gürültü pek büyük olduğu için, bütün bu bağları koparıp atmaktadır.
O huzurda hiç kimse: “Bu benim oğlumdur, kızımdır, babamdır, annemdir! Benim yüzümden günah işlemiştir!.. Onun yerine bana ceza verin!.” gibi sözler söylemeye cesaret edemez. Halbuki bu dünyada bir babanın ve annenin evlâdına karşı şefkatinin ne derece olduğu malumdur. Orada ise evlâdının üzerinden çok az bir şeyi dahi ceza olarak kendi üzerine alamayacağı, kendi derdine derman bulamayanın, başkasının derdine derman bulamayacağı da şüphesizdir.
Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Orada birbirleriyle çekişerek şöyle derler:
Vallahi biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz. Çünkü biz sizi âlemlerin Rabb’i ile bir seviyede tutuyorduk. Bizi ancak o günahkârlar saptırdı.
Şimdi artık bizim ne şefaatçimiz var, ne de sıcak bir dostumuz.
Ah keşke (dünyaya) bir kere daha dönebilsek de inananlardan olsak!” (Şuarâ: 96-97-98-99-100-101-102)
Allah-u Teâlâ’nın âhiret âleminde cereyan edecek olan bu gibi hadiseleri Kuran-ı kerim’inde ayniyle beyan buyurması vicdanlarda derin izler bırakmaktadır. Bu acı sahneler bütün çıplaklığı ile gözler önüne serilmektedir.
Âyet-i kerime’lerin devamında şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki bunda bir ibret var, fakat yine çokları inanmazlar.” (Şuarâ: 103)
“Rabb’in ise şüphesiz ki Aziz’dir, engin merhamet sahibidir.” (Şuarâ: 104)
Kâfirleri cehennemde azaplandırması izzetinin, müminleri cennete koyması da merhametinin tecellisidir.
Düşmanlarından intikamını alır, dostlarını ihsan ve ikramlarına garkeder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde o günü, inkar edenlerin o gündeki hallerinin ne kadar feci olacağını haber vermektedir:
“Hiçbir dost diğer bir dostunu soramaz. Yalnız birbirine gösterilirler.” (Meâric: 10-11)
Onlar birbirini tanırlar, sonra en sıcak dostlar, en şefkatli yakınlar bile birbirinden nefret ederler, birbirlerinin hallerini soracak durumda bulunamazlar.
Korkunç dehşet, başta nesep bağı olmak üzere bütün bağlılıkları kesip atar. Kendilerini her şeyden alıkoyan bir şeyle meşgul olurlar.
Başlarına gelecek azaptan kendilerini kurtarabilmek için insanlar arasında en çok değer verdikleri, en sevimli ve en kıymetli kimseleri fidye olarak vermeyi candan arzulayacaklardır. Sonra ellerinden gelse yeryüzündeki bütün insanları fidye olarak vermek isteyeceklerdir.
“Suçlu kişi o günün azabından kurtulmak için;
Oğullarını,
Karısını,
Kardeşini,
Kendisini barındırmış olan sülâlesini,
Yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister.
Fakat ne mümkün!” (Meâric: 11-12-13-14-15)
Zira her şey zamanında olacaktı. Zamanı geçtikten sonra kurtuluş çaresi aramanın hiç faydası yoktur.
•
İlâhî dâvete icabet edenlerle etmeyenlerin, inananlarla inanmayanların, aklını kullananlarla akıllı geçinenlerin âkıbetlerini beyan etmek üzere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Rabb’lerinin davetine uyanlara en güzel karşılık vardır.
O’nun dâvetine uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde bulunan her şey ve bir o kadarı daha onların olsa, azaptan kurtulmak için hepsini fedâ ederlerdi.” (Ra’d: 18)
Allah-u Teâlâ’nın azabı o kadar çetindir!
“Eğer yeryüzünde bulunanların hepsi ve bir o kadarı daha o zâlimlerin olsaydı, kıyamet günü o kötü azaptan kurtulmak için hepsini feda ederlerdi.” (Zümer: 47)
Fakat ne mümkün? Hangi sebebe sarılsalar elleri boş çıkacak, azabı başlarından savamayacaklar. Zira teklif dönemi bitmiş, çare arama zamanı geçmiş, hesap görme dönemi başlamıştır. Artık ne tevbenin, ne pişmanlığın, ne de teslimiyet göstermenin bir manası vardır. Onların zamanı ve mekânı dünya idi, ahiret değil.
“O inkâr edenler var ya, eğer yeryüzünde bulunan her şey ve bunların bir o kadarı daha onların olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için fedâ etseler yine kendilerinden kabul edilmez.
Onlar için pek acıklı bir azap vardır.” (Mâide: 36)
Seve seve vermek isterler, feda etmekten çekinmezler, lâkin ricaları kabul edilmez, arzularına kavuşamazlar, azaptan kurtulamazlar.
Bir insan her şeyden önce kendi canını düşünür, en kıymetli olarak onu görür. Nice insanlar vardır, sağlığına kavuşabilmek için bütün servetini harcamak ister. Ahirette de bu böyle olacak, herkes kendini kurtarmanın yollarını arayacak. Buradan şu anlaşılıyor ki, bütün dünya ve içindekilerle beraber bir misli dahi, ahiret azabının bir zerresine bile denk olamaz.
Bu son derece şiddetli bir tehdittir.
Onlar doğru yolda olduklarına, yaptıklarının iyi olduğuna inanırken; yollarının ne kadar bâtıl olduğunu, doğru bildikleri şeylerin ne kadar yanlış olduğunu anlayacaklardır.
Âyet-i kerime’de:
“O gün Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler karşılarına çıkacaktır.” buyuruluyor. (Zümer: 47)
Ve bu yüzden çeşit çeşit azaplara maruz kalırlar. Kendilerinin doğru yolda olduklarını zannettikleri için Allah-u Teâlâ’dan taltif beklerken, azapla karşılaşmaları üzüntülerini daha çok artırır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yaptıkları işlerin kötülükleri o gün karşılarına çıkacak ve alaya aldıkları azap onları kuşatacaktır.” (Zümer: 48)
Öyle bir kuşatışla kuşatacak ki, inkârın ne demek olduğunu o zaman görecekler, o zaman anlayacaklar!
“Onların varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir yataktır.” (Ra’d: 18)
Büyük küçük, gizli ve aşikar her ne işlemişse hepsinden birer birer mesul olacaklar ve onların mekânları cehennemdir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan alınmaz. Onlar kendi kazandıkları yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir.” (En’âm: 70)
Onlar ahirette cehennem ateşinin ağuşuna teslim olunacaklardır.
“Nefsine zulmeden herkes, yeryüzünde ne varsa kendisinin olsaydı, onu fedâ etmek isterdi. Azabı gördükleri zaman da pişmanlıklarını gizlemeye çalışırlar. Aralarında adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez.” (Yunus: 54)
Öyle bir felâkete uğrarlar ki, dilleri tutulur. Söz söylemeye, ağlamaya, bağırıp çağırmaya takatleri kalmaz.
“O gün mülk Allah’ındır, onların arasında hükmeder. İman edip sâlih amel işleleyenler Naîm cennetlerindedirler.” (Hacc: 56)
İki hasım zümre böylece birbirlerinden ayrılmış olur. Dünyada da cennet hayatı yaşayan mümin, orada gerçek cennete kavuşur.
“Hiç şüphesiz ki bunda ahiret azabından korkanlar için bir âyet (ibret) vardır.” (Hûd: 103)
Böyle bir kimse daha dünyada iken hayatını düzene sokar, Allah’tan korkar, kendisini cehenneme götürecek olan her türlü günahtan kaçınır, dünyasını da cennete çevirir.
“Allah’tan korkanlara, o kâfirlerin hesabından bir şey yoktur. Sadece hatırlatmak gerekir. Umulur ki korkarlar.” (En’âm: 69)
İman eder, küfrü terkederler, sapıklıktan vazgeçerler.
Yarattıklarına zulmetmekten müberrâ olan, hükmünü dilediği şekilde yürüten, azamet ve ululukta eşi olmayan, zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kıran, itaat edenleri aziz, isyan edenleri zelil kılan, bunca isyanlarına rağmen günahkâr kullarına tevbe kapısını daima açık bırakan, ceza vermekte acele etmeyen, rahmeti her şeyi kuşatan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerindeki beyanlarına devam ediyor:
“Yoksa o ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelemeyeceğinden emin mi oldular?” (A’râf: 97)
Bizim de bu kadar azmamız, Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a karşı gelmemiz herhalde iyilik getirmez. Bizim de âkıbetimizin bunlar gibi olacağını gösteriyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nice memleketler var ki biz onları helâk ettik. Azabımız onlara geceleyin veya gündüz uykularında iken geldi.” (A’râf: 4)
Kısaca, ya Lût kavmi gibi gece yarısında veya Şuayib kavmi gibi güpe gündüz işlerinin başında iken azap kendilerini bastırıverdi.
“Yahut o ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirlerken kendilerine azabımızın gelemeyeceğinden emin mi oldular?” (A’râf: 98)
Kendilerine uyanmaları için önceden bir takım musibetler ve bir takım nimetler verilmiş olduğu halde yine de durumlarını değiştirmediler. Küfür ve isyanları yüzünden böyle bir felâkete uğrayabileceklerini hiç düşünmediler.
“Allah’ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası Allah’ın tuzağından emin olmaz.” (A’râf: 99)
Allah-u Teâlâ’nın kendilerine bahşetmiş olduğu tefekkür ve ders alma kabiliyetini yitirerek nefislerine zulmetmiş kişiler ancak mekr-i ilâhiden emin olurlar. Allah-u Teâlâ’nın lütuf hidayeti ile hidayete eren kullar ise korku içindedirler.
Bu korku onları istikamet üzerinde bulundurur veya Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiyleri istikametinde yaşarlar, ahirette ise hiç korkmazlar, korktuklarından emin olurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 62)
Allah korkusu her korkuyu silmiş içinde başka korku kalmamıştır.
“Onlara bir musibet geldiğinde:
‘Biz Allah içiniz ve elbette O’na döneceğiz.’ derler.” (Bakara: 156)
Başlangıçta yok iken O’ndan geldiğimiz gibi, sonuçta yine O’na varacağız.
“İşte Rabb’lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” (Bakara: 157)
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler.” (Keşf-ül hafâ)
Bu helâk olanlar kimlerdir? Sayıları ne kadardır? Bu hususta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“(Kıyamet günü) Allah Tebareke ve Teâlâ: ‘Âdem!’ buyuracak. O da icabet ederek ‘Buyur Yâ Rabbi! Buyruğunu bekliyorum. Bahtiyarlık ve her hayır senin emir ve fermanında tecelli eder.’ diyecek.
Allah-u Teâlâ: ‘Cehenneme gidecekleri seç.’ buyuracak. Âdem Peygamber ‘Cehenneme gönderileceklerin sayıları ne kadardır?’ diye soracak. Allah-u Teâlâ: ‘Binde biri cennete, dokuz yüz doksan dokuzu cehenneme!’ diye cevap verecek.
Cenâb-ı Hakk Âdem peygambere böyle buyurduğu sırada, bunu duyan çocuklar ihtiyarlayacak, her hamile kadın çocuğunu düşürecek.
Ve o anda mahşer halkını sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1373)
Bu öyle bir duyuruş ki; bir taraftan Âdem Aleyhisselâm’a duyuruyor, bir taraftan halka duyuruyor, bir taraftan da kıyamet kopuyor. Bu öyle bir andır.
Bir zelzele olduğu zaman şaşırıyoruz. Bu ise kıyametin kopmasıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Ey insanlar! Rabb’inizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin zelzelesi cidden korkunç bir şeydir.
Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer, her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Hacc: 1-2)
“Kâfirler ne yüzlerinden ne de sırtlarından ateşi savamayacakları, kendilerine yardım da edilmeyeceği zamanı bir bilselerdi!
Doğrusu o, onlara ansızın gelecek ve onları şaşkına çevirecek.
Artık onu ne geri çevirmeye güçleri yeter, ne de kendilerine mühlet verilir.” (Enbiyâ: 39-40)
Kıyamet, insanların ecelleri gibidir. İnsanın eceli geldiğinde, bir göz açıp kapatıncaya kadar ileri veya geri alınmadığı gibi, kıyamet zamanı geldiğinde de bir saniye olsun ileri veya geri alınmaz.
“Size vâdedilen mutlaka gelecektir. Siz onun önüne geçemezsiniz.” (En’âm: 134)
İşte iman etmeyenlerin ebedi cezaları! Kıyametin gelmesini kendilerinden çeviremedikleri gibi, tevbe edip özür beyan etmeleri için kendilerine mühlet de verilmez.
İnsanın vazifesi, geleceği muhakkak olan o günü düşünerek, elde fırsat dilde ruhsat varken hayatını düzene sokmak, hâlini ıslah etmekten ibarettir. Çünkü ahirette iyiler iyiliklerinin, kötüler de kötülüklerinin karşılıklarını daha çok göreceklerdir.
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen sahibimiz gönderirken bize sormadığı gibi, alacağı zaman da soracak değil.
Farz-ı muhal ki denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş, fakat onlar tutulduğunu bilmiyorlar, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda bile değil. Halbuki biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkum. İşte insanların durumları da böyledir.
Kalanla giden arasında bir gün fark var. İşte geldik işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz yarın alttayız. Bu gün yataktayız yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de sıra bekliyoruz.
Eceli gelmeden herkes başının çaresine bakmalı ki, iş işten geçtikten sonra çare aramaya muhtaç olmasın. Zira ecel geldiğinde tehiri mümkün değildir.
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen sahibimiz gönderirken bize sormadığı gibi, alacağı zaman da soracak değil.
•
Küfür üzere ölen bir kimsenin hiçbir iyiliği, hiçbir ameli kabul edilmez. Onlar için hiçbir kurtuluş çaresi yoktur. Hiçbir şey onları Allah-u Teâlâ’nın azabından kurtaramaz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Ahirete inanmayanlara gelince, onlar için de acıklı bir azap hazırladık.” (İsrâ: 10)
Onlar iradelerini azap görmek için sarf ettiler, istekleri yerine gelmiş oldu. Kendileri etti kendileri buldu.
“İnkâr edip de kâfir olarak ölenler, dünya dolusu altını fidye vermiş olsa dahi asla hiç birinden kabul edilmeyecektir.
Elem verici azap onlaradır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.” (Âl-i imrân: 91)
Dünyada iken ellerine geçen fırsatları değerlendiremediler, küfürde ısrar ede ede küfür batağına gömüldüler, tevbe edip iman şerefiyle müşerref olamadılar ve ölüp gittiler. Bütün kapılar üzerlerine kapandı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet gününde bir kâfir getirilerek kendisine: ‘Ne dersin! Yeryüzü dolusu altının olsa, kurtuluşun için onu fidye olarak verir miydin?’ diye sorulur. Kâfir: ‘Evet verirdim.’ der.
Ona şöyle denilir:
‘Senden, bundan daha kolay olan, yani bana şirk koşmaman istenmişti de sen ona diretmiştin!’
Bundan sonra kâfirin ateşe atılması emredilir ve atılır.” (Buhârî-Müslim)
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Âyetlerim size okunurken, onları yalanlayan siz değil miydiniz?” (Müminûn: 105)
“Yıkılıp gidin içerisine!.. Benimle konuşmayın!..” (Müminûn: 108)
Nasıl ki ay, gece ve gündüz Allah-u Teâlâ’nın kudretinin büyük işaretleri ise, cehennem de Allah-u Teâlâ’nın büyük kudretinin bir nişanesidir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hayır! Aya andolsun ki!
Dönüp gitmekte olan geceye andolsun ki!
Ağarmakta olan sabaha andolsun ki!
O (Sakar) en büyük belâlardan biridir.
İnsanlık için bir uyarıcıdır.” (Müddessir: 32-36)
Allah-u Teâlâ cehennem manzaralarını, henüz insanlar dünyada iken ve o âkıbete düşmekten kendilerini korumak imkânı henüz ellerinde iken gözler önüne seriyor, kullarını intibaha davet ediyor:
“Zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu keşke bilselerdi!” (Bakara: 165)
Eğer gerçekten bilselerdi, başlarına anlatılmayacak derecede korkunç ve şiddetli bir azabın geleceğini anlarlardı.
“Ona: ‘Allah’tan kork!’ denildiği zaman, gururu kendisini günaha sürükler.
Artık ona cehennem yetişir. Ne kötü bir yataktır o!” (Bakara: 206)
Cezâ olarak öfkesinden kükreyen cehennem onun için kâfidir.
“Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” (Mümin: 60)
Kendilerini yaratan, nimetlerle donatan Rabb’lerine ibadet ve taat etmeye tenezzül etmeyen kimselerin zelil kılınmış aşağılanmış olarak cehenneme girmeleri müstehak olmuştur. Bu onlar için en âdil cezadır.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kim ki azgınlık edip haddi aşmış, dünya hayatını ahirete tercih etmişse, muhakkak ki o alevli ateş onun varacağı yerin tâ kendisidir.” (Nâziat: 37-38-39)
Ahiretteki ikâmetgâhının cehennem olacağında hiç şüphe yoktur.
“Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak ki Allah ona cenneti haram kılar. Varacağı yer ateştir.
Zâlimlerin yardımcıları yoktur.” (Mâide: 72)
Bu gibi kimseler için Allah katında ne bir dost, ne bir kurtarıcı, ne de bir yardımcı vardır.
Allah-u Teâlâ kendisinden korkmadıkları takdirde kâfirler için hazırlanmış ateşle müminleri tehdit etmektedir:
“İnkâr edenler için hazırlanmış ateşten korunun. Allah’a ve Peygamber’e itaat edin ki, size de merhamet edilsin.” (Âl-i imrân: 131-132)
Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmeleri hâlinde O’nun lütfunu umabilirler.
Allah-u Teâlâ müminlerin kendisine nasıl sığınmalarının icabettiğini Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Ey Rabb’imiz! Bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver.
Bizi cehennem azabından koru.” (Bakara: 201)
Bu duâ bütün hayırları içine almaktadır, bütün şerleri de uzaklaştırır.
Dünyadaki hasene; sıhhat, âfiyet, iyi bir mesken, itaatkâr bir eş, rızık genişliği ve daha birçok iyilikleri kapsar.
Ahiretteki hasene ise; ahiret korkularından emin olmak, hesabı kolayca vermek, Cemalullah’ı müşahede etmek gibi iyiliklerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bu dünyada güzel işler yapanlara güzellik vardır, ahiret yurdu ise onlar için daha hayırlıdır.
Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzeldir!” (Nahl: 30)
Dünya hayatında amellerini güzelleştirenlere Allah-u Teâlâ hem dünyada hem de ahirette iyilik verir. Onları istikamete yöneltir, hayat ile ölüm arasında ecel gelinceye kadar sırat-ı müstakimden ayırmaz.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında yer üzerine değnekle bir kare çizdi. Onun ortasından yana doğru bir çizgi çekti. Bu çizgiden de yukarıya, aşağıya bir kaç hat çekti ve buyurdu ki:
“Şu insandır. Şu da insanın ecelidir ki, insanı tamamen kaplamıştır. Şu ecel çizgisinden dışarıda kalan hat ise insanın gayesidir.
Dışarıya uzanan hattan aşağı ve yukarı çıkan hatlar ise insanın başına gelecek âfetler ve musibetlerdir. İnsan bunun birini geçerse bir başkası gelir. Onu da geçerse bir başkası.
Onu da geçerse ecel gelip çatar.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2164)
İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi zaman nimetlerle, kimi zaman darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi zaman sıhhatle imtihandan geçmektedirler.
Allah-u Teâlâ insanlara mal ve can vermiş, insanları bunlarla imtihan etmektedir. Bu imtihan ecel gelinceye kadar devam eder.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız.” (Âl-i imran: 186)
Âkıbetinin ölüm, bekleyeceği yerin kabir, ebedi kalacağı yerin cennet veya cehennemden biri olduğunu bilen bir kimse için, ölümü hatırda tutmaktan daha mühim, ölüm için hazırlık yapmaktan daha üstün bir tedbir olamaz.
Bunu yapanlar akıllı kişilerdir. Akıl insana her şeyden önce bunun için gereklidir.
Ölümü daima göz önünde bulunduran bir kimse ölüm için hazırlık yapar, azık toplamakla meşgul olur, öldüğü zaman da kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman: ‘Biz Allah içiniz ve biz O’na döneceğiz.’ derler.” (Bakara: 156)
Bu bir teslimiyettir ve Hakk’a boyun eğmektir. Bunu yalnız dil ile değil bütün kalıbı ile söyler. Bu ise sabrın en ileri noktasıdır, rızâ ise bundan daha üstündür.
Böylece O’ndan çıkacak hükm-ü ilâhiyi peşin olarak kabul ettikleri gibi, vakti gelirse O’na döneceklerini de belirtmiş oluyorlar.
Onların bu samimi itirafları ve ihlâsla yönelmeleri neticesinde Allah-u Teâlâ onlara iltifatta bulunmaktadır:
“İşte Rabb’lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” (Bakara: 157)
Dinin esası işte budur. Allah-u Teâlâ bu kimselerin hidayete erdirildiklerine, doğru yolda olduklarına şehadet etmektedir.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de buyururlar ki:
“Cebrail Aleyhisselâm’ı gördüm. Kâbe-i muazzama’nın bir örtüsüne yapışmış paçavra şeklinde idi.”
Cebrâil Aleyhisselâm ki, mukarreb meleklerdendir ve meleklerin peygamberidir.
O ki bu kadar ürktü! Ey insanlar, siz korkmaz mısınız?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Rabb’inin dosdoğru yolu işte budur. Biz öğüt alacak bir topluluk için âyetleri uzun uzadıya açıkladık.” (En’âm: 126)
Buna göre hareket edenler ebedî saâdete kavuşurlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Mümin iki korku arasındadır. Birisi geçmiş ömrü hakkındadır, ki Allah-u Teâlâ’nın geçmişine dair kendisine ne gibi bir muamele edeceğini bilmez. Diğeri ise geri kalan ömrüne dairdir ki, burada da Allah-u Teâlâ’nın kendisi hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmez.
Binaenaleyh kul kendisinden kendisi için, dünyasından ahireti için, hayatından ölümü için ve geçliğinden ihtiyarlığı için azık alsın. Çünkü dünya sizin için, siz ahiret için yaratılmışsınız.
Hayatım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; öldükten sonra affı mucip bir amel yapılamayacağı gibi, dünyadan sonra da cennet veya cehennem olmak üzere iki yer vardır.” (Beyhakî)
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
“İki mühim nimet vardır ki, insanlardan çoğu onda aldanıyorlar: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2019)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır. Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir. Amelini halis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah Basîr’dir, her şeyi her yapılanı görür.”
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onlara şu iki adamı misal olarak anlat.” (Kehf: 32)
Buyurarak, nimetler içinde yüzdüğü halde Yaratan’a karşı gelen kâfir ile, zorluklara ve yoksulluğa göğüs gerdiği halde Sahib-i hakiki’ye boyun eğen, dünyanın ahiret için bir yol ve geçit olduğunu bilen müminin durumunu bir ibret ve öğüt olmak üzere beşeriyete sunmaktadır:
“Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik.
İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiç bir şeyi eksik bırakmamıştık. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.” (Kehf: 32-33)
Öyle bir manzara ki, çeşitli üzümler bitiren iki bağ, bağlar hurma ağaçları ile çevrilmiş, ortalarında ekin var, rahatça sulama yapılsın diye aralarından ırmak akıyor. Bu ırmak, bahçelerin değerini ve güzelliğini daha da artırıyor.
Bu kâfirin altın, gümüş, hayvanat gibi daha başka serveti de vardı. Daha doğrusu sayılı zenginlerdendi.
“Bu adamın başka geliri de vardı.” (Kehf: 34)
Günlerden bir gün arkadaşıyla karşılıklı konuşup tartışıyorlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ‘Ben malca senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da senden daha güçlü ve itibarlıyım.’ dedi.” (Kehf: 34)
Böyle söyledikten sonra arkadaşıyla beraber adı geçen bahçeye geldiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kendisine böylece yazık ederek bahçesine girdi.” (Kehf: 35)
Buyurarak; büyüklendiği için, kendini beğendiği için, zenginliği ve gücü ile böbürlendiği için nefsine zulmettiğini, nimeti vereni inkâr ettiğini haber veriyor.
Uzun emelli, şiddetle mala düşkün olduğu, dünya malına fazlaca aldandığı için şöyle dedi:
“Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam!” (Kehf: 35)
Bu onun aklının kıt, ruhunun ölü oluşundan, uzağı göremediğinden ve kâfir olduğundan kaynaklanıyordu.
Bu sebepledir ki daha da büyük bir cüretkârlıkta bulundu:
“Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabb’ime döndürülürsem, hiç şüphem yok ki, orada bundan daha hayırlı bir âkıbet bulurum.” dedi. (Kehf: 36)
Zenginlik ve servetini Allah-u Teâlâ’nın bir ikramı, bir ihsanı olarak değil de, kendi gücünün ve kabiliyetinin bir sonucu olarak görüyor, bu nimetleri hiç kimsenin kendisinden alamayacağını iddia ediyordu.
Allah-u Teâlâ mümin komşusunun ona verdiği cevabı ve onun bu saygısızlığına karşı öğüt verdiğini bildirerek şöyle buyurur:
“Kendisiyle konuşan arkadaşı ona dedi ki:
Seni topraktan, sonra nutfeden yaratıp, sonunda da seni bir insan şekline getiren Rabb’ini inkâr mı ediyorsun?
İşte O Allah, benim Rabb’imdir ve ben Rabb’ime hiçbir şeyi ortak koşmam.
Bağına girdiğin zaman ‘Mâşâallah! (Allah dilemiş de olmuş!) Kuvvet yalnız Allah’ındır.’ demen gerekmez miydi? Gerçi sen beni malca ve evlâtça kendinden güçsüz görüyorsun!..
Rabb’im bana senin bağından daha iyisini verebilir ve seninkinin üzerine ise gökten yıldırımlar gönderir de bağın kupkuru bir toprak haline gelir. Yahut suyu çekilir de artık onu arayıp bulamazsın.” (Kehf: 37-41)
Nitekim bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Suyunuz çekilecek olsa, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?” (Mülk: 30)
Allah-u Teâlâ müminin dediği gibi, bahçenin harap olduğunu beyan etmek üzere buyurur ki:
“Derken o kâfirin bütün serveti kuşatılıp yok edildi.
Bunun üzerine, bağı uğruna yaptığı masraf karşısında ellerini oğuşturmaya başladı. Bağın çardakları yere çökmüştü.” (Kehf: 42)
Kaybolup giden mallarına içi yanmış, üzgün bir şekilde parmaklarını ısırıyor;
“Ah! Keşke ben Rabb’ime hiç bir şeyi ortak koşmamış olsaydım!” diyordu. (Kehf: 42)
Ne var ki, pişmanlığın fayda vermeyeceği bir zamanda pişman olmuştu. Bu tevbe; iman sâikasıyla, Allah için samimi bir tevbe değil, maddi bir varlığın elden çıkmasından dolayı olan bir pişmanlık idi.
Vaktiyle kendileriyle iftihar ettiği ve güvendiği yakınlarından hiç kimse ona yardım edemedi.
“Allah’tan başka, kendisine yardım edecek bir topluluğu da yoktu. Kendi kendine yardım edecek güçte de değildi.” (Kehf: 43)
“İşte bu durumda yardım ve dostluk, Hak olan Allah’a mahsustur.
O’nun vereceği sevap da daha hayırlıdır, âkıbet de daha hayırlıdır.” (Kehf: 44)