Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
GÜNDEM - Hakiki Tasavvuf Ehli "İslâm’ın Hizmetçisi"dir! Sahteler ise İslâm’ı "Hizmetçi" Yapmak İster!.. - Ömer Öngüt
Hakiki Tasavvuf Ehli "İslâm’ın Hizmetçisi"dir! Sahteler ise İslâm’ı "Hizmetçi" Yapmak İster!..
GÜNDEM
Uğur Kara
1 Haziran 2005

 

Hakiki Tasavvuf Ehli “İslâm’ın Hizmetçisi”dir!
Sahteler ise İslâm’ı “Hizmetçi” Yapmak İster!..

(Tarikat-Siyaset-Devlet)

 

İnsanoğlu her zaman bilinmeyene karşı büyük bir ilgi duymuştur. Bu ilginin en büyük sebebi fıtratında bulunan, gizliliklere vakıf olmanın verdiği hazdır. Zira Hazret-i Allah kendini gizlemiş ve insanoğlu kendisine yol (tarîk) edinsin diye yaratılışlarında gizliliklere karşı bir ilgi ve iştiyak halketmiştir. İnsanoğlunun vazifesi bu ilgi ve iştiyakını Allah yolunda, Hazret-i Allah’ı bulma ve bilme yolunda kullanmasıdır. Ancak bu kabiliyetini Allah yoluna sevkeden insanlar çok azdır. Allah yolunda maksuda kavuşanlar ise azın da azıdır.

Nitekim birçok yollar vardır, kimisi Hakk’a götürür, kimisi halka, kimisi şeytana.. Tarikat ise Allah’a ulaşma gayesiyle tutulan yoldur.

Günümüzde ise kendine has itikadı olan her türlü gruba tarikat ismi verilmektedir. Buna göre hıristiyan ve musevi tarikatlarından tapınak şövalyelerine, toplu intihar eylemleri düzenleyen gruplardan şeytana tapanlara kadar birçok anlayış ve sapkın inanış tarikat olarak nitelendirilir olmuştur. Bunun gibi İslâm ismi ile ortaya çıktığı halde şeytanın yoluna davet eden “Şeyh şeytanı” tabir edilen kimseler de çoktur. Halbuki Allah’a giden “yol” ile dünyevî-şeytanî diğer bütün yollar arasındaki fark “Ak” ile “Kara”, “Nur” ile “Zulümat” kadar ve hatta çok daha büyüktür.

Bu ayırımın yapılabilmesi çok önemlidir. Ancak günümüz medyasında görüldüğü gibi bu konularda ahkâm kesen birçokları bu ayrımı yapmazlar. İyi niyetle ve objektif olarak konuyu ele almak isteyenler ise istese de yapamazlar. Zira Allah’a giden hakiki yol; bir tarif yolu değil, bir yaşayış yoludur, hâl yoludur. Kâl ile, yani söz ile anlatılamaz. Kalpte yapılan bir yolculuğu kelimelere dökmek mümkün değildir.

Bu ayrımın yapılmasının diğer çok önemli bir boyutu -ve makalemizin esas konusu-, tarikat ismi takılan sahte yollar ile hakiki Allah yolunun dünyevî ve özellikle siyasî konulara yaklaşımı arasındaki farktır. Bu fark yine “Ak” ile “Kara”, “Nur” ile “Zulümat” arasındaki fark kadar ve hatta çok daha büyüktür.

Sun’î, sahte mutasavvıfların gayesi dünyevîdir. Pek çoğu uhrevî bir gaye güdüyormuş gibi bir maske ile ortaya çıkmış olsa dahi gerçekte gayesî dünyevîdir. Dünyevî gayeler ise çeşitlidir: Madde (para), makam, iktidar gibi...

Aradaki farkın anlaşılabilmesi için çeşitli misaller ve tarihten örnekler vermeye çalışacağız. Bu bağlamda özellikle “Osmanlı”da bizim için çok büyük ve dikkate şayan misaller mevcuttur.

 

Gerçek ve Sahte Tasavvuf Ehli Arasındaki Fark:

Tasavvufu yaşamamış, gerçek Allah yolunu tanıyamamış kimselerin iyi niyetli dahi olsalar; gerçek ve sahte tasavvuf ehli arasındaki farkı anlaması ve anlatması mümkün değildir. Nitekim bazı gazetelerde böyle iyi niyetli girişimlerle karşılaşmakla beraber, hakiki tasavvuf ehlinin diğer sahteler seviyesine indirgenerek değerlendirildiği, aradaki farkın sadece usûl ve anlayış farkından ibaretmiş gibi gösterildiğini görmekteyiz. Halbuki hakiki tasavvuf ehli ile sahtesi arasındaki fark; İslâm ile sahte dinler arasındaki fark gibidir. Bu kadar büyüktür. Bir tarafta Allah’a ulaşma yolunda Hazret-i Allah’ın Zât’ına çektiği Allah ehli vardır, diğer tarafta nefsini ilah edinmiş, kendi zannı ile hareket eden şeytan ehli vardır. Zira Allah yolunun yolcusunu Hazret-i Allah tayin ettiği halde sahteler Allah adına ortaya çıkmakla aynı zamanda Hazret-i Allah’a karşı çok büyük bir yalan uydurmuş olurlar. Bunun temsili bir memlekette tayin edilmiş bir vali varken başka birisinin “Buranın valisi benim!” diye ortaya çıkmasına benzer. Hakiki Tasavvuf ehli ile sahte tasavvuf ehli arasındaki bu büyük farkı tam manası ile öğrenmek isteyen okuyucularımız Muhterem Ömer ÖNGÜT’ün konuyla ilgili eserlerini mutlaka okumalıdır:

“Çok iyi bilin ki, o kendi nefsini ilâh edinmiş, ona tapıyor, o bir puttur. O putuna taptığı gibi, ona iltihak ve ittibâ edenler puthaneye girmiş ve o puthanede tapınmış oluyorlar. Çünkü o kendisi puta tapıyor, ona bağlı olanlar da o puthanede tapınıp duruyorlar.

Mesrûk -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

"Bir kimseye ilim olarak Allah’tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiu’s-sağîr: 6240)

Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.

Günümüzde görülüyor ki Allah yolunu âlet ederek saltanat sürenler bulunmaktadır. Şöyle ki; babaları şeyhmiş, oğluna "Sen şeyhsin!" demiş, o da şeyh olmuş. Babadan oğula geçen padişahlık gibi bu ilâhî yolu saltanata çevirmişler. Ya babası tayin etmiş, ya abisi tayin etmiş, ya annesi tayin etmiş. "Al bu sürüyü sen de güt!"

Diyeceksiniz ki insanlar onu nasıl bilip tanıyacaklar?

Yüksek voltajlı bir ampul düşünün. "Ben ampulüm." demiyor amma, yandığı zaman ışığı her tarafa yayılıyor. Hakk’ın tayini ile irşad memuru olan bir Mürşid-i kâmil de böyle bilinir.

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın emrini, hükmünü tebliğ ederler. Hiçbir zaman kendini ortaya koymazlar, değersiz ve hükümsüz olduğunu bilirler.

Onları puta, dergâh gibi görünen yerleri puthaneye benzetmemize hiç hayret edilmesin. Ben bunun böyle olduğunu biliyorum, onlar ise cehenneme girince öğrenecekler.

Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

"İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar." (K. Hafâ)

Zira onlar kendi nefsine tapıyorlar ve başkalarını da taptırıyorlar. Allah yolunda tahtını kurmuş ve saltanat sürüyorlar.” (Ömer ÖNGÜT, “Tasavvuf’un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri”, s. 413 vd.)

Hazret-i Allah’ın idare ettiği, ilham ettiği bir kimsenin yolu ile nefsini ilah edinmiş, şeytanın idaresine girmiş kimselerin yolları kıyas için dahi olsa aynı zeminde değerlendirilemez.

Bu tür kıyaslamalar aynı zemine indirgendiği zaman Allah yolundan haberdar olmayanlar sahte yolların zararlarından kurtulmak isterken herhangi bir ayırım yapmaya gerek görmüyorlar ve nihayetinde bu milletin temelindeki harç görmezden geliniyor, harçsız binalar yapılmaya çalışılıyor.

 

Sahte Tarikatler Toplum ve
Devlet İçin Büyük Tehlikedir:

Yukarıda izah ettiğimiz gibi sahte mutasavvıfların gayesi dünyadır. Bu tür tariklerin (yolların) başındaki önderler yerine göre menfaat, yerine göre sefahat, yerine göre iktidar peşindedirler. Her biri gerçek gayelerini örtmek için türlü maskeler kullanırlar. Tabilerini bu gaye doğrultusunda yönlendirirler. Bu tür sahtelerin din dışı sapkın tarikatlardan bir farkı yoktur. Gizli bir örgüt gibi çalışırlar. Taraftarlarını örgütleyerek dünyevî kazanımlar elde etmeye çalışırlar, yönetim üzerinde etkin olmaya çalışırlar. Son yıllarda dünya üzerinde yaşanan gelişmeler bu tür sapkın inanç gruplarının devletler ve devlet politikaları üzerindeki etkileri konusunda epeyce göz açıcı olmuştur.

Ülkemizde de Allah yolu olmaktan çıkmış sahte yollar ve gruplar vardır. Dikkat edilirse bunların ekserisinin maksadı helal-haram dikkate almadan, doğru-eğri dinlemeden her türlü yolu mübah görerek taraftar toplamaya ve kendi yandaşlarını -ehil olsun olmasın- yönetim kademelerine yerleştirmeye gayret ederler. Müslüman kisvesi altında hareket ettikleri için halk bunlara karşı savunmasızdır. Bir kısmı da bu tür bir gaye gütmelerinde beis görmezler. Halbuki bu tür sapkın grupların devlet üzerinde etkin olmaları küffar işgali kadar tehlikeli bir durumdur. Bu sapkın gruplardan birisi tam manası ile ülkede iktidarı ele geçirmiş olsa ortaya çıkacak olan Arabistan’daki gibi sapkın bir itikad iktidarıdır. Ülkemizde bu tür bir tehlike var mıdır? Elbette var, ancak unutulan bir şey var: Ülkemiz zaten bir tür tarikatın güdümündedir. Mason teşkilatları dahi bu ibranî tarikatın güdümündedir. İyi-kötü ayırımı yapılmadan bu ülkenin temel harcına yapılan saldırının en büyük sebebi bu iktidar sahiplerinin ellerindeki gücü bırakmak istememesi ve İslâm’a olan düşmanlıklarıdır. Eğer bir tehlikeden korkuluyorsa gerçek tehlike burnumuzun dibinde, damarlarımızın içindedir.

 

Osmanlı Niçin Bir Tarikat
Güdümüne Girmedi?

Bu sorunun cevabı aynı zamanda sahte mutasavvıflar ile hakikilerinin arasındaki farkın en bariz delillerindendir.

Gerek Türk milletinin gerekse tarihteki Türk devletlerinin harcında hakiki tasavvuf ehlinin büyük emekleri vardır. Özellikle Osmanlı toplumu olsun, Osmanlı yönetimi olsun hakiki Tasavvuf ehlinin nasihat ve telkinleri ile kurulumuş ve yaşamıştır. Hakiki tasavvuf ehlinin Türk devletlerindeki olumlu etkisi bazıları tarafından “Tarikat-devlet ilişkisi” olarak devamlı gündeme getirilmektedir. Halbuki şu soruyu sormazlar: “Osmanlı padişahları hakiki tasavvuf ehline bu kadar kıymet besleyip hürmet gösterdiği halde Osmanlı niçin bir tarikat devleti olmamıştır?”

Bu durumun sebebi devlet değil, gerçek tasavvuf önderlerinin bilinçli tercihidir. Bunun örnekleri çoktur. Meselâ bizzat Osman Gazi’nin kayınpederi olan Şeyh Edebâlî Osmanlı Devleti’nin temel düsturlarını bizzat va’z eden manevî kurucudur. Ancak hiçbir zaman bu nüfuzunu devlet benim devletim olsun, benim tarikatımın devleti olsun şeklinde kullanmamıştır. Aynı zamanda damadı olan Osman Gazi’ye -tahta geçtikten sonra- ilk nasihatlerinden birisi şöyledir: “Ey Oğul!.. Bey’sin.. Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana… Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana… Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar bizde, adâlet sende… Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlamak sana… Ey oğul! Bundan sonra üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana…”

Tarihte bunun örnekleri çoktur. İkinci Murad Han Hacı Bayram-ı Velî -kuddise sırruh- Hazretleri’ni Edirne’ye davet etmiş, günlerce başbaşa sohbet etmişlerdi. Kendisini müridliğe kabul buyurması için ricada bulunduğunda bu isteği reddedilerek şu cevabı almıştı: “Hünkârım! Sizin işiniz başka, bizim işimiz başkadır. Her işte Allah’ın rızâsı vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen, altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.” (Müneccimbaşı Tarihi, c. 1, s. 271)

Aynı şekilde Fatih’in ısrarlı talepleri karşısında Akşemsetddin Hazretleri Göynük’e adeta kaçmıştır. Dergimizin “Tarihten sayfalar” köşesini bu gözle yeniden okuduğunuz zaman bu durumu çok daha bariz olarak göreceksiniz. Fatih’in Akşemseddin Hazretleri’ne olan hayranlığı görüldüğü gibi tarih kitaplarına dahi girmiştir. Fatih İstanbul’un fethinden sonra Akşemseddin Hazretleri’ne gelerek elini öptükten sonra; “Size beni de halvete koyup irşâd etmeniz için geldim!” diyerek intisap etmek istediğini beyan etmiş, Akşemseddin Hazretleri ise “Meşâyıh-ı izâmın halvetinde bir lezzet vardır ki, onu tadarsan saltanat arzusundan vazgeçersin, bu yüzden de âlemin düzeni bozulur. Buna sebep olduğum için hepimiz birden Allah’ın gazâbına uğrarız!” diye cevap vererek kendisini reddetmiştir. (Taşköprülüzâde, “Hadâiku’ş-Şekâik” s. 245)

Bu cevaba rağmen Fatih, Akşemsetddin Hazretleri’ne mürid olabilmek için çok ısrar etmiş, Akşemseddin Hazretleri ise Göynük’e adeta kaçmıştır. Fatih’in tekke, cami yaptırma gibi taleplerini dahi geri çevirmiştir.

Bu tür örnekler saymakla tükenmez. İstanbul’un meşhur evliyâlarından Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri 3. Murad’dan 4. Murad’a kadar altı padişah devrinde yaşamış, her Allah ehli gibi Osmanlı padişahlarına olan yakınlığını herhangi bir çıkar için kullanmayı aklının ucundan dahi geçirmemiştir.

Dememiz odur ki, hakiki Allah ehli evliyaullahın devletle ilgisi halkın ve yöneticlerin ıslahı için nasihat ve manevî destek vermektir. Onlar İslâm’ın hizmetçisidir, İslâm’ı hizmetçi yapmak isteyenlerle bir tutulmaları çok büyük bir iftiradır.

Tasavvuf üniversitesinin profesörlerini anlatabilmek için şöyle bir misal verelim: Kendi sahasının pîri (önderi, kurucusu) haline gelmiş bir ilim adamını düşünün. Mesela bir kimya profesörü. Bu ilim adamı ülkedeki kimya tahsili yapan bütün öğrenciler benim talebem olsun diye uğraşır mı? Böyle bir şey düşünülebilir mi? Ona yakışan ve zaten gerçekte böyle üstün bir seviyedeki ilim adamı nasıl bir kimsedir? Sahip olduğu bilginin kendisine verdiği değerin ötesinde bilime karşı büyük bir aşkı vardır. Daima yeni şeyler araştırmakla yeni şeyler bulmakla meşguldür. Bulduğu her bir yeni buluş ona bütün payelerden ve iltifatlardan çok daha büyük haz verir. Böyle bir ilim adamı her geleni talebesi olarak benimsemez. İki şeye bakar: Birincisi, bu sahada istidadı var mı? İkincisi, bilime ve yeni şeyler bilmeye iştiyakı aşk derecesinde mi? Böyle bir ümitle talebeliğe kabul ettiği bir öğrencisi maddî çıkarı için öğrenmeye olan iştiyakını kaybedip elindekilerle yetindiği zaman hocası büyük hayal kırıklığına uğrar, çok üzülür.

Maneviyat ilminin pîrleri de bir cihetten bu örnekteki gibidir.

Sahtelerin Osmanlı’nın son zamanlarında etkinliğini artırmalarının bir sebebi de bu toplumu bir arada tutan bu büyük harcı keşfedip yok etmeye çalışan dış düşmanlardır:

“Batı bizden aldıkları ilimleri bize karşı güç oluşturmak için kullanıp güçlendikçe bizi ortadan kaldırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu işe özellikle 1700 başlarında soyunmuşlar. Fiziki olarak Türklerle başa çıkmamız mümkün değil demişler. Onun için biz olsa olsa bunları içinden yıkabiliriz demişler. Araştırmışlar, bakmışlar ki Türk’ün kuvveti tasavvuftan, gelenek ve göreneklerinden, insanlık anlayışı gibi hasletlerden geliyor. Dolayısıyla biz bunları içinden bozarsak bu işi ancak öyle hallederiz. Ne kadar sürer demiş İngiliz. ‘Biz, belki torunumuz da sonucu göremeyecek, ama biz ondan sonrası için çalışıyoruz.’ demiş. İngiliz bu planla Hicaz’da Vâhâbîlik gibi sahte bir mezhep kurdu. Şimdiki Suud kralları da bunların torunlarıdırlar. Vâhâbîler ilk iş olarak Hicaz’da bulunan 300-350 bin Türk’ü kestiler. (İngiliz Hindistan’da da sahte Ahmedî mezhebini kurdu.)” (Oktay Sinanoğlu, “Hedef Türkiye”, sh: 137)

 

Önyargıların Sebebi:

Ancak biliyorsunuz ki bu millet son yüzyılda kelimelerle yönetilmeye çalışılmış, kavramların içi boşaltılmış, hatta milletin harcında olan olumlu değeri ifade eden ne kadar kavram varsa üzerine olumsuz değerler bindirilmeye çalışılmıştır. Bunu yapanlar milletin harcındaki çapakları temizlemek yerine harcı yok etme gayesi ile hareket etmişlerdir. Bu imha operasyonunun tesirinde kalan birçok vatan evladı yanlış ve eksik bilgi temelinde bilmediği şeyin düşmanı haline gelmiştir.

Bu milletin harcını temsil eden birçok olumlu kavram olumsuz anlamlarla zihnimizde çağrışım yapacak şekilde ince ince tarumar edilmiş, bu tür kavramlar etrafında fikir yürütmek imkânsız hale gelmiştir. Geldiğimiz nokta odur ki, özellikle din mevzu bahis olduğunda millet kendini, devlet kendini tarif etmekten aciz ve korkar duruma düşmüştür. Din ile siyaset arasındaki sağlıklı ilişkinin yerini, kumandası başkasında olan anlamsız korkular almıştır. Bizi sahte tarikatlarla korkutanlar, sessizce zihnimize İslâm’dan korkuyu yerleştirmiştir. Bunu yapanlar gizli bir örgütlenme çerçevesinde düzenli olarak bir araya gelen, yönetimdeki etkinliklerini bilinçli ve aktif bir kadrolaşma için kullanan, kendilerine has dinî ritüelleri olan, yöneticilerinin çoğu ibrani kökenli bir yapılanmadır. Belli bir zümrenin veya grubun iktidar üzerinde söz sahibi olması bu millet için büyük bir tehlikedir.

Türkiye için en büyük tehlike, menfaatini Avrupa ve Amerika’nın menfaatleri ile tevhid eden bu zümredir.


  Önceki Sonraki