İstanbul'un fethi denince, Peygamberî müjdeye erişen "Güzel kumandan"dan sonra akla gelen ilk isim Akşemseddîn -kuddise sırruh- Hazretleri'dir. Fetih esnâsında genç pâdişâha en büyük mânevî desteği veren ve hattâ bu yüzden asırlar boyunca "İstanbul'un mânevî fâtihi" diye yâdedilen bu ulu zâta, acaba hangi icraatları nedeniyle İstanbul'un "mânevî fâtihi" sıfatı verilmişti?
Şanlı fethin beş yüz elli ikinci yılında, Osmanlı tarihinin ana kaynaklarından işte bu sorunun cevabını size aktarmaya ve Hazret'e neden bu vasfın verildiğine açıklık kazandırmaya çalışacağız.
Babası Sultan İkinci Murad Hân'ın vefâtı üzerine on dokuz yaşında iken tahta çıkan Fâtih Sultan Mehmed, Akşemseddîn -kuddise sırruh- Hazretleri'nin İstanbul'un fethini müjdelemesinin ardından, "Edrene'ye ‘ulemâ' ve ‘ümerâ'yı" toplamış;(1) "ândan sonra Ak Şeyh -nevverellâhu kabruhû- Hazretleri'ni Sultân Mehemmed kendüye mu‘âvenet (destek) içün yanına getürüp"(2) topladığı din ve devlet adamlarına, "Kostantîniyye"yi fethederek, "İ‘lâ-yı Kelimetu'llâh ve 'ihyâ-yı minnet-i Resûli'llâh (Resûlullâh'ın arzusunu ihyâ) itmeğe" karar verdiğini(3) açıklamıştı. Şu kadar var ki, Bizans imparatoruna öteden beri hep "hoşgörü"yle yaklaşan ve onunla el altından gizli "diyalog"lar kuran Çandarlı Halil Paşa ve taraftarları; çeşitli bahaneler uydurarak, asırlardan beri defâlarca kere kuşatıldığı halde bir türlü alınamayan bu şehrin fethinin imkânsız olduğuna dair kendilerince deliller getirmeye kalkışıyor, pâdişâhın ve Osmanlı askerinin Akşemseddîn Hazretleri'ne duyduğu güveni sarsmaya çalışıyorlardı.
Dolayısıyla Peygamberî müjdeye erme yolunda genç pâdişâha "‘ulemâ'-i ‘izâmdan Şeyh Ahmed Gûrânî ve meşâyih-ı kirâmdan Şeyh Akşemsüddîn ve vüzerâ-yı ‘âlî-makâmdan (yüksek makam sâhibi vezirlerden) Zağanôs Paşa"dan başka destek veren kimse yoktu.(4) Çandarlı ve adamları Peygamber Aleyhisselâm'ın müjdesini ve Akşemseddîn Hazretleri'nin verdiği mânevî işareti hiçe sayarak, olanca gayretleriyle pâdişâha "köstek" olmaya çalışırken; bu üç şahıs onların çarpık sözlerine müdâhale ederek var güçleriyle ona "destek" oluyor ve pâdişâhın kırılan ümit ve şevkini verdikleri "nasîhâtler" le yeniden canlandırıp, onu ısrarla yeniden fethe teşvîk ediyordu.(5)
İstanbul'un fethi hususunda ümerâdan "hiçbirisi mübâşerete râzı olmadı" ğı gibi, ulemâ da; "Feth-i Kostantîniyye Mehdî'nüñdür!" diyerek "pâdişâh'ı gazâdan men‘ eyledü"ler.(6) Ancak pâdişâhın fethi mümkün kılacağını her şeyin yegâne Bilicisi'nden öğrenen ve bu nedenle onu ısrarla ileriye süren "Akşemsüddîn bunlaruñ men‘ini" işitip, kendisine keşfen bildirilen gerçeği onlara açıkça haber vererek; "Evvelâ Kostantîniyye'yi Sultân Mehemmed Hân feth eyler, sonra benî asfer (haçlılar) alur, benî asfer elüñden Mehdî yine fetheyler!" dedi.(7) Bu apaçık müjde karşısında "Sultân Mehemmed Şeyh'üñ sözine i‘tibâr ve i‘tikâd eyleyüp" hazırlık yaptı.(8)
Tam bu esnâda "Firengistân'dan İstanbul'a büyük gemiler" le "çok ‘asker ve erzâk geldi" ği haber alındı.(9) Bu kuru kalabalığı karşılarında gören "kâfirler" heyecana kapılıp "şenlik eylediler." Akşemseddîn Hazretleri'ne karşı fırsat kollayan “ulemâ’ ve ‘ümerâ” bu durumu fırsat bilip hemen pâdişâha gelerek; "Bir sofînüñ söziyle bu kadar ‘asker helâk itdürdüñ ve bu kadar hazîne telef oldı! Firengistân'dan kâfire yardım geldi, fetholmak ümmîdi kalmadı!" dediler.(10)
Ortalığın iyice karıştığını ve her kafadan bir ses çıkmaya başladığını gören "Sultân Mehemmed Hân" derhâl "vezîri Veliyyüddîn-oğlı ‘Ali Paşa'yı Şeyh'e" gönderip; "Kal‘a feth olmak ve ‘adûya (düşmana) zafer bulmak ümmîdi var mıdur?" diye sordu.(11) Genç pâdişâhın sözlerinden, etrafındakilerin tesiriyle iyice karamsarlığa düştüğünü anlayan "Şeyh cevâb virüp; 'Ümmet-i Muhammed'den bu kadar müslimânlar ve gâzîler bir kâfir kal‘asına müteveccih olalar, inşâ'allâh fetholur!" demekle yetindi. Ancak muhâliflerin sesini tamamen kesmek isteyen "pâdişâh bu kadar işârete kanâ‘at eyleme" yip, "vezîr"i tekrar Hazret'in yanına göndererek; "Târîhini ta‘yîn-i vakt eylesün!" diye ricâ etti.(12) Durumun hakikatına vâkıf olan "Akşemsüddîn murâkabeye vardı"; kendisini kaplayan mânevî hâlin tesiriyle "mübarek yüzi terledi", sonra birdenbire "başun kaldurup" vezîre dönerek; "Bu senenüñ Rebî‘u'l-evvel ayınuñ yigirminci güni seher vaktinde sıdk-u himmetle filân cânibden (yönden) yürüyüş eylesünler! Ol gün feth ola, Kostantîniyye içi sadâ'-yı ezânla dola!" buyurup, fethin kesin târihini müjdeledi.(13)
Nihâyet "ol gün ol sâ‘at oldı, ‘asker-i İslâm'a yürüyüş buyurul" du ve bütün"‘asker hisâra hücûm eyledi." Osmanlı askeri cephede kıran kırana mücâdeleye devâm ederken, bir aralık "Sultân Mehemmed Şeyh'i da‘vet eyledi. Meğer Şeyh" yanına hiç kimseyi göndermemeleri için, "Benüm üzerime hiç kimse komayasız!" diye daha önceden "sôfîlere ısmarlamış" tı. Ancak "pâdişâh Şeyh gelmeyicek" bizzat kendisi "kalkdı Şeyh'ün çadırına geldi" ve baktı ki "çadır berkidilmiş (sıkı sıkıya örtülmüş); hançerün çıkarup çadıru bir mikdâr şakk eyledi (yardı). İçeri bakdı, _ördi çadıruñ içinde döşenmiş yaygı yok, sâfî toprak" var. Üzerine hiç bir şey örtülmemiş olan "ol toprak üzere Şeyh namâza turub secdeye varmış, tâcı mübârek başından düşmiş. Başınuñ ak saçı nûr gibi şâ-şa‘a virmiş. Mübârek saçın, sakalın ve yüzin toprağa bulamış, gözindeñ yaş akar. Sofra kadar yir yaş olmış, münâca‘at eyler." O âna kadar Hazret'in fetih için sarfettiği mânevî çabayı tam olarak idrak edemeyen pâdişah, "Şeyh'ün bu hâlini ve bu nâlişîni (inleyişini) görüp dehşet-nâk" oldu.(14) Orada daha fazla duramayıp "döndi, makâmına geldi" ve gördüğü olağanüstü manzaradan sonra her an bir şeyler olabileceğini düşünerek, derhâl "kal‘aya nazâr eyledi. Gördi, ‘asker-i İslâm'un önünce ak abalar giyinmiş bir tâ'ife hisâra koyuldılar." Bu ak abalı ordu hisâra yönelir yönelmez, "hemân ol sâ‘at kal‘a feth" oldu.(15)
Cephe tarafında şanlı fetih böyle esrârengiz bir biçimde gerçekleşirken; aynı anda, Akşemseddîn Hazretleri'ni pâdişâhın açtığı çadır aralığından gören oğlu da, o an babasının sevinçle ellerini yüzüne sürüp; "Elhamdüli'llâh-i Te‘âlâ, fetih müyesser oldı!" dediğini duymuştu.(16)
Böylece "Hakk Te‘âlâ'nuñ Habîbullâh'ı mu‘cizâtı berekâtında, ricâl-i gayb kerâmetinde, Ak Şeyh himmet-i berekâtında, cebren ve kahran gâzîler" surlardan içeriye girmeyi başararak, "şehr-i Kostantîniyye" artık bir İslâm yurdu hâline gelmiş oldu.(17)
Peygamberî müjdeye ermenin verdiği sevinçle, fetihten sonra "Sultân Mehemmed gâyetle şâd" olmuş; öyle ki, "hiçbir zamanda dahî böyle sevinmemiş" ti.(18) Ancak "pâdişâh"ın duyduğu bu sevinç ve ferahlığın nedeni yalnız fetih değildi. Fâtih etrâfındaki gâzîlere bu sevincinin asıl sebebini: "Bu ferâh ki bende görürsiz, yalınuz bu kal‘anuñ fethine sevinür sanmañ; Akşemsüddîn gibi ‘azîz benüm zamânumda oldığına sevinüriñ!" diyerek açıkça dile getirmişti.(19)
Kutlu şehir fethedildikten sonra Fâtih, her şeyden önce Akşemseddîn Hazretleri'ne karşı minnet borcunu yerine getirmek istiyordu. Ancak "Kostantîniyye feth oldukdan sonra Akşemsüddîn" gözden kaybolmuştu. Nerede olduğu hiç kimse tarafından bilinmeyen Hazret'i "Sultân Mehemmed Hân aratdı" ğı hâlde, hiçbir yerde "bulamadılar. Üç günden soñra Edrene-kapusı kurbında (Edirnekapı yakınında) bir vîrânede ‘ibâdet ider buldılar" ve "ol zamandan berû ol mahalleye 'Ak Şeyh mahallesi' deyû ad koydı" lar.(20)
Evliyâ Çelebi'nin "Seyâhatnâme"sinde belirttiğine göre; savaştan sonra ganîmetler dağıtılır dağıtılmaz "hemân Akşemsüddîn ayak üzere kalkup" oradaki müslüman gâzîlere hitâb ederek; "Ey ğuzât-ı müslimîn! Bilün ve âgâh olun (uyanın) kim, cümlenizün hakkında ol Âhir-zamân Peygamber'i, ol Server-i kâ'inât ve ol Mefhâr-ı mevcûdât: "Le tuftehenne'l-Kostantîniyyete ve le ni‘mel emîru emîruhâ ve le ni‘mel ceyşu zâlike'l-ceyş" (Kostantîniyye elbette fetholunacaktır. Ne güzel kumandandır onu fetheden kumandan! Ne güzel askerdir onun askeri!) buyurmışlardur. İmdi, inşâ'allâh cümlenüz ve cümlemüz mağfûrdur (affedilmiştir)." dedi,(21) sonra da gâzîlere "gazâ malın isrâf itmeyüp, İslâmbol içre (içine) hayır-hasenât idüb, pâdişâh" larına "itâ‘at" etmelerini öğütledi.(22)
Akşemseddîn Hazretleri daha sonra "pâdişâhuñ başına iki çatal ablak (tüy) sorguç takup", kendisine; "'Pâdişâh'um! Âl-i ‘Osmân'un âb-ı rûyı (Osmanoğulları'nın yüz akı) olduñ! Hemân mücâhid-i fî sebîli'llâh (Allah yolunda mücâhid) ol!' deyû gülbâng-ı Muhammedî" çekti.(23) Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın Resulullah Aleyhisselâm tarafından asırlar önce övgüye lâyık görülen güzîde şahsiyeti, böylelikle Akşemseddîn -kuddise sırruh- Hazretleri tarafından da taltif edilmişti.
Fâtih Sultan Mehmed Hân Resûlullah Aleyhisselâm'ın sancaktârı olarak bilinen ve; "Ayasofyâ'da iki rek‘ât namâz kılan hulde (cennete) dâhil olur."(24) Hadîs-i şerîf'inin müjdesine ermek için beşyüz kadar sahâbe ile birlikte İstanbul'a gelerek, imparatora Ayasofya'da namaz kılmak istediğini söyleyen; ancak daha sonra imparatorun emriyle askerler tarafından pusuya düşürülmek istenip, beraberindeki sahâbelerle birlikte surların önünde çarpışırken şehîd düşen Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiyallâhu anh-in "nâ-ma‘lûm" olan mübârek "mezâr-ı şerîf'leri" nin "ta'yînini murâd" edinip, mezarın yerini "kutbu'l-âfâk Şeyh Akşemsüddîn Hazretleri'ne su'âl buyurdı. Ânlar dahî bir mikdâr mükâşefe bahrinde gark-ı envâr (keşif denizinde nûrlara gark) oldukdan sonra, sâhil-i deryâya (denizin kenarına) geldiler." Pâdişâha ve yanındakilere "hâlâ mezâr-ı şerîfleri olan mahalli göster" erek; "Rûh-ı şerîf'leriyle buluşdum ve bu feth ile bizi tehniyyet (tebrik) buyurdılar. Zulmet-i küfrden halâs (küfrün karanlığından kurtulup) ve şe‘â'îr-i envâr-ı müslimîne şeref-i hâss (müslümanların nûrlarıyla apayrı bir şeref) bulduklarını söylediler. İşte, mezâr-ı şerîfleri bu mahalldedür; size mahfî (gizli), bana zâhir-i ‘ayâñdur. Zâhir olan nûr bu ‘irfâna vesîledür!" dedi.(25)
Hükümdar Hazret'in bu keşfini "hüsn-i kabûl" le karşıladığı hâlde, "Ve lâkin li-yetma'inne kalbî"(26) hükmü gereğince, bir de "Kalbi kuvvet bulsun" diye, kendisinden; "'Bir ‘alâmet-i vâzihasın (açık alâmetini) dahî beyân buyurun!' deyû" ricâda bulundu.(27) Bunun üzerine "Hazret-i Şeyh tekrâr" keşif sırlarını "müşâhade" kılıp; "Şu mahall (yer) mübârek başları ucıdur. Hafr idün (kazın), bir beyâz mermer çıksa gerekdür; görün ve üstinde bir hatt-ı İbrânî (İbrânîce yazı) vardur, ehlüne okudun. Tâ ki şübhenüz zâ'il ola, merkâd-ı münevvereleri bu mahall idüğine (nûrlu mezarlarının bu yer olduğuna) vukûf hâsıl ola!" deyû buyurdılar." Nihâyet işâret edilen o yeri "kazdılar, ol beyâz mermeri buldılar ve hatt-ı İbrânî'sini okutdular"; böylece "şübheleri zâ'il olup" o yerin "Hazret-i Ebû Eyyûb'un mezâr-ı şerîfi idüğini" anladılar.(28)Fâtih Sultan Mehmed Hân daha sonra tespit edilen o yerin üstüne "sandûkvâr bir türbe" ve hemen yanıbaşına bir "künbed", bir "câmi'" ve "bir çifte hammâm" yaptırdı.(29)
Akşemseddîn Hazretleri, "tasavvûfa sâlik" olmak isteyen Fâtih'in bu isteğini reddedip, kendisine "‘adl eyleme" sininin daha doğru olacağını defâlarca kere söylemişti. Sultan Mehmed'in bu ısrârından vazgeçmediğini görünce, nihâyet "Şeyh kaçdı" ve "ândan Anatolı'ya geçdi, Göynik'e geldi." Pâdişâh bunu duyar duymaz "Göynik'e nice yük akça" gönderip, Akşemseddîn Hazretleri adına "Göynik'de câmi‘ ve tekye" yapılmasını emretti. Fakat "Şeyh" bunu kabul etmedi.(30)
Hazret, fetihten altı yıl sonra "Göynik" de vefât etti.(31)
Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibâren halka yol gösteren ve Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri'nden başlayıp Akşemseddîn Hazretleri'ne, Akşemseddîn Hazretleri'nden de bugüne kadar devam edegelen bu mânevî rehberler silsilesi, dîni ve vatanı yıkmaya yeltenen ehl-i küfrün karşısında dâimâ dimdik durmuşlar ve halka yaptıkları öncülükle onların tuzaklarını bozmuşlardır. Dîni ve devleti kâfirlerin çirkin emellerinden muhâfaza etmek için ellerinden gelen her türlü fedâkarlığı gösteren bu seçkin rehberler, İslâm'ın küfre gâlip gelmesinde ve küfür ehlinin İslâm yurdundan defedilmesinde en büyük rolü oynamışlardır.
Bu zevât-ı kirâm'ın hem yaşantıları, hem de icraatları sünnet-i seniyye'ye muvâfıktı. Hiçbiri ahkâm-ı ilâhiyye'nin ve sünnet-i seniyye'nin dışında tek bir adım atmamıştı. Âşık Paşazâde'nin "Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân"ındaki ifâdesine göre, bu mânevî rehberler zincirinin ilk halkası olan "Edebâlî yüz yigirmi biş yaşadı ve iki ‘avret aldı, biri yiğitliğünde ve biri pîrliğünde (yaşlılığında). Ve evvelki hâtununuñ kızını ‘Osmân'a virdi ve pîrliğünde (yaşlılığında) alduğı hâtun Tâceddîn-i Kürdî kızıydı."(32)
Kemâl Paşazâde'nin ifâdesine göre; bu gibi zâtlar "halkuñ haylî i‘tikâd eyledüği" kimseler(33) olduklarından, asırlar boyunca ehl-i küfrün ve onların taraftarlarının sâbit hedefi olmuşlar, bu sefiller çeşitli bahânelerle halkın onlara olan güven ve itikâdını sarsmaya çalışmışlardır. Fakat vurdukları her darbeyle de kendilerini yıkmışlardır. Bu gibi kimseler bütün kâinâtın idâresini elinde bulunduran ve dilediğinden dilediği şekilde intikâmını almaya kâdir olan Zât-ı Kibriyâ'nın dostlarına sataşmaya kalkışacak kadar ahmaktır!
(1) Hüseyin Enîsî, "Menâkîb-ı Akşemsüddîn", Süleymâniye ktp. Hacı Mahmud Ef., nr.: 4666, vr. 9a.
(2) "Anonim Osmanlı Kroniği/1299-1512", s. 85
(3) Tâcîzâde Câfer Çelebi, "Mahrûse'-i İstanbul Fetihnâmesi", TOEM İlâvesi, s. 7.
(4-5) Hoca Sa'deddîn Ef. "Tâcü't-Tevârîh", c.2, s. 423.
(6-15) Hüseyin Enîsî, a.g.e, vr. 9a-10a.
(16) Solakzâde Hemdemî Mehmed Çelebi, "Fihrist-i Şâhân Târîh-i Âl-i ‘Osmân", c. 1, s. 272.
(17) "Anonim Osmanlı Kroniği/1299-1512", s. 86.
(18-20) Hüseyin Enîsî, a.g.e, vr. 10a-10b.
(21-23) Evliyâ Çelebi, "Seyâhatnâme", c.1, s. 113.
(24-25) Âlî, "Künhü'l-Ahbâr", c. 2, s. 42, 68.
(26) Bakara (2): 260.
(27-29) Âlî, a.g.e., c. 2, s. 68.
(30) Hüseyin Enîsî, a.g.e, vr. 11b.
(31) Âlî, a.g.e., c. 2, s. 226.
(32) İbn-i Kemâl, "Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân"", I. Defter, s. 93.