Muhterem Okuyucularımız;
Ahlâk, insan rûhundaki huy dediğimiz bir meleke, bir hassa demektir.
Böyle bir meleke; ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız bir netice verir. Bu ahlâki melekelerin güzel neticelerine “Ahlâk-ı hasene” veya “Ahlâk-ı hamide” adı verilir. Çirkin neticelerine ise “Ahlâk-ı zemime” denilir.
Edep, haya, tevazu, hilim, cömertlik, kanaat, tevekkül, sabır, şükür, merhamet, af ve müsamaha... gibi güzel huylar, ahlâk-ı hamidenin birer neticesidir.
Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, riyâ, hırs, haset, yalancılık, gıybet, suizan, koğuculuk... gibi kötü huylar da, ahlâk-ı zemimenin birer neticesidir.
İnsan dünyaya geldiğinde bu kötü huylardan hiç birisi üzerinde yoktu. Bunları hep sonradan öğrenir ve itiyat hâline getirir. Fıtratta olmayan bu huylardan kurtulmak ve ahlâkı güzelleştirmek mümkündür.
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Zira din güzel ahlâktan ibarettir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek ahlâkını överek:
“Doğrusu senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk sahibisin.” buyurmuştur. (Kalem: 3-4)
İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet vermiştir. İslâm dininin gayesi güzel ahlâktır.
Güzel ahlâk Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin sıfatı, sıddıkların amellerinin en makbulü, en yücesidir. Takvâ sahiplerinin mücâhedelerinin meyvesi, müminlerin âhiret sermayesidir.
Müslümanlıkta insanın mânevî kıymeti, sahip olduğu güzel ahlâk ile mütenasiptir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Müminlerin iman bakımından en olgun ve kâmil olanı ahlâkça en güzel olanıdır.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de:
“Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” buyuruyorlar. (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisinden evvel gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’in dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemale erdirmiştir. Onun ahlâkı Kur’an ahlâkı idi.
Diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Hayırlılarınız, ahlâk bakımından en güzel olanınızdır.” (Buharî)
“Kıyamet günü müminin amel terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz.” (Tirmizî)
“Bir mümin güzel ahlâkı ile gündüzleri oruç tutan, geceleri ibadet için ayakta bulunan kimselerin derecesine erişir.” (Ebu Dâvud)
“Allah katında kulun ziyâde sevgilisi güzel ahlâka sahip olandır.” (Buhârî)
“Bana en sevgili olanınız ve kıyamet günü meclis bakımından en yakın olanınız ahlâkça en güzel olanınızdır.” (Tirmizî)
“Sizlerden cennette bana refik olan kimse dünyada güzel ahlâka mâlik olanlarınızdır.” (Münavi)
“Güzel ahlâk kendi sahibini cennete dâhil eder.” (Buharî)
“Sirke balı ifsâd ettiği gibi kötü huy dahî amel ve ibâdeti ifsâd eder.” (Ebu Dâvud)
“Kötü huy insan için şeâmeti mûcib olur. Sizin en fenânız, kötü huy ve ahlâk sâhibidir.” (Ebu Dâvud)
“İmanın kemâli güzel huydur.” (Münavi)
“Nerede bulunursan bulun Allah’tan kork! Bir günahın ardından hemen bir iyilik yap ki, o günahı gidersin. İnsanlarla güzel ahlâkla geçin.” (Tirmizî)
“Siz mallarınızla insanların gönüllerini alamazsınız. Ancak güler yüzünüz ve güzel ahlâkınızla onlara yetişebilir ve onları memnun edebilirsiniz.” (Beyhakî)
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah bir kula hayır murad ettiği zaman, onun kalbinin kilidini açar. Onun kalbinde yakîn ve sıdk hasıl eder. Onun kalbinin içine girenleri koruyan bir muhafaza kabı kılar ve o kimsenin kalbini selim, lisanını sâdık, ahlâkını müstakim, kulağını işitici ve gözünü de görücü kılar.” (Râmuzü’l-Ehâdis)
Bir insan için kuvvetli bir iman kadar kıymetli hiçbir şey yoktur. İnsanı gerek bu dünyada gerekse ahirette saâdet ve selâmete ulaştıracak yegâne cevher böyle bir imandır. Bunun için de ömrün son anına kadar onu elden kaçırmamak için çalışmak lâzımdır. Aksi takdirde kişi bu büyük nimetten mahrum olur. Bir insan nasıl ki tertemiz bir müslüman olarak dünyaya geliyorsa, öyle yaşamalı, o güzelliğini muhafaza etmeli ve öylece ölmelidir. Hayatta iken gerek dinine gerekse imanına zarar verecek, tehlikeye düşürecek her türlü kötü söz ve inkârdan korunması gerekir.
İslâm ahlâkı ile süslenmek ne kadar güzeldir. Her süs dünyada kalır, bu süs ise ahirete intikal eder.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini insanların en mükerrem ve en değerlisi kıldığı gibi, ümmet-i muhteremesini de ümmetlerin en hayırlısı, en faziletlisi yapmıştır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân: 110)
Bu efdâl ümmetin, bütün ümmetlerden hayırlı olması; tâbi oldukları âlicenap peygamberin bütün peygamberlerden hayırlı olmasından dolayıdır.
Bir Hadis-i şerif’te:
“Ümmetim, ümmetlerin en hayırlısı kılındı.” buyuruluyor. (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ İslâm ahlâkı ile ahlâklanan hakiki müminlerin vasıflarını birçok Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Müminler o kimselerdir ki, Allah’a ve Resul’üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır.” (Hucurât: 15)
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: ‘İşittik, itaat ettik!’ demekten ibarettir.
İşte saâdete erenler onlardır.” (Nûr: 51)
“Müminler saâdete ermişlerdir.” (Müminûn: 1)
“Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (Müminûn: 2)
“Onlar ki, boş şeylerden yüz çevirirler.” (Müminûn: 3)
“Onlar ki, zekâtlarını verirler.” (Müminûn: 4)
“Onlar ki namazı kılarlar, zekâtı verirler ve onlar ahirete de kesin olarak iman ederler.” (Lokman: 4)
“Onlar ki, eşleri ve câriyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar kınanamazlar. Bu sınırı aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.” (Müminûn 5-6-7 – Meâric: 29-30-31)
“O müminler ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.” (Müminûn: 8 – Meâric: 32)
“Ancak namaz kılanlar hariç. Onlar ki namazlarına devam ederler.” (Meâric: 22-23)
“O müminler ki, namazlarına riâyet ederler.” (Müminûn: 9 – Meâric: 34)
“Onlar ki ceza gününü tasdik ederler.” (Meâric: 26)
“Onlar ki Rabb’lerinin azabından korkarlar. Çünkü Rabb’lerinin azabından emin olunmaz.” (Meâric: 27–28)
“İman edip sâlih ameller işleyenler için, Rahman bir sevgi peyda edecektir.” (Meryem: 96)
“Müminler o kimselerdir ki, Allah zikredilince kalpleri titrer.” (Enfâl: 2)
“Kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır.” (Enfâl: 2)
“Onlar ki sabrederler ve yalnız Rabb’lerine tevekkül ederler.” (Ankebût: 59)
“Onlara bir musibet geldiğinde: ‘Biz Allah içiniz ve elbette ona döneceğiz.’ derler.” (Bakara: 156)
“Rahman’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ve vakar ile yürürler.” (Furkân: 63)
“Cahiller kendilerine lâf attıklarında: ‘Selâm!’ derler.” (Furkân: 63)
“Onlar ki, gecelerini Rabb’leri için secdeye vararak ve kıyama durarak geçirirler.” (Furkân: 64)
“Onlar ki şöyle derler: Ey Rabb’imiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı sürekli ve acıdır. Orası ne kötü bir yer, ne kötü bir konaktır!” (Furkân: 65-66)
“Onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur.” (Furkân: 67)
“Onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar.” (Furkân: 68)
“Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar.” (Furkân: 68)
“Zinâ etmezler.” (Furkân: 68)
“Bunları yapan, günahının cezasını bulur.” (Furkân: 68)
“Onlar ki yalan yere şâhitlik etmezler.” (Furkân: 72)
“Faydasız bir şeye rastladıkları zaman izzet ve şereflerini koruyarak oradan geçip giderler.” (Furkân: 72)
“Onlar ki boş söz işittikleri vakit ondan yüz çevirirler ve derler ki: Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz sizedir. Selâm size! Biz câhilleri aramayız.” (Kasas: 55)
“Ve kendilerine Rabb’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (Furkân: 73)
“Onlar büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar.” (Şûrâ: 37)
“Kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar, affederler.” (Şûrâ: 37)
“Rabb’lerinin dâvetine icabet ederler.” (Şûrâ: 38)
“Onların işleri kendi aralarında istişare iledir.” (Şûrâ: 38)
“Kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar.” (Şûrâ: 38)
“Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirine yardım ederler.” (Şûrâ: 39)
“(Onlar) sabredenler, sâdıklar, huzurunda gönülden boyun bükenler, Allah için infak edenler ve seher vaktinde istiğfar edenlerdir.” (Âl-i imrân: 17)
“Onlar Allah’ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler.” (Ra’d: 21)
“Rabb’lerinden korkarlar ve en kötü hesaptan ürkerler.” (Ra’d: 21)
“O takvâ sahipleri ki, görmedikleri halde Rabb’lerinden korkarlar ve kıyametten de titrerler.” (Enbiyâ: 49)
“Sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler. Ahiret gününe de kesinlikle inanırlar.” (Bakara: 4)
“Onlar ki, Rabb’lerinin rızâsına ermek için sabrederler.” (Ra’d: 22)
“Ve kötülüğü iyilikle savarlar.” (Ra’d: 22)
“İşte onlar gerçek müminlerin tâ kendisidir. Onlar için Rabb’leri katında dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (Enfâl: 4)
“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, itaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, sâdık erkekler ve sâdıka kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşu duyan erkekler ve huşu duyan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar...
işte Allah bunlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb: 35)
“İşte onların mükâfâtı, Rabb’leri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedî olarak kalacaklardır.
Çalışanların mükâfâtı ne güzeldir!” (Âl-i imrân: 136)
“İşte biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.” (En’âm: 84)
“Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklar, orada ebedî kalacaklardır.” (Müminûn: 10-11)
“İşte onlar cennetlerde ikram olunacaklardır.” (Meâric: 35)
“Onlar orada hürmet ve selâm ile karşılanacaklardır.” (Furkân: 75)
“Orada ebedî kalacaklardır. Orası ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir makamdır.” (Furkân: 76)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bazı Hadis-i şerif’lerinde müminlerin özelliklerini beyan buyurmaktadır:
“Mümin olanlar, ehl-i iman ile ülfet ederler. Müminler ile dostluk bağından kopmuş bulunanlarda hayır yoktur.” (Ahmed bin Hanbel)
“Müminin insanlar üzerinde külfet ve meşakkati az olur.” (Camiu’s-sağîr)
“Vaaz ve nasîhat için insanların arasına karışıp ezâ ve cefalarına sabır ve tahammül eden âlim ve âbid, yalnızlığı seçerek kimseye faydası dokunmayan sâlihlerden efdâldir.” (Tirmizî)
“Mümin-i kâmil olanlar Allah katında bâzı meleklerden efdâldir.” (İbn-i Mâce)
“Mümin-i kâmil vakur ve işleri sehl ve kolay olur.” (Camiu’s-sağîr)
“Bir kimse kendi nefsi için arzu ettiği ecir ve sevâbı din kardeşi için de arzu etmedikçe mümin-i kâmil olamaz.” (Buhârî)
“Mümin, iman sebebiyle tatlıdır. Binâenaleyh tatlıya meyyaldir.” (Münâvî)
“Müminin yumuşaklığı o kadar ziyâde olur ki kendisini görünce ahmak zannedersin.” (Münâvî)
• Ölçüleri Kitab-ı kerim ve sünnet-i seniye’dir.
• Özü sözüne, içi dışına uygun kişilerdir.
• Her hususta tam bir ihlâs sahibidirler.
• Kendi aleyhlerinde bile olsa doğruluktan ayrılmazlar.
• Haksızlıklara sabırla göğüs gererler.
• Tepki ve gayretleri hep Allah içindir ve eksiksizdir.
• Az gülerler ve dünya nimetlerinden dolayı sevinmezler.
• Sevdiklerini Allah için severler, buğzettikleri kimselere de Allah için buğzederler.
• Allah-u Teâlâ’nın gazabına uğramaktan korktukları zaman ölümü temenni ederler.
• Bidayette ve nihayette Allah’tan çok korkarlar, azab-ı ilâhîden son derece çekinirler.
• Kıyamet gününün dehşetinden bahsedildiği zaman bütün varlıklarını Allah korkusu sarar ve kendilerinden geçerler.
• Ömürlerinin kötü bir hatime ile sonuçlanıp da Allah’tan mahçup, cemalinden mahrum olmaktan son derece korkarlar.
• Sû-i hâtimeden çok korkarlar, kendilerinden geçecek kadar hüzünlenirler, elem çekerler.
• Ölümü hiçbir zaman unutmazlar, gördükleri ölüm hadiselerinden ibret alırlar.
• Münâfıklık sıfatından iyice arınmak için kendilerini devamlı olarak kontrol ederler.
• Hastalık hâlinde gönülleri tamamen Allah-u Teâlâ’ya dönüktür.
• Dünyaya sevgi ve şehvetle değil ibretle bakarlar.
• Kendilerini insanların en günahkârı, en kötüsü bilirler.
• Kendilerine ezâ edenleri affederler, kin gütmezler.
• Mümin kardeşlerine karşı hürmet ve tâzimleri büyüktür.
• Riyâset peşinde koşmazlar.
• Birbirlerine karşı nasihatı esirgemezler.
• Küçük büyük demeden herkese karşı çok nazik ve edepli davranırlar.
• Uzun gecelerde olsun, kısa gecelerde olsun Teheccüd namazını hiç bırakmazlar.
• Nefislerinden yana çok hazımkârdırlar.
• Allah-u Teâlâ’yı gafletle anmayı iyi karşılamazlar.
• Ağırbaşlı ve yumuşak huyludurlar.
• Herhangi bir tehlike ile karşılaştıkları zaman aslâ sarsılmazlar, Allah-u Teâlâ’dan itimatlarını kesmezler, işlerini O’na havale ederler.
• Kendilerine dostluk edenlerle münasebetlerini kesmezler.
• Din kardeşlerinin iyiliklerini takdir eder, ayıplarını görmemezlikten gelirler.
• Düşmanları ve çekemeyenleri çoğaldığı zaman Allah’ı çokça şükür ve istiğfar ederler.
• Tam bir insaf sahibidirler.
• Elleriyle ve dilleriyle hiç kimseyi incitmezler.
• Evlenmek istedikleri zaman sünnet-i seniye’ye riâyet ederler.
• Kendilerini yetiştirenlere karşı çok edepli ve terbiyeli davranırlar.
• Kendilerini nafile ibadetlere ehil görmezler.
• Başkalarından bir hediye beklemezler.
• Devlet kapılarını aşındıranlara yakınlık göstermezler.
• Hizmet-i ilâhîye öncelik tanırlar.
• Ahiret işlerini dünya işlerine tercih ederler.
• Evlâtları yüzünden cimri olmazlar.
• Kabirleri sık sık ziyaret ederler.
• Allah-u Teâlâ’yı anmaktan, Resul’üne salât-ü selâm eylemekten gâfil olmazlar.
• Kalpleri yufka, boyunları bükük, benizleri sarı, gözleri yaşlıdır.
• Taat ve ibadetteki kusurları sebebiyle korkarlar, helâk olacaklarını sanırlar.
• Allah-u Teâlâ kendilerine ihsanda bulundukça ve onları huzuruna yaklaştırdıkça Allah-u Teâlâ’dan korkuları artar.
• Müslümanlara karşı çok şefkatlidirler.
• Zahirde halk, bâtında Hakk iledirler.
• İnce bir görüşe dayalı amelleri çoktur.
• Kendileri için mümkün olan bir kalp dürüstlüğü dışında Allah-u Teâlâ’dan duâlarının hemen icabetini talep etmezler.
• Sevgilerinde samimidirler.
• Günahkârlara acır, onları hor ve hakir görmezler.
• Komşularını hiçbir şekilde gücendirmezler.
• İsraftan ve cimrilikten sakınırlar.
• Mevcuda kanaat ederler.
• Amellerinin şiddet ve kuvveti ince bir görüşe dayalı bulunur.
• İmama uyduklarında iftitah tekbirini imamın ardınca hemen alırlar.
• Dünyaya önem vermezler.
• Çok yemekten çekinir, sık sık abdest bozmaya gidip gelmekten utanırlar.
• Maldan yana selâmeti tercih ederler.
• Şahsî halleri iyiye yorarlar, sû-i zanda bulunmazlar.
• Rızık hususunda endişeleri yoktur.
• Şiddet ve sıkıntıları nimet ve rahata tercih ederler.
• Allah dünyayı onlardan çevirdiği zaman kalplerinde derin bir genişlik hâsıl olur.
• Dünyevî arzularına kavuşamadıkları zaman şiddetle sevinirler.
• Giyim hususunda helâlinden buldukları ile iktifa ederler.
• Helâlde israf etmezler.
• Birbirlerine çokça nasihat ederler, kendilerine yapılan nasihatları da iyi karşılarlar.
• Nasihat ve tavsiyelerini ancak kabulünü umdukları zaman yaparlar.
• Yaptıkları hayırlı işleri gözlerinde büyütmezler.
• İlim, amel ve irşadlarına bazı âfetlerin sokulmasından çok korkarlar.
• Arkadaşlarının hallerini sormaları ciddî ve çok olur.
• İblis’le mücadele hususunda çok uyanık, İblis’in hile ve tuzakları hakkında çok dikkatli olurlar.
• Din kardeşlerine karşı büyüklenme kokusu taşıyan işlerden son derece sakınırlar.
• İnsanları iman ve nifak bakımından sahip oldukları menzillere göre değerlendirirler.
• Kalp katılığını mucip topluluklardan sakınırlar.
• Ziyaretleri kesilen kardeşlerini ziyaret sevabından mahrum kalmamaları için ikaz ederler.
• Alım-satımla ilgili dini hükümleri bilmeden alış-verişe başlamazlar.
• Kusurlu olanlara karşı yumuşak davranırlar.
• Kendileri veya başkaları hakkında gördükleri rüyâları değerlendirirler.
• Allah-u Teâlâ’ya karşı olan kusurlarından dolayı çok üzülürler.
• Sâlih amelleri bırakacak kadar Allah-u Teâlâ’nın affına güvenip aldanmazlar.
• Belâ ve musibetlere karşı çok sabrederler. Allah-u Teâlâ’nın takdirine karşı kızmazlar.
• Yakınlarından; eş, kardeş ve çocuklarından birini kaybettikleri zaman Allah-u Teâlâ’nın emrine teslim ve kazasına râzı olurlar.
• Kendilerini Rabb’lerine olan şükür borçlarının bir zerresini bile edâ etmemiş olarak kabul ederler.
• Herhangi birinin muttakilik iddiâsı olmaksızın takvâya çok dikkat ederler.
• Müslüman kardeşlerinin kusurlarını örter, kendi nefis muhasebelerini çok şiddetli ve kuvvetli bir şekilde yaparlar.
• Tevekkül, sekinet ve vakar sahibi olmaya gayret ederler.
• Az konuşurlar, çok susarlar, hikmetle konuşurlar.
• Hiçbir müslümana hakaret etmez, her müslümana çokça nasihat verirler.
• Tokluktan sakınırlar, açlığa katlanırlar.
• Toplantılarında gıybet kapısını kaparlar.
• Abdestte, namazda, namazdaki kıraatte ve diğer ibadetlerde vesvese etmezler.
• Sırları örterler, bir kimse hakkında duyduklarını ona ulaştırmazlar.
• Yaptıkları iyilikleri başa kakmazlar.
• Cefâlı ve kötü tabiatlı kimselere karşı iyi davranırlar.
• Fütüvvet ve mürüvvetleri çok kuvvetlidir.
• Çok kerim ve cömerttirler.
• Kardeşlerine iyilik yapmayı, genişlik ve rahatlık vermeyi ve birbirlerini sevindirmeyi çok severler.
• Birini Allah yolunda kardeş seçerken acele etmezler.
• Ancak hakkını yerine getirebileceklerini bildikleri kimseleri kardeş edinirler.
• Misafire ikram ederler, hizmeti de bizzat kendileri yaparlar.
• İhtiyaçlarından fazlası ile çok sadaka verirler.
• Muhtaç bir kimse ihtiyacını arzedince onu azarlamazlar, güleryüzle karşılarlar ve ihtiyacından dolayı istediğini kabul ederler.
• Yoksulları severler ve onlara tevâzu gösterirler.
• Malı tutmak için değil infak için severler.
• Helâlinden kazanmak şartıyla ihtiyaçlarından fazlasını gecede ve gündüzde sadaka olarak dağıtırlar.
• Mesuliyet ve âfetleri çok olduğu için dünya işlerinden hiçbirisinde başkan olmayı sevmezler.
• İnsanlara düşmanlık gütmezler, onlarla hoş geçinirler, kimseye kötülükle mukabele etmezler.
• Bugünkülerin aksine birbirinden uzak kaldıkları zaman yekdiğerine yazı ile çok nasihatte bulunur, kendisine nasihat verilen nasihat dinler, edene teşekkür eder.
• İnsanlardan uzak yaşarlar, şer’î bir maslahat bulunmadıkça halk arasına pek karışmazlar.
• Makamları yükseldikçe tevazuları artar.
• Peygamber Aleyhisselâm’ın yapılmasını teşvik buyurduğu hiçbir fazileti hafife almazlar. Faziletleri çoğaltmaya çalışırlar. Çok sayıda fazilet sahibi oldukları halde, kendilerine olgun bir tek fazilet sebebini lâyık görmezler.
• Kendilerini günahtan sâlim görmedikleri için gece gündüz tevbe ve istiğfar ederler.
• İyiyi emreder, kötüden de de nehyederler.
• Yaptıkları işlerle nazlanmaktan ve kendilerini beğenmekten uzaktırlar.
• Altın ve gümüş paraları açları doyurmak, çıplakları giydirmek, borçluların borcunu ödemek için harcamaya öncelik tanırlar.
• Şehvetlerin terkinde ve ibadetleri ifâsındaki nefis mücadeleleri çok kuvvetlidir, fakat hayatlarının sonuna kadar yaptıkları mücadeleyi kâfi görmezler.
• İbadetler hususunda gece olsun gündüz olsun, kadın olsun erkek olsun çok çalışırlar, gece ibadetini kesintiye uğratmadan devam ederler.
• Çok istiğfar ederler, gereği gibi amel edemediklerini görerek her Kur’an-ı kerim okuyuşta Allah-u Teâlâ’nın gazabından çok korkarlar.
• Her namazda Allah-u Teâlâ’nın huzurunda durmak için vaktin evvelinde hazırlanırlar.
• Oruç ve Hacc ibadetlerinde fazlasıyla edebe riâyet ederler.
• Allah-u Teâlâ’dan son derece hayâ ettikleri gibi, halktan da hayâ ederler.
• Takvâları çok kuvvetli olduğu halde kendilerini takvâlı görmezler, Allah ve Resul’ünü çok severler.
• Dünya arâişine kapılmazlar. Kendilerini dünyaya kaptıranları da kınarlar.
• Kendilerini insanlardan dilenmekten koruyan iş ve sanatları nafile ibadetlerinden ve vakti müsait olan vaciplerden öne alırlar.
• Allah-u Teâlâ’ya olan kusurlarından dolayı çok üzülürler.
• Keşif veya ilham yoluyla ileride kendilerinden vuku bulacak bir kusura muttali oldukları zaman nefislerini Allah-u Teâlâ’nın önüne atar ve O’na yalvarıp mağfiret dilerler.
• Konuşmalarında ve teliflerinde insanlar övsünler ve: “Filân kimse yazdığı bu kitapta kusur etmemiş.” desinler diye süslü ve yaldızlı söz söylemek için kendilerini yormazlar.
• Dargınları barıştırmak için aracı olurlar.
• Kimseye kin gütmezler.
• Haset etmezler.
• Kibirlenmezler, büyüklük taslamazlar.
• Bilmedikleri bir şey hakkında hüküm vermezler.
• Kötülüklerin her çeşidinden, gizlisinden açığından, büyüğünden ve küçüğünden sakınırlar.
• Emanete hıyanet etmezler.
• Kimsenin gizli hallerini araştırmazlar ve ortaya koymazlar.
• Yalan söylemezler, yalan yere yemin etmezler, yalancı şâhitlik yapmazlar.
• Kötülerle dostluk kurmazlar.
• Her iyi işe destek olurlar, maddî ve mânevî yardımda bulunurlar.
• Zulme aslâ yardımcı olmazlar, kötüleri korumazlar. İnsanları kötülüklerden kurtarmaya çalışırlar.
• Alçakgönüllü ve mütevâzi kimselerdir.
• Öfkelerini yenerler, kusurları affederler.
• Ana-babaya itaat ederler, onların kalplerini kıracak sözlerden ve davranışlardan kaçınırlar.
• Üzerlerine aldıkları vazifeyi en güzel bir şekilde yapmak için dikkat ederler.
• Kötülerin hâlini gördükleri zaman ibret alırlar, onların düştükleri hatalara düşmemeye çalışırlar.
• Kimse ile alay etmezler, başkalarına kötü lâkap takmazlar.
• Haramlardan kaçındıkları gibi her ne surette olursa olsun şüpheli şeylerden de kaçınırlar.
“Yumuşak huyluluk, ağır başlılık, sabırlı ve temkinli olmak” gibi mânâlara gelen “Hilm”; aynı zamanda intikam almak kudretine sahip iken tahammül etmek, öfke ateşini söndürmek, kızmamak, hadiseler karşısında heyecana kapılmamak gibi mânâlara da gelen ahlâkî bir fazilettir. Derecelerin yükselmesi için vesiledir.
Hilm; müslümanlığın en temel güzelliklerinden bir güzelliktir, ahlâk-ı hamidenin özüdür, kişiyi Allah-u Teâlâ’nın sevgisine mazhar eder.
Hilm zorluklara, sıkıntılara karşı bir perdedir. Hilm, kişi için bir ziynettir. Halim insanlar daha az hata yapar.
Allah-u Teâlâ’nın ism-i şerif’lerinden birisi de “Halîm”dir. “Hilmi çok olan, suçluların cezasını vermekte acele etmeyen, kullarının isyanından etkilenmeyen, günahkârlara gazap etmesi kendisini telâşa düşürmeyen.” demektir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Gerçektan O halîm olandır, çok bağışlayandır.” (İsrâ: 44 - Fâtır: 41)
“Halîm” kelimesi Kur’an-ı kerim’de on bir Âyet-i kerime’de yer almaktadır.
Allah-u Teâlâ çok sabırlı, çok merhametlidir. Günahkâr kullarına, kâfirlere; bunca isyanlarına rağmen, tevbe kapısını açık bırakmakta, kudret ve kuvvet sahibi olmasına rağmen kullarının yaptıkları nice nice fenâlıkları görmemezlikten gelmekte, kendisine isyan edene ceza vermekte ve intikam almakta acele etmemekte, hallerini ıslah etmelerini beklemekte, gücünün azametine rağmen mühlet vermekte ve rızıklandırmaktadır.
Bir Âyet-i kerime’de “Hilm” ile “İlim”i beraber anmış ve şöye buyurmuştur:
“Şüphesiz ki Allah çok iyi bilendir, hilm sahibidir.” (Hacc: 59)
İnsanların ilmi sınırlı olduğu için hadiseler karşısında hilm ve tahammül gösterememektedirler. Fakat ilimde kemâle eren kimseler böyle değildir. Onlar gerçekten hilm gösterirler, her hususta öfkelerine hâkim olurlar, zorluklara katlanırlar, azgınlık yapmazlar, haddi aşmazlar, tahriklere kapılmazlar, mazluma yardım ederler, hırsları yüzünden küçülmezler, cimrilik yapmazlar, israf etmezler, ihtiraslarına yenilmezler, basit hedeflerle yetinmezler, kin gütmezler, gurur ve kibre kapılmazlar, merhametlidirler, bağışlayıcıdırlar, kötülüğü iyilikle karşılarlar.
Kararlılık, sekinet, gönül zenginliği, akıllı ve bilgili olmak, ahmaklıktan uzak bulunmak, hilm sahibi bir insanın özelliklerindendir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde hilmi peygamberlerin ahlâkından biri olarak vasıflandırmış ve:
“Hilm peygamberliğe yakın bir fazilettir.” buyurmuştur. (Câmiu’s-sağîr)
Hilm peygamberlerde bile az rastlanabilen, çok zor kazanılabilecek derecede değerli, yüksek bir fazilettir.
Hilm bir Allah vergisidir, ilâhî bir lütuftur, kaleme gelmez. İlim gelir de hilm gelmez.
Allah-u Teâlâ sâlih kullarını uzun uzun övdüğü halde, onları nadir olarak hilm ile vasıflandırmıştır.
Nitekim Allah-u Teâlâ; aslâ sarsılmayan köklü dağlar gibi imana sahip olan İbrahim Aleyhisselâm’ı Âyet-i kerime’sinde övmekte ve beşeriyete şöyle duyurmaktadır:
“Çünkü İbrahim cidden halîm (yumuşak huylu), içli ve kendisini Allah’a vermiş bir kimse idi.” (Hûd: 75)
Kendisine kötülük edenlerden hemen intikam almaya kalkışmazdı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram’dan Eşecc el-Asarî -radiyallahu anh-i överken şöyle buyurmuştur:
“Sende Allah’ın sevdiği iki haslet vardır; Biri hilm, diğeri teennîdir.” (İbn-i Mâce: 4187)
Hadis-i şerif’te geçen teennî; “Kararlılık, acelecilikten sakınma” mânâlarına gelir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, hilâfete kendisinden daha lâyık gördüğü Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- hakkında:
“O benden daha halîmdir.” buyurmuştur.
Hilmin ahlâkî güzellikleri her hususta kendini gösterir. Bütün iyiliklerin kaynağı mesabesindedir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Halîm olanlar dünyada ve ahirette büyük ve muhteremdir.” (Camiu’s-sağir)
Hilm öfkeye hâkim olmak, ağır başlılık ve yumuşak huyluluk olmakla beraber; aslâ güçsüzlükten husule gelen bir âcizlik kabul edilmemelidir. Hilm gücü yetince intikam almak değil, gücü yetince affedebilmektir.
Haksızlığa karşı öfke duymak da bir fazilettir. Çünkü inançlar bununla korunur.
Cömertlik, insanın kendi hakkını gönül rızâsı ile ihtiyaçlı olanlara devretmesidir.
İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını bildirmelerine meydan vermeksizin yardımda bulunmak en güzel cömertlik numunesidir.
Cömertliğin bir adı da sehavettir, gönül zenginliğine de sehavet denilmektedir.
Ahlâkî bir güzellik olan cömertlik, müslümanda bulunması gereken ve ona yaraşan güzel huylardan birisidir.
Malı olmayan kimse kanaatkâr, malı olan kimse ise cömert olmalıdır.
Korunması gereken yerde malı korumalı, sarfedilmesi gereken yerde de bolca harcamalıdır. Cömertlik, israf ile cimrilik arasında bir yol olup, gereği kadar harcamak, gereğinden fazlasını tutmaktır.
Kur’an-ı kerim’de kelime olarak “Cömertlik” geçmemekle birlikte, pek çok Âyet-i kerime’de; infak, ihsan ve ikram gibi beyanlarla cömertliğin fazileti anlatılmaktadır.
Allah-u Teâlâ “Kerîm”dir. Talepsiz, sebepsiz ve karşılıksız olarak kullarına ikramda bulunan, keremi bol, çok cömert olan demektir.
Mutlak kerem sahibi O’dur, verince fazlasıyla verir, istemeden de sebeplere başvurmadan da verir. Kime ne kadar verdiğine bakmaz, rahmet hazinelerini önlerine serer.
O öyle bir “Kerîm”dir ki; dilediğini adaletiyle cezalandırır, dilediğini keremi ile bağışlar.
Kapısına gelenleri boş çevirmez, kendisine ilticâ edip sığınanları hususi himayesine alır, muhafaza eder.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah müminlere karşı çok lütufkârdır.” (Âl-i imrân: 152)
Mahlûkat üzerindeki sayıya gelmeyen, ölçüye sığmayan nimetler ancak O’nun ikramı O’nun ihsanıdır. Yoklara varlık, fânilere hayat veren O’dur.
Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri şeylerin zâtına verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir. O’nun ödünç talep etmesi, müminin ruhundaki cömertlik duygularının harekete geçmesi için kâfidir.
Önceden kendileri için takdim ettikleri her şey, o gün yine kendilerine takdim edilecektir. Dünyada iken sakladıkları şeylerin en hayırlısı bunlardır.
Hadis-i şerif’lerde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in cömertliğine dâir pek çok rivâyetler yer almış, insanların en cömerdi olarak beşeriyete tanıtılmış, kendisine ihtiyacını bildiren hiçbir kimseyi geri çevirmediği belirtilmiştir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde cömertliğin, dalları dünyaya uzanan bir cennet ağacı olduğunu, kim onun bir dalını tutarsa o dalın kendisini cennete sokuncaya kadar terketmeyeceğini haber vermiştir. (Feyzü’l-Kadir)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Cömert insan Allah’a yakın, insanlara yakın, cennete yakın ve cehennem ateşinden uzaktır.” (Tirmizî)
Kim bir fedakârlıkta bulunursa, bu kendisi için biriktirilmiş bir hazinedir.
Allah-u Teâlâ geçici olarak tasarrufumuza bıraktığı az miktardaki malı, o korkunç gün gelmeden önce, O’nun rızâsı mucibince gönül rızâsı ile infak etmemizi istemektedir.
Cömert olabilmek için başkalarına iyilik yapmak yeterli değildir. Bu yardımın severek yapılması gerekir. Böylece insanda bir huy hâline gelmekle kazanılmış olur.
İyilik yapma, yardımda bulunma niyetini taşıdığı halde, bunu gerçekleştirme imkânına sahip olmayan kimse de cömert sayılır. İsteksiz veya zorla iyilik yapan bir kimse ise cömert sayılmaz.
Yapılan iyiliğe karşılık olarak bir övgü, teşekkür, maddî ve mânevî bir menfaat beklememek; gösterişten uzak durmak, iyilik yapılan kimseyi rencide edecek hususlardan kaçınmak cömertliğin mühim şartlarındandır.
Haşr sûre-i şerif’inin 9. Âyet-i kerime’sinde anlatılan hicretten sonra Medine’li Ensâr’ın, Mekke’li Muhâcirler’i evlerine alarak mallarına ortak etmeleri, yüksek bir cömertlik ve ferâgat numunesidir.
İtaatkâr müminler ellerindeki servetin hakiki sahibinin Allah-u Teâlâ olduğunu her an için itiraf ederler. O’nun malını muhtaç olanlara ulaştırmaya memur kılındıklarını idrak ederler. Yaptıkları bir iyilik karşısında halktan bir teşekkür ve bir karşılık beklemezler.
Bilirler ki bunlar rızık olarak Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine bahşedilen bir ikramdan ibarettir. Bu maddî ve mânevî ikramlardan az veya çok infak edip O’nun yolunda sarfiyatta bulunurlar. Aslında bu verdikleri, rızık veren gerçek “Rezzâk”ın verdiği şeylerin bir kısmıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” (Bakara: 3)
Bu Âyet-i kerime’nin mânâsı geniş olup; öncelikle zekât ve diğer sadakalar, yardımlar ve vakıf gibi hayırlar için mal sarfetmek gibi malî ibadetleri içine almaktadır.
Rızkı veren O’dur, infak emrini veren de O’dur.
O’nun hiç kimseye ihtiyacı yoktur, kimseden bir şey istemez. Mallardan zekât vermeyi farz kılması, yine kullarının menfaatinedir. O verilen az bir zekât, kalan serveti güzelleştirir, malın kirini giderir, muhtaç olanların ihtiyaçları giderilmekle gönülleri hoş edilmiş olur, ahiret hayatı için sevap kazanılır.
Müslümanlık temizlik üzerine kurulmuştur. Dinimiz temizliğe çok büyük önem vermiştir. Sağlığımız veya dinî görevlerimizle ilgili her hususta temizliğe dikkat etmemiz emredilmiştir. Zira temizlik her güzel görünüşün temelidir. Bir müslümanın içi, dışı, dişi temiz olmalıdır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“Allah temizlenenleri sever.” buyumuştur. (Tevbe: 108)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde temizliği imanın yarısı saymış, temiz olanın rızkının genişleyeceğini, sağlık kazanacağını bildirmiştir. Aynı zamanda elbise ve vücut temizliğini, ev ve mesken temizliğini, yol temizliğini, bilhassa diş temizliğini teşvik etmiştir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Temizlik imana dâvet eder. İman da sahibi ile birlikte cennettedir.” (Taberânî)
İslâm dini temizliği ibadet hâline getirmiştir. Her gün beş vakit namaz kılarken abdest almak, gerektiği zaman boy abdesti alıp bütün vücudu yıkamak ibadetin ilk şartıdır. Bu temizlik yapılmadan hiçbir ibadet makbul değildir. Elbisesi, bedeni veya namaz kılacağı yer temiz olmayan kimse namaz kılamaz.
Namaz İslâm’ın, temizlik de namazın şartıdır.
Fenâlar, en güzel yerleri kirletir ve çirkinleştirir; iyiler ise en kötü yerleri bile temizler, güzelleştirirler.
Dinimizde abdestsiz ve gusülsüz yapılmayan herhangi bir ibadetin yapılması için; cünüp ise boy abdesti almak, abdestsiz ise abdest almak farzdır.
Ağız temizliğinde mühim bir husus misvaktır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her abdest alışında misvak kullanmakla yetinmez, bu vakitler dışında da sık sık misvak kullanırdı. Eve her girişinde ilk yaptığı şey dişlerini misvaklamak olurdu, herhangi bir sebeple gece uyandığında dişlerini misvaklardı.
Misvakın önemini belirtmek için, Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Ümmetime zorluk vermek korkusu olmasaydı, kendilerine her namaz kılarken misvak kullanmayı emrederdim.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 484)
Üçüncü yaşından itibaren çocuğa diş temizliğini alışkanlık hâline getirmek gerekir.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Rüyamda dişlerimi misvaklıyordum. Yanıma biri diğerinden daha yaşlı iki kişi geldi. Ben misvağı küçüğüne vermek istedim. Bana: ‘Büyüğüne ver!’ denildi. Ben de büyüğüne verdim.” (Buhârî - Müslim)
Hadis-i şerif’lerden anlaşılıyor ki, yeme-içme ve konuşma gibi hususlarda yaşça büyük olanlar öncelik hakkına sahiptirler.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Misvak kullanmak ağzın temiz kalmasına ve Rabb’in râzı olmasına sebeptir.” (Nesâî)
•
Beden ve elbise temizliğinin bir şartı da “İstibrâ” ve “İstincâ”dır.
Yani gerek küçük abdest ve gerekse büyük abdest bozduktan sonra bunların bedene ve elbiseye bulaşmasına meydan vermemektir.
Küçük abdestten sonra sızıntı ve akıntıdan kurulanmaya “İstibrâ”, büyük abdestten sonra temizlenmeye de “İstincâ” denir.
Büyük abdestten sonra tam emniyet hasıl oluncaya kadar su ile temizlenmek ve kurulanmak lâzımdır. Su bulunmadığı yerde temiz taş parçası veya sert toprak parçası ile istinca yapılabilir.
Küçük abdestten sonra, kalan yaşlığı giderip kurulamak da vaciptir. Abdest alırken veya aldıktan sonra gelen akıntı abdesti bozar, namaz da sahih olmaz.
Diyebilirim ki bugün insanların yüzde doksanı, buna dikkat etmediklerinden abdestsiz namaz kılıyorlar. Bunu bizzat kendiniz tecrübe edin. Deneyin ki, kalbiniz mutmain olsun. Bardağı doldurup boşalttıktan sonra nasıl ki damla damla su akıyorsa, küçük abdestten sonra da mutlaka bir akıntı olur. İşte bu akıntı abdesti bozar. Kişinin abdestsiz namaz kılmasına sebep olur.
Bunun içindir ki bu husus üzerine dikkatlice eğilmek gerekiyor. Biraz oturmak, birkaç adım yürümek, pamuk koymak, ıkınmak... gibi usullere başvurulur.
Beş, on veya onbeş dakika kadar idrar kesintisi beklenir. Yine de kontrol şart, taharet lâzımdır. Kesilmiş olduğuna iyice kanaat getirmeden, abdest almamak gerekiyor.
Diğer taraftan kabir azabının çoğunun idrar sıçramasından, küçük abdest temizliğine dikkat etmemekten doğacağını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde beyan buyuruyorlar:
“İstibrâ husûsunda takvâ üzere olunuz. Zira kabirde birinci hesap idrardan taharet hakkındadır.” (Câmiu’s-sağir)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında kabristan yanından geçerken kabirdeki iki kişinin sesini işitince:
“Her ikisi de azap görüyorlar. Hem de azap görmeleri kendilerince büyük bir şeyden değil. Evet günahları büyüktür.
Birisi idrar sıçrıntısından sakınmaz, taharetlenmezdi, öbürü de iki kişinin arasını bozmak için söz taşırdı.” buyurdular. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 163)
Af ve bağışlama Allah-u Teâlâ’nın en büyük sıfatlarındandır. O’nun en güzel isimlerinden birisi de “Afüvv”dür, affı çok bol olan, günahları çokça bağışlayan demektir.
Allah-u Teâlâ engin merhameti ile günahlarından pişmanlık duyanları affeder. Günahların izlerini tamamen yok eder, kirâmen kâtibîn meleklerine kayıtlarını sildirir, kıyamet günü bu günahlardan dolayı hesap sormaz, mahçup olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.
“Ğafûr” ve “Ğaffâr” da O’nun isimlerindendir.
Güzeli, iyiyi ortaya çıkarır, hadsiz rahmetiyle kullarının günahlarını tekrar tekrar affedip bağışlar, dünyada gizleyip örter, mağfireti pek çoktur, merhameti engindir.
Rahmetinin gadabını geçmesi, günah ve kusurları örtüp bağışlaması günahkârların tek umut kapısı, tek kurtuluş çaresidir.
Allah-u Teâlâ af ve müsamahanın kin ve intikamdan daha faziletli olduğunu Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Kim sabreder, kendisine yapılan kötülüğü affederse, şüphesiz ki bu çok mühim işlerden birisidir.” (Şûrâ: 43)
“Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder, barışırsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez.” (Şûrâ: 40)
Af; kusurları bağışlamak demektir. Allah-u Teâlâ’ya nispet edildiği zaman, kullarına azap etmemesi, günahlarını bağışlaması mânâsını taşır. İnsanların af ile muamele etmesi ise; kendilerine yapılan zulmün intikamını almaya güçleri yettiği halde bağışlamalarıdır. Elinde her türlü fırsat varken intikam almamak, affetmek herkesin kârı değildir. İşte Allah-u Teâlâ bize bunu emretmektedir.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde ise şöyle buyuruyor:
“Af yolunu tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir.” (A’râf: 199)
“Güzel bir hoşgörü ile muâmele et.” (Hicr: 85)
“O takvâ sahipleri bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah da güzel davrananları sever.” (Âl-i İmrân: 134)
“Affetmeniz takvâya daha yakındır.” (Bakara: 237)
“Eğer bir iyiliği açığa vurur veya gizlerseniz yahut size yapılan bir fenalığı affederseniz, bilin ki Allah çok affedicidir, her şeye kâdirdir.” (Nisâ: 149)
“Kusurlarını affetsinler, aldırmasınlar. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez, istemez misiniz? Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Nûr: 22)
“Affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcı çok merhametlidir. (O da sizi bağışlar).” (Teğâbün: 14)
Musa Aleyhisselâm:
“Yâ Rabbî! Senin ind-i ulûhiyetinde en değerli kulun kimdir?” diye sorduğunda:
“Kendisine ezâ edenin cezasını vermeye kudreti olduğu halde affeyleyenlerdir.” buyurdu. (Camiu’s-sağîr)
Bu yüksek ahlâkın en güzel numunesi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.
Şahs-ı âlîlerine yapılan bütün hakaret ve kusurları daima affetmişler, ceza ve intikam yoluna gitmemişlerdir.
Risâletinin ilk yıllarında İslâmiyet’i yaymak için Tâif’e gitmişti. Dâvetini kabul etmedikleri gibi, taşa tuttular. Vücudu kan içinde kaldı. Buna rağmen onlara bedduâ etmedi, Hazret-i Allah’a hidayete ermeleri için niyaz etti.
Kendi kavmi olan Kureyş, Uhud savaşında mübârek yüzünü yaraladılar, dişini kırdılar. Bu durumda bedduâ etseydi, helâk olacaklardı. Fakat o, yüzünden kanlar akarken şöyle duâ ediyordu:
“Peygamberini öldürmek isteyen bir kavim nasıl felâh bulur? Allah’ım, sen kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar.” (Buhârî)
Kureyş’lilerin Mekke’de on üç yıl boyunca ona ve müslümanlara yaptıkları eziyet ve işkenceler saymakla bitmez.
Alay ettiler, hakaret ettiler, ölümle tehdit ettiler. Yoluna dikenler serdiler, üzerine pislikler attılar. Mübarek boynuna kement atarak sürüklemek istediler. Sihirbaz, kâhin, mecnun... dediler. Müslümanları uzun zaman muhasara altında tuttular. Nihayet memleketlerinden çıkmaya mecbur bıraktılar...
Mekke fethedildiği gün, bütün bu zulüm ve işkencelerin intikamını alma fırsatı eline geçmişti. En azılı düşmanları ayakları altına serilmiş, hayatlarından ümitlerini kesmişlerdi. Her an ne suretle öldürüleceklerini bekliyorlar ve bunun kendileri için haklı bir ceza olduğunu da biliyorlardı.
Fakat o şefkat ve merhamet timsali yüce Peygamber onlara:
“Ey Kureyş! Bugün benim size ne yapmamı beklersiniz?” diye sordu.
“Hayır umarız. Sen kerim bir kardeşsin, kerim bir kardeş oğlusun...” diye cevap verdiler.
Rahmet Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
“Size bugün Yusuf Aleyhisselâm’ın kardeşlerine dediği gibi diyorum. Bugün siz hesaba çekilmeyeceksiniz ve ayıplanmayacaksınız. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz.”
Allah-u Teâlâ Uhud savaşında kusur edenlere karşı Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yumuşak davranmasını Âyet-i kerime’sinde övmüştür:
“Allah’ın rahmeti sayesindedir ki, onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi.” (Âl-i imrân: 159)
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Kusurlarını affetsinler, aldırmasınlar. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez, istemez misiniz?” (Nûr: 22)
Elbette seversiniz, istersiniz. Öyleyse siz de af yolunu tutun, kusurları bağışlayın.
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Kendi gadabını def edenlerden Cenâb-ı Allah azâbını kaldırır.” (Camiu’s-sağîr)
“İntikama kâdir olduğu halde kendine zulmedeni affeyleyen kimseyi Cenâb-ı Allah kıyamet gününde affeder.” (Camiu’s-sağîr)
Şefkat, acıyıp esirgemek demektir. Büyüklere saygı, küçüklere şefkat göstermek, emsallere karşı da müsamahalı davranmak dinimizin üzerinde durduğu ahlâki faziletlerdendir. “Allah-u Teâlâ’nın emirlerine tâzim, mahlûkatına şefkat” büyük bir esastır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bir tatlı dil, bir de af!” buyuruyor. (Bakara: 263)
Müslümanların herhangi bir işe başlamak istemeleri hâlinde ilk önce “Besmele” ile, yani Allah-u Teâlâ’nın sonsuz merhamet sahibi olduğunu bildiren Rahman ve Rahim ismi ile başlamaları emredilmiştir. Her şey ilâhî rahmetin bir tecellîsidir. Melâike-i kiram duâlarında şöyle söylerler:
“Ey Rabb’imiz! Rahmetin ve ilmin her şeyi içine almıştır.” (Mümin: 7)
Müminlere duâlarında şöyle söylemeleri beyan buyuruluyor:
“De ki: Ey Rabb’im! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.” (Müminûn: 118)
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“İnsanlara merhamet etmeyenlere Allah merhamet buyurmaz.” (Buhârî)
Bir gün huzur-u saâdetlerine bir grup insan gelmişti. “Siz çocuklarınızı öper misiniz ya Resulellah?” dediler. “Evet” buyurunca: “Fakat biz vallahi öpmeyiz!” dediler.
Buyurdular ki:
“Allah sizin kalplerinizden merhameti aldıysa ben verebilir miyim?” (Buhârî-Müslim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz insanlara emrettiği şeyleri kendi hayatında bizzat tatbik etmiş, çocuklara sevgi ve şefkat göstermiştir. Kendi torunlarına ve diğer bütün çocuklara karşı muhabbeti pek fazlaydı, sevgi, şefkat ve merhamet hisleriyle doluydu. Yolda karşılaştığı çocuklara selâm verir, konuşur, hâl ve hatırlarını sorar, okşayıp bağrına basar, sever, öper, hoşlarına gidecek şeylerle onları sevindirir, hayır duâda bulunurdu. Müslüman olmayanların çocuklarını da aynı derecede sever ve öperdi.
Zaman zaman çocukları, hususiyetle torunlarını omuzuna ve sırtına bindirir, hoşlanacakları lâkaplar takmak suretiyle çocuklarla şakalaşır ve onları eğlendirirdi.
Küçük çocukları öpmek, şefkat ve merhamet alâmetidir. Büyük ile küçük arasındaki sevgi bağlarının güçlendirilmesine, sağlam bir irtibatın kurulmasına sebep teşkil eder. Büyüğün küçüğe gösterdiği tevazunun bir delilidir. Şefkat ve merhametten mahrum olanlar, bunlardan hasıl olan sevaptan da mahrum olurlar.
Şefkat önce insanın kendi âilesinden, çocuklarından başlar.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Her ağacın bir meyvesi vardır, kalbin meyvesi de çocuktur. Çocuğuna merhamet etmeyene Allah merhamet etmez. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki cennete ancak merhametli olanlar girer.” (Bezzâr)
Diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Küçüğümüze merhamet, büyüğümüze hürmet ve itaat etmeyenler seçkin ümmetimizden değildir.” (Tirmizî)
“Rıfk ve şefkat; yani halk ile mülâyemet ve lütuf ve merhamet eylemek akıl ve hikmetin başıdır.” (Câmiu’s-sağîr)
“Bir kalpden merhamet eksik olmaz, meğer ki o kalbin sâhibi şakî olsun.” (Ebu Dâvud)
“Şefkat insan için uğurlu ve mes’ûd olduğu gibi aksi olan sertlik dahî uğursuzluk sebebidir.” (Münâvî)
“Bir mümine yapılan zillet ve hakareti görüp engel olmaya gücü yettiği halde yardımda bulunmayanları, Cenâb-ı Hakk mahşerde zelîl eder.” (Ahmed bin Hanbel)
“Vallahi kimse azap görmeden cennete giremez, illâ ki merhamet sâhibi olsun.” (Münâvî)
İki veya daha çok kimse arasında meydana gelen samimi bir sevgi ve bağlılık demektir.
Her insanın sevincini, kederini ve sırlarını paylaşacağı, içini dökeceği, samimiyetle bağlanacağı dostlara ihtiyacı vardır. Hiçbir maksat ve menfaat düşüncesi olmadan, sırf Allah için kurulan dostluklar uzun ömürlüdür. Ahirette de devam eder.
Âyet-i kerime’de:
“Dostlar o gün birbirine düşmandır; takvâ sahipleri müstesna.” buyuruluyor. (Zuhruf: 67)
Aslında bütün müslümanlar birbirlerinin dostu ve kardeşidir. Fakat buna rağmen bir müslümanın herkesten daha çok sevdiği, daha samimi duygularla bağlandığı dostlarının bulunması normaldir. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz arasındaki dostluk buna mümasil bir dostluktur.
Evlerini ve mallarını Mekke’de bırakarak hicret eden muhacirleri Medine’li ensar evlerine almışlar, onların ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarına tercih etmişlerdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu samimiyeti takviye etmek için muhacir ve ensar arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti.
Sâlih arkadaş edinmek, arkadaşlık haklarına azami riayet ederek bu dostluğu devam ettirmek dünya ve ahiret saâdeti bakımından son derece değerlidir.
Hayırlı bir dosttan mahrum kalanlar, Âyet-i kerime’ye göre âhirette bunun hasretini hayıflanarak şöyle dile getirecekler:
“Şimdi artık bizim ne şefaatçımız var, ne de sıcak bir dostumuz!” (Şuarâ: 100-101)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sâlihlerden bir çok dostlar edininiz. Zira sülehâdan her fert kıyamet gününde şefaat etmek için izinlidir.” (Camiu’s-sâğir)
“Sâlih bir dosta sahip olmak, kişinin saâdetindendir” (Münâvî)
“İyi ve kötü arkadaş misk taşıyan ve körük çeken gibidir. Misk taşıyan ya sana misk verir ya sen ondan satın alırsın, yahut üzerinde güzel koku bulursun. Körük çeken ise ya senin elbiseni yakar, yahut kötü koku duyarsın.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1884)
“Günahkâr ve isyankâr arkadaşlardan sakın. Zira senin de onlardan olduğun anlaşılır.” (Câmiu’s-sağîr)
“Kişi arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle arkadaşlık kuracağına dikkat etsin.” (Ebu Dâvud: 4833)
Dikkat edilirse arkadaşlık kurulacak kimselerin ahvalini iyice tedkikten geçirmek gerekiyor.
Bir kimse ile kardeşlik akdedince nikâh akdi gibi bazı haklar ortaya çıkar.
Hadis-i şerif’te:
“İki dost, birbirini yıkayan iki el gibidir.” buyuruluyor.
Arkadaşının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından üstün tutmalı. İstetmeden mal ve bedenle her türlü yardımına koşmalı, ilk seçme ve tercih hakkını arkadaşına bırakmalıdır.
Sevinçte ve tasada, kâr ve zararda yanında bulunmalı, müsamahalı olmalı, daima hüsnüzan beslemeli, sırlarını saklamalı, hatalarını bağışlamalı, kusurlarını örtmeli, her hususta onun hukukunu gözetmelidir.
Hayatında da vefatında da arkadaşını hayır duâ ile anmalı, çocuklarını ve yakınlarını arayıp sormalı, vefâkâr olmalıdır.
Arkadaş akarsu gibi, söğüt dalı gibi olmalıdır. Söğüt dalı gayet mütevazidir, tevazu eteklerini yerlere kadar indirir. Akarsu da çok mütevazidir, taştan taşa çarpar, yine yoluna devam eder. Arkadaşın hakikisi yolda birçok gücenecek incinecek haller görür, onlara hiç bakmaz, yoluna devam eder. Böyle arkadaş az bulunur.
Müslümanlar ana-baba bir kardeş gibidirler. Bu kardeşliğe zarar verecek söz ve hareketler yasaklanmış, müslümanın müslümana sert davranması, birbirlerinden uzaklaşmaları haram kılınmıştır.
Meşru bir sebeple ve terbiye maksadıyla olmaksızın bir müslümanla üç günden fazla dargın durmak câiz değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Bir müminin, mümin kardeşi ile üç günden fazla dargın durması helâl olmaz. Üç gün geçince hemen onu bulsun ve selâm versin. Selâmını alırsa, her ikisi de ecir ve sevapta ortak olurlar. Karşılık vermezse o günaha girmiş, selâm veren de dargınlıktan çıkmış olur.” (Ebu Dâvud)
“Her pazartesi ve perşembe günleri mükellef olanların amelleri Allah’a arzolunur. Cenâb-ı Hakk kendisine şirk koşmayan her kulunun günahını mağfiret eder. Yalnız mümin kardeşi ile aralarında kin bulunan kimseyi affetmeyip ‘Birbirleriyle barışıncaya kadar bunları bırakın.’” buyurur. (Müslim)
“Bir kimse müslüman kardeşine bir sene dargın durursa, onun kanını dökmüş gibi günaha girmiş olur.” (Ebu Dâvud)
Hele bu dargınlık akraba arasında olursa mesuliyeti daha da ağırdır.
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Akrabalık bağı arşa asılmıştır. Şöyle der durur: Beni birleştireni Allah birleştirsin. Beni ayıranı Allah da ayırsın.” (Müslim)
Dargın olanları barıştırmak müslümanların üzerine bir vazifedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Müminler kardeştirler. Dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurât: 10)
“Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emredenlerin sözünde hayır vardır. Kim Allah’ın rızâsını kazanmak için bunları yaparsa biz ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisâ: 114)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müslümanların arabuluculuk yapmalarını tavsiye ettiği gibi, kendileri de bizzat gidip dargın olanları barıştırırlardı.
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“İki kişi arasındaki düşmanlığı izâle ve ıslah, sadakaların fazîletlilerindendir.” (Buhârî)
“Halkın arasını ıslah et, velev ki yalan bir sözü irtikâb ile olsun.” (Câmiu’s-sağir)
– “Size namaz, oruç ve sadaka derecesinden daha üstün ve sevaplı bir şey söyliyeyim mi?”
– “Evet Yâ Resulellah!”
– “Arabulmaya çalışmak, barıştırmaktır. Çünkü aranın bozuk olması kökünden kazır. Saçı kazır demiyorum, dini kazır.” (Tirmizî)
Yalan büyük günahlardan olmasına rağmen, karı-koca ve diğer insanların arasını bulmak için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buna müsaade etmişlerdir.
Hakkında açık ve kesin hüküm bildirilmeyen meselelerde müminlerin birbirleriyle istişâre yapmaları ilâhi bir emirdir.
Âyet-i kerime’de:
“İşlerinde müminlerle istişare et! Müşâvereden sonra bir kere de azmettin mi, artık Allah’a güvenip dayan. Çünkü Allah kendisine bağlananları sever.” buyuruluyor. (Âl-i İmrân: 159)
Hazret-i Allah istişareyi emrettiği gibi, istişâre ile iş görenleri de övmektedir:
“Müminlerin işleri kendi aralarında danışma iledir.” (Şûrâ: 38)
İnsanlar akıl ve zekâ bakımından eşit olarak yaratılmamıştır. Herkesin her hakikati anlamak hususundaki kabiliyetleri bir değildir.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır.” (Yusuf: 76)
İstişâre sünnet-i seniye’dir. Zirâ istişâre, meselelerin kolaylıkla hallolmasına sebeptir.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Müminlerin güzel gördüğü şeyler Allah katında da güzeldir.” buyuruyorlar. (Münâvî)
İslam’ın istişâre emir ve tavsiyesini ilk tatbik eden Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri:
“Ben Resulullah’dan daha çok istişâre eden hiçbir kimse görmedim.” buyurmuşlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kur’an-ı kerim’in açık ve kesin hüküm getirmediği dünya işleri ile ilgili bazı hususlarda Ashâb’ının görüşlerini almıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Ashâb’ı ile istişâre etmesinin hikmeti; onların gönüllerini almak, aradaki irtibat ve muhabbeti artırmak, ümmetine de istişârenin ehemmiyetini benimsetmektir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Biliniz ki Allah ve Resul’ü istişare etmeye muhtaç değildirler. Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ bunu ümmetim için bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişâre ederse doğruluktan ayrılmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulamaz.”
Bedir savaşı’na hazırlanırken, Ashâb’ı ile istişâre yapmıştı. Ashâb-ı kiram kendilerine nasıl değer verildiğini görerek fevkâlade mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:
“Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm’a dediği gibi ‘Sen ve Rabb’in varın savaşın, biz burada oturacağız.’ demeyiz, fakat biz deriz ki ‘Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.’”
Savaş düzeni için karargâh yerinin uygun olup olmadığı hususunda onların görüşünü almış, kuyuya yakın bir yerde bulunmanın daha isabetli olacağı söylenince de bu fikri benimsemiştir.
Uhud savaşı’nda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine’de kalıp savunma yapılmasına taraftar iken, büyük çoğunluğun düşmanı Medine dışında karşılamak istemeleri üzerine onların fikirlerine iştirak buyurmuştur.
Din ve dünyasına faydalı olan işlerinde müminlerin takvâ sahibi, bilgili ve tecrübeli kimselerle istişâre yapmaları emr-i Peygamberî’dir:
“İstişâre olunacak zât, tam bir emniyet ile mevsuf olmalıdır.” (Câmiu’s-sağîr)
“İstişâre olunan zât, kendisine güvenilen kişidir. İstişâre olunduğu zaman kendi nefsi için arzu ettiği hayırları kendisiyle istişâre edenlere de söylemelidir.” (Camiu’s-sağir)
“Fâsıklarla istişâre etmeyiniz. Zirâ onlar doğru ve isabetli bir görüşe sahip değillerdir.” (Münâvî)
Mümin her işini Hakk ile yapmalı, neticenin hayırlı olması için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmelidir.
Bir Hadis-i şerif’te nakledildiğine göre üç kişi yağmurlu bir günde bir mağaraya sığınmak zorunda kalmışlardı. Dağdan yuvarlanan bir kaya mağaranın ağzını kapayınca, hayatları boyunca yaptıkları en değerli birer iyiliği anarak bu sıkıntıdan kurtulmaları için Allah-u Teâlâ’ya duâ etmişler, Allah-u Teâlâ da duâlarını kabul ederek onları kurtarmıştır.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Bir zamanlar üç kişi yolda giderlerken kendilerini yağmur tutmuş ve dağda bir mağaraya sığınmışlar. Arkasından mağaranın ağzına dağdan bir kaya düşmüş ve onları kapamış.
Bunun üzerine yolcular birbirine:
‘Bakın, Allah için sâlih amel işledinizse, o ameller vasıtasıyla Allah’a duâ edin. Ola ki Allah bu kayayı sizden açar.’ demişler.
İçlerinden biri:
‘Allah’ım! Benim iki ihtiyar geçkin ana-babamla, bir karım ve küçük çocuklarım vardı. Onlara iyi bakardım. Hayvanlarımı yanlarına getirdiğim vakit süt sağar, önce annemle babamdan başlayarak çocuklarımdan önce onlara içirirdim. Şu kadar var ki, bir gün ağaçlık beni uzaklara götürdü de akşamlayıncaya kadar gelemedim ve onları uyumuş buldum. Hemen önce yaptığım gibi süt sağdım ve kabı getirerek başları ucuna dikildim. Onları uykularından uyandırmaya kıyamıyor, çocuklara da onlardan evvel süt vermekten çekiniyordum. Çocuklar ayaklarımın dibinde çağrışıyorlardı. Benim ve çocukların hali bu minval üzere fecir doğuncaya kadar devam etti. Eğer benim bunu senin rızânı dileyerek yaptığımı biliyorsan, bu kayadan bize bir miktarını arala da, ondan gökyüzünü görelim.’ demiş.
Bunun üzerine Allah kayanın bir miktarını aralamış ve ondan gökyüzünü görmüşler.
Diğeri:
‘Allah’ım! Benim bir amcamın kızı vardı. Onu erkeklerin kadınları sevmesinin en son derecesiyle sevmiştim. Ondan kendisiyle evlenmek talep ettim. Amma o bana gelmekten imtinâ etti. Hatta kıtlığa duçar oldu, bunun üzerine bana geldi. Ben de kendisine yüz yirmi altın verdim. Ayaklarının önüne oturduğumda: ‘Ey Allah’ın kulu! Allah’tan kork ve bu mührü nâhak yere açma!’ dedi. Ben de yanından kalktım. Eğer bunu senin rızânı dileyerek yaptığımı biliyorsan, bu kayanın bir kısmını bize aç!’ demiş. Allah-u Teâlâ da onlara bir miktar daha açmış.
Öteki:
‘Allah’ım! Ben bir ölçek pirince bir çırak tutmuştum. İşini bitirdiği vakit: ‘Bana hakkımı ver!’ dedi. Ben de kendisine ölçeğini arzettim. Fakat o kabul etmedi. Onu ekmeye devam ettim. Nihayet o pirinçten çobanlarıyla birlikte bir sürü sığır elde ettim. Derken bana geldi ve: ‘Allah’tan kork da benim hakkıma zulmetme!’ dedi.
Ben:
‘Çobanlarıyla beraber şu sığırlara git de onları al!’ dedim.
Bu sefer:
‘Allah’tan kork! Benimle alay etme!’ dedi.
‘Ben seninle alay etmiyorum. Bu sığırları çobanlarıyla birlikte al!’ dedim.
O da aldı ve götürdü. Eğer bunu senin rızânı talep için yaptığımı biliyorsan, bize kayanın kalan kısmını da aç!’ demiş. Bunun üzerine Allah kalan kısmı da açmış ve mağaradan çıkıp gitmişler.” (Müslim: 2743)
Burada görülüyor ki Allah-u Teâlâ has kullarının yaptığı güzel huylar ve güzel ameller sebebiyle hoşnut olur ve onları en sıkıntılı bir zamanda kurtarır. Hiç kimseden bir yardım gelmediği anda imdadına yetiştiği gibi, ahirette de rahmet ve merhamet eder. En tehlikeli geçitleri hiç haberi olmadan geçirir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Vaktiyle Benî İsrail’de biri abraş, biri kel, biri de kör üç kişi varmış. Allah onları imtihan etmek istemiş ve kendilerine bir melek göndermiş.
Melek abraşa gelerek:
‘Sence en makbul şey nedir?’ diye sormuş. Abraş: ‘Güzel renk, güzel cild ve benden insanların iğrendiği halin gitmesidir.’ demiş. Bunun üzerine melek onu sıvazlamış, o anda o iğrenç hali gitmiş, kendisine güzel bir renk, güzel bir cild verilmiş.
Melek:
‘Sence hangi mal en makbuldür?’ diye sormuş. Abraş: ‘Devedir.’ demiş. Bunun üzerine kendisine doğurması yakın bir deve verilmiş. Daha sonra melek: ‘Allah sana bu devede bereket versin!’ diyerek ayrılmış.
Bu defa kelin yanına gelerek:
‘Sence en makbul şey nedir?’ diye sormuş. Kel: ‘Güzel saç ve insanların iğrendiği şu halin benden gitmesidir.’ demiş. Melek onu sıvazlamış ve o hal gitmiş, kendisine güzel saç verilmiş.
Melek:
‘Sence hangi mal en makbuldür?’ diye sormuş. Kel: ‘Sığırdır.’ demiş. Bunun üzerine kendisine hamile bir inek verilmiş. Daha sonra melek: ‘Allah bu inekte sana bereket versin!’ diyerek ayrılmış.
Müteâkiben gözü görmeyen adama gelerek: ‘Sence en makbul şey nedir?’ diye sormuş. Adam: ‘Allah’ın gözümü açması ve onunla insanları görmemdir.’ demiş. Melek onu da sıvazlamış ve gözü görmeye başlamış.
Melek: ‘Sence hangi mal en makbuldür?’ diye sormuş. Adam: ‘Koyundur.’ demiş. Bunun üzerine kendisine doğurmuş bir koyun verilmiş.
Zamanla ötekiler üretmiş, beriki de doğurtmuş, bu suretle birinin bir vâdi devesi, diğerinin bir vâdi sığırı, bunun da bir vâdi koyunu olmuş.
Sonra melek abraşa eski suret ve kılığında gelerek: ‘Ben fakir bir adamım, yolculuğumda bütün çarelerim tükendi. Bugün evvel Allah sonra senden başka beni evime ulaştıracak bir kimse yoktur. Senden şu güzel rengi, güzel cildi ve malı veren Allah aşkına bir deve istiyorum, o deve ile yoluma devam edeceğim.’ demiş.
Abraş: ‘Haklar çoktur!’ karşılığını vermiş.
Bunun üzerine melek ona: ‘Ben seni tanır gibiyim! Sen insanların iğrendiği abraş değil misin? Hani sen bir zamanlar fakirdin, Allah bütün bunları sana verdi.’ demiş.
Abraş: ‘Ben bu malı ancak ve ancak büyükten büyüğe intikal eden bir miras olarak edindim.’ cevabını vermiş.
Melek de: ‘Yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin.’ diyerek ayrılmış.
Kelin yanına da eski suretinde gelerek buna söylediğinin aynısını söylemiş. Bu da abraşın verdiği cevap gibi cevap vermiş.
Melek de: ‘Yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin.’ diyerek ayrılmış.
Gözleri görmeyen adama da eski suret ve kılığında gelerek: ‘Ben yoksul bir adamım, yolcuyum. Yolculuğum esnasında bütün çarelerim tükendi. Evvel Allah, sonra senden başka bugün beni evime ulaştıracak bir kimse yoktur. Senden gözünü açan Allah aşkına bir koyun istiyorum. Onunla yoluma devam edeceğim.’ demiş.
Adam: ‘Gerçekten benim gözlerim kör idi. Allah benim gözlerimi açtı. Şimdi bu koyunlardan dilediğini al, dilediğini bırak! Vallahi bugün Allah için aldığın bir şeyde sana zorluk çıkarmam.’ demiş.
Bunun üzerine melek:
‘Malın senin olsun. Siz ancak imtihan edildiniz. Senden râzı olundu, iki arkadaşın da hışıma uğradı.’ demiş.” (Müslim: 2964)