Yıllar evvel Paris Belediye Başkanı iken J. Chirac’ın “-Er veya geç Türkiye’ye Sevr’i imzalatacağız, kabul ettireceğiz.” dediğini ve şimdi Fransa’nın başkanı olduğunu biliyoruz. Girmek için yapmadığımız iş, atmadığımız takla bırakmadığımız bilumum Batı dünyası Türkiye’nin ve onun şahsında İslâm âleminin amansız ve sinsi düşmanıdır.
Şöyle geriye dönüp Avrupa’nın bizim için neler düşündüğünün ve tahire mâl olan kimselerin resmi ağızlarından dökülenlere baktığımızda bizim yetkililerimizin, siyasetçilerimizin Avrupa’yı yeterince tanımadıklarını veya onlara karşı pısırıklık içinde bir teslimiyet gösterdiklerini söylemek mecburiyetindeyiz. Kurt politikacı Lord Curzon bakınız neler söylemişti:
“-Unutmayın! Ne reddettiyseniz hepsi cebimdedir. Yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiğinizi birer birer çıkarıp size kabul ettireceğiz...”
Sevr anlaşmasını kabul ettirmek ve yürürlüğe koymak için neler yaptılar? Osmanlı cihan devletini paramparça ettiler. Bırakınız Balkanları ve Ortadoğu’yu dünyada huzur kalmadı. Her yer barut fıçısı gibi yanıyor, kaynıyor. AB Türkiye’yi bölmek, parçalamak için tarihten aldıkları mirasın gereği olarak elinden geleni yapıyor. Bugün Türkiye’nin üniter devlet yapısını temelden çökertecek ve devletimizi yıkacak isteklerin temelinde yatan gerçekler meydandadır.
Sevr Anlaşmasının 147. maddesinde: “-Osmanlı hükümetinin Türkiye’deki soy, din, dil ile ilgili kavimlerin, etnik unsurların her biri için devletin denetimi altında öğretim işlerinde özerklik tanınacağı taahhüt edilir...” denmektedir. Kurulan yabancı okulların nasıl birer ajan, anarşist yuvası oldukları, silah deposu yapıldıkları tarihen ispatlanmış durumdadır. Aynı anlaşmanın 145. maddesinin son bölümünde de günümüzde istenilenlerin aynısının yer aldığını görüyoruz:
“-Herhangi bir Osmanlı tebasının özel hayatında ticaret veya mezheple ilgili muamelatında ve genel toplantılarında istediği dili serbestçe kullanmasına karşı herhangi bir sınırlama getirilmeyecektir.”
AB’nin önümüze koyduğu kriterlerin ülkemizi bölünmeye götürdüğü bir gerçektir. Birİngiliz, bir Alman, bir Fransız kendi dilini tartışmaz bile. Almanya Almanca’dan başka dille eğitimi reddetmişken aynı yolu Fransa da takip etmiş, ülkedeki mahalli dillerin kullanımına ilişkin yasa tasarısını reddetmiştir. Anayasada değişiklik teklifi onaylanmamış ve: “-Fransa Balkanlaşamaz, mozaikleşemez, Fransızca Fransa’nın çimentosudur.” denilmiştir. Fransa Meclisi aynı zamanda: “Fransızca dilinin devletin dayandığı temel ilke olarak kabul edilmesi” kararını almıştır. Aynı ülkeler Türkiye’de Türkçe’nin ülkemizin temel taşı olduğu, bağımsızlığımızın en önemli işareti olduğu gerçeğini gözardı ediyorlar ve Türkiye’nin “Balkanlaşması” için birçok yasa dayatıyorlar.
IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarla iktisadi bağımsızlığımızı kaybederken AB’nin önümüze koyup kabul ettirdiği siyasi kriterlerle de siyasi bağımsızlığımız güme getirilmektedir. Meclisten geçirilen yasalarla Türkiye tam bir uçurumun kenarına getirildi. Yol haritası “Böl haritası”na, uyum yasalarının aslı Türkiye’nin altını “Oyum-kıyım yasaları”na döndürülmüştür. Oysa günümüze kadar Avrupalı yetkililerin verdikleri demeçler, takındıkları tavırlar Türkiye’nin asla birliğe alınmayacağı şeklindedir.
Bizzat Avrupalılar Avrupa Medeniyeti’ni hıristiyan-yahudi medeniyeti olarak tanımlamaktadırlar.
Musevi kökenli meşhur filozof Bernard Henri Levy başörtüsünü Avrupa Birliği’ne girmeye engel olarak görüyor ve şunları söylüyor:
“Kürt terörizmine karşı devlet terörü kullanıldığı sürece Türkiye’nin Avrupa’da yeri yoktur. Ermeni soykıkırımını resmen ve alenen tanımadıkça Türkiye’nin Avrupa’da yeri yoktur. Kadınlarına o aşağılayıcı başörtüsünü örtmeyi tekrar mecbur eden bir ülkenin Avrupa geleceği olamaz...”
15 yıldır terörle 30 binden fazla insanın kanına giren terör örgütünü besleyen, her türlü desteği sağlayan Batı dünyası yeri geldiğinde insan hakları savunucusu, hoşgörü havarisi kesilmektedir. Türkiye aleyhtarı her türlü faaliyetleri ülkelerinde barındıran, onları besleyen Avrupalı din ve vicdan hürriyeti adına sıktıkları palavraların gerçekle ilgisi olmadığını yaptıkları çifte standartlı uygulamalarla da ortaya koymaktadırlar. Türk vatandaşların herhangi bir sebepten ötürü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtıkları davaların tamamında Türkiye suçlu bulunmuş!, tazminata mahkum edilmişken, din ve vicdan hürriyeti adına açılan davaların hiçbirini de kabul etmemiş, bütün davaları reddetmiştir. Çünkü davaları açanlar müslüman kimlikli kimselerdir.
Hatırlanacağı üzere Kıbrıs’la ilgili Annan Plânı hazırlandı, yürürlüğe koymak için geniş çaplı çalışmalar yapılıyor. BM Teşkilatı da Avrupa Birliği ile paralel çalışmaktadır. AB’nin eski genişlemeden sorumlu komiseri G. Verheugen birliğin Kıbrıs ve Türkiye’ye bakışını özetlemiştir:
“Biz tek uluslararası kimlikli bir Kıbrıs istiyoruz. Türkiye’nin, Rum kesiminin AB’ne girmesine ilişkin tehditlerinden etkilenmiyoruz. Türkiye bu tür tehditlerin kendisine zarar vereceğini bilmelidir.”
Demek ki isteklerin ardı arkası kesilmeyecek, işimizi bitirinceye kadar bu kin devam edecektir. Kıbrıs’ta istekleri yerine getiriliyor, Ege’de Yunan hırlaması başlayacak, Rum Patrikhanesi ekümenik olduğunu ilân edeli çok oldu, tam bağımsız Bizans İmparatorluğu’na soyunacak, ardından Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılışı izni, Karadeniz’de Pontus Devleti’nin kurulması için çalışmalar, misyonerlik faaliyetlerinin artması, kukla Kürt Devleti’nin tanınması, sözde ermeni soykırımının kabul edilmesi birer birer istenecektir.
Almanya eski başbakanı Helmut Schmid diğerlerinden farklı düşünmüyor:
“Avrupa’nın geleceğinde ne olursa olsun Türkiye’nin yeri yoktur. 70 milyon Türk vatandaşını Avrupa içinde dolaştıramayız. Avrupa’nın Irak, İran, Suriye gibi ülkelerle sınır komşusu olmasını kabullenemeyiz.”
Avrupalı her fırsatta gerçek yüzünü göstermekte, içindeki ifrazatını kusmaktadır. Yazık ki adı Türk, kimliği müslüman etiketli batının devşirdiği yetmeler önlerine sürülen balı yalamakla meşguller ve bunun vebâli de Türk milletine yüklenmektedir. Terör örgütünün başını kurtardılar, idamı kaldırttılar, kültürel hakları sağlattılar, Kıbrıs için yeni adımlar attılar, Ege’de yunan hırlaması başladı, Ermenilere şimdilik susun işaretini verdiler. Türkiye’yi alabildiğince örseledikten sonra tamamen felç etmek isteyeceklerdir. Bunun için gece-gündüz durmadan çalışıyorlar. Birçok açıklama Avrupalının gözünde Türk’ün, Türkiye’nin nasıl değerlendirildiğini ortaya koyuyor. Fransa eski cumhurbaşkanı Valery Giscard biraz daha namus anlayışı içinde konuya açıklık getiriyor:
“Bugün Avrupa’da hiçbir lider Türkiye’yi AB’nin içinde görmek istemiyor. Yarın için de böyle niyetleri yok. Türkiye’ye haksızlık ediliyor. Çünkü Türkiye AB tarafından aldatılıyor. Helsinki’de aday yapılması Türkiye’ye boşuna umut vermektir. Yunanistan aday üyelik sayesinde Türkiye’den istediklerini elde etmenin peşindedir. Türkiye’nin AB içinde yeri olmayacaktır...”
Bir bilim adamı olan Prof. Dr. Lester Thorow bir yol gösteriyor: “Bir Avrupalı gibi konuşsanız da, Avrupa’nın istediği bütün yapısal değişiklikleri gerçekleştirseniz bile Avrupalılar Türkiye’yi hiçbir zaman aralarına almayacaklar. Türkiye strateji değiştirmek zorunda...”
Bizimkiler illâ da Avrupa demekte ve asla vazgeçmemektedirler. Avrupalıların elinde “Dama taşı” gibi oyuncak haline getirilen siyasetçilerimizin yönü tamamen Batıya çevirilmiş bulunuyor.
ABD, AB, IMF’nin istekleri ve dayatmaları neticesinde Türk sanayisi, tarımı maalesef bitme noktasına gelmiştir. Türkiye istikrarlı bir tarım politikası izleyememişken, AB üyesi ülkeler tarım politikalarını çok yönlü kurum olan Avrupa Tarımsal Yönverme ve Garanti Fonu ile belirlemekte ve desteklemektedir. Aynı şekilde ABD’nde tarım ürünleri ile ilgili federasyonlar ve kooperatifler kurulmuş, bu tam bir devlet politikası hâline getirilmiştir. Çiftçimiz kaderine terk edildi, sahipsiz kaldı. Türkiye IMF ve AB’ne şartsız ve tam teslimiyetin en acı faturasını şimdilik tarımda ödüyor.
Batı dünyası gerçekte İslâm’a düşmandır. Samuel Huntington’un şu sözleri konumuzu esas bir çerçeveye oturtmaktadır: “Batı medeniyetinin önündeki en büyük engel, en büyük tehdit; İslâm fundamentalizmi değildir, bizâtihi İslâm’dır. İslâm’ı doğrudan düşman ilân etmek müslümanları asırlık uykusundan uyandırır. İslâm fundamentalizmi ve İslâmî terör maskesi altında safdışı ve imha edilmek istenen İslâmiyet’tir...”
Batının tanınmış entellektüellerinden Guy Sorman adeta yukarıdaki satırları analiz ediyor: “Türkiye’nin aramıza katılmasını reddetmekle, İslâm âleminin birleşmesine ve radikalleşmesine çanak tutmuş olacağımızdan endişe ediyorum. Türkiye’yi bağrımıza basmakla ise, İslâm dünyasının birleşmesinin belini kıracağız. Hem kültür, hem de din yönünden -çünkü Türkiye hilâfet merkezidir- en nüfuzlu İslâm ülkelerinden birini yanımıza alacağız. Bu yolla İslâm dünyasında demokrasinin yolunu açarak en aşırı İslâmcıların önünü keseriz... Radikal İslâmcılığı çökertebilmek için, müslüman âleminin parçalanmasını, bölük pörçük olmasını gerçekleştirmemiz lâzımdır...”
Bize “Hayır!” demekte zorlanmalarının gerçek sebebi budur. Yoksa hiç çekinmeden suratımıza kapıyı çoktan çarpmış olurlardı.
Avrupa Birliği bizim için kurtuluş değildir, böyle gider ve her dediklerini yerine getirirsek bu bizim felâketimiz olacaktır. Milletçe hepimiz omuz omuza yediden yetmişe elbirliği ile çalışmalıyız, çabalamalıyız. İktisâdi bağımsızlığımızı, kültürel bağımsızlıkla pekiştirmeliyiz. Avrupa’nın bu çifte standartı ortada iken kapısında boyun büküp yalvarmak bize yakışmaz.
Batı dünyası kendisi için hak gördüğü ne ki varsa bize aksini dayatmaya çalışmaktadır.
Prof. Dr. Erol Manisalı “Dünya paylaşımında sadece siz pazar yaparsanız ordunuz olmazsa, ordusu olanlar gelir, sizin pazarınıza yerleşirler. Ordunuzla önce o pazarı koruyacaksınız, sonra da dışarıya karşı ordunuzla birlikte gideceksiniz. Bugün ABD dünya devleti ise, ordusunun da en az iktisat ölçüsünde katkısı bulunduğu içindir. Körfez’de varsa, Körfez krizi sonrasında ordusu sayesindedir. Yedi denizde yedi filosu bir göstermelik güç gösterisi değildir. İktisadi imparatorluğuna dışsallık sağlayan bir unsurdur.” bilgisini verdikten sonra Avrupa’nın Türk ordusunun küçültülmesi yönündeki baskılarının boşuna ve gelişigüzel bir iş olmadığını vurgulamaktadır.
Erol Manisalı’nın Avrupa Birliği hakkındaki ilginç tesbitlerine devam edelim: “İkinci mesele Türkiye AB ilişkilerinde siyasi dayatmalardır. Bu çok önemlidir, güneydoğu meselesi şudur, açık konuşalım. Güneydoğu Kürtlere hak meselesi, azınlık hakları meselesi değildir. O şudur, Körfez krizi sonrasında son 10 yıl içinde Kuzey Irak’ta ABD ve İngiltere adı henüz ilân edilmemiş kukla kürt devletinin a’dan z’ye herşeyini hazırladılar. Polisi, parası, bayrağı, özel sigarası, radyosu, okulu, televizyonu, o bölgeye girip çıkarken bastırdığı damgası, Kürdistan olarak var. Siyasi, iktisadi, sosyal her şeyi var. Uluslararasında Kürdistan olarak geçiyor.
PKK meselesi, petrol, doğalgaz ve Ortadoğu’nun stratejik konumunda özünde ABD ile Kıta Avrupa’sının paylaşım kavgasında, burada kimin sırtından ne sağlayacağız meselesidir. Fatura Türkiye’ye ödettirilmek istenmektedir. Kıta Avrupa’sının, Almanya’nın, Fransa’nın PKK üzerinde bu kadar durmasının arkasında yatan sebep budur... 1987 yılında ABD ile İngiltere’nin istihbarat örgütleri bir gizli anlaşma yapıyorlar. 87 Times anlaşması. Bu anlaşmada öngörülen şunlar: 1-Yugoslavya bölünecek. 2-Mezopotamya bölünecek. Mezopotamya dedikleri, ismini anmadan kasdettikleri Irak ve Türkiye. Yugoslavya bölündü. Irak sonbaharda mı, ilkbaharda mı bölünecek? AB’nn Türkiye politikası budur... Bir taraftan etnik gruplara kültürel kimlik, özerklik diyecek, öbür taraftan terör örgütünü Türkiye’yi bölmek için destekleyecek. İkisi birden olmaz... AB, yarın da Türkiye’yi kesinlikle içine almayacaktır. Bu bir hesap meselesidir. Sevip sevmeme meselesi değildir. AB’nin Türkiye’yi içine alması demek, kazanan tarafın Türkiye, kaybeden tarafın da AB olması demektir. Siyasi olarak, sosyal olarak, iktisadi olarak ve tabi kültürel olarak...”
“Zaman içinde bu tek yanlı bağımlılığın o hâle geleceğinden o kadar eminler ki, ‘bu trend 10-15 yıl devam ederse artık Türkiye’de ne üniversitesi, ne meclisi, ne iş kesimi, ne işçi kesimi AB’ne direnecek hâle gelemeyecektir. O zaman biz Türkiye’yi dışarıda tutuyoruz, almıyoruz desek bile bize rest çekecek şu veya bu şekilde bize tepki gösterecek bir kurum kalmayacaktır. Buna TSK da dahildir.’ diye düşünmektedirler.” (İşletme ve Finans Dergisi, sh: 196)
Avrupa istese de bizi alamaz. Zira Avrupa halkında “Türk kini” o kadar derinlere nüfuz etmiştir ki Türkiye’yi üye yapma ihtimali bile Avrupa’yı bölmekte, sarsmaktadır.
Bizler istesek de istemesek de Batılılar hiçbir devirde bizim dostumuz olmadılar, olmayacaklardır. Bu din bizde oldukça, bu kin onlarda durdukça.