Mekke-i mükerreme döneminde, “Müzzemmil” sûre-i şerif’inden sonra nâzil olmuştur.
Elli altı Âyet-i kerime, iki yüz elli beş kelime ve bin on harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime’de ilâhî bir iltifat olarak Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e: “Müddessir!” diye hitap edildiği için, bu kelime bu Sûre-i şerif’e isim olmaktadır.
Bu mübârek Sûre-i celîle Resulullah Aleyhisselâm’a tebliğ vazifesini büyük bir azimle yerine getirmesini, müşrikleri uyarmasını ve sabırlı olmasını emrederek başlamaktadır.
Sekizinci Âyet-i kerime’den itibaren üç Âyet-i kerime’de müşrikler tehdit edilmekte, imansızlıklarının karşılığı olarak kıyamet günü başlarına gelecek büyük tehlike haber verilmektedir.
Yirmi altıncı Âyet-i kerime’ye kadar; Velid bin Muğire adlı bedbaht bir kâfirin iman etmemekle kalmadığı, kavmini de inkârda bırakmak için var gücü ile çalıştığı, bunun için de cehenneme müstehak olduğu anlatılmaktadır.
Kırk sekizinci Âyet-i kerime’ye kadar; kâfirler için hazırlanmış olan cehennemin, insanı titretip dehşete düşüren korkunç azaplarından, büyük bir belâ olduğundan, onun sert bekçilerinden mevzu edilmektedir.
Elli üçüncü Âyet-i kerime’ye kadar; kâfirlerin ahiret hayatındaki sefil durumları ve perişanlıkları güzel bir benzetme ile gözler önüne serilmektedir.
Son olarak da müşriklerin imandan yüz çevirmelerinin sebebi açıklanmakta, Kur’an-ı kerim’in herkes için bir öğüt olduğu beyan edilmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm’a ilk vahyin gelişinden sonra uzun bir müddet Cebrâil Aleyhisselâm ikinci bir vahiy getirmedi. Bu devreye “Fetret-i vahy” denir. Bu ara uzadıkça Resulullah Aleyhisselâm’ın üzüntüsü artmaya başladı. Allah-u Teâlâ’nın vahyini yeniden müşahede edebilmenin hasretiyle kendisinden öyle geçiyordu ki; bazen Sebir dağına, bazen de ilk vahyin geldiği Hira dağı tepelerine çıkıp geziyordu. Büyük bir teessür ve ümitsizlik içinde oralarda ölmeyi istedikçe Cebrâil Aleyhisselâm görünüp:
“Yâ Muhammed! Sen Allah’ın Peygamber’isin!”
Der, üzüntüsünü yatıştırırdı. Aradan biraz zaman geçince tekrar aynı hâl olurdu. Onun bu hâli, vahiy gelmeden önce Hira mağarası’ndaki hâline benziyordu.
Nihayet beklenen zaman geldi, Fetret-i vahy bitti. Resulullah Aleyhisselâm Bathâ denilen bir yerde bulunduğu sırada Cebrâil Aleyhisselâm kendisine Allah-u Teâlâ’nın onu yaratmış olduğu aslî suretinde görünmüştür. Onun altı yüz kanadı vardı ve yaratılışının büyüklüğü ufku kaplamıştı.
Aslî suretinde ikinci defa görmesi ise gökte, Sidre-i müntehâ’da olmuştur. Resulullah Aleyhisselâm’dan başka hiçbir peygamber Cebrâil Aleyhisselâm’ı hakiki şeklinde görmemiştir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm vahiylerin arasının kesildiği devreden bahsederken şöyle buyurmuşlardı:
“Bir defasında yolda gidiyordum. Birden bire gökyüzünden bir ses işittim. Başımı kaldırınca ne göreyim! Hira’da bana gelen melek, gök ile yer arasında bir kürsü üzerinde oturup duruyor. Pek korktum. Eve gidip: ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’ dedim, beni bir örtüye sardılar.
O sırada Allah-u Teâlâ bana şu âyetleri indirdi:
‘Ey bürünüp sarınan! Kalk da (insanları) uyar. Sadece Rabb’ini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Kötü şeylerden uzak dur!’ (Müddessir: 1-5)
Bundan sonra vahiyler arka arkaya gelmeye başladı.” (Müslim: 161)
Ve bir daha da kesilmeden devam etti.
Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a örtüye bürünmesiyle ilgili sıfat olan “Müddessir” gibi lâtif bir üslup ile hitap etmesi; incelik, zerafet, sevgi ve şefkate delâlet etmektedir.
Bu Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’a peygamberlik vazifesini yerine getirmesi ve halkı uyarması için verilen ilk emirdi.
Uyarma emrinin arkasından Allah-u Teâlâ’yı yüceltme emrinin gelmesi; O’nu en büyük tanımadan, O’nu yüceltmeden uyarma vazifesinin yapılamayacağına işaret etmektedir.
Elbisesini temiz tutmakla emrolunmasında; içi temizlemekten, dışı temizlemeye geçiş vardır. Çünkü içini temizleyen kişi, pisliklerden kaçınır. Din temizlik üzerine kurulmuştur.
Kötü şeylerden uzak durmakla emrolunması, müşriklerin taptıkları şeylerden uzak durmasına, onlara hiçbir şekilde meyletmemesine işarettir.
Resulullah Aleyhisselâm kırk yaşlarında iken “Oku!” emr-i şerifi nâzil olduğunda “Nebi” olmuş, henüz başkalarına dini tebliğ ile görevlendirilmemişti.
Bir müddet aradan sonra vahyin yeniden başlamasıyla inen Müddessir sûre-i şerif’inin Âyet-i kerime’leri ile risalet geldi ve “Resullük” devri başladı. Ümmetine Beşîr ve Nezîr, müjdeleyici ve korkutucu oldu. Bu yeni dini bütün insanlığa tebliğ etmekle görevlendirildi, geçmiş şeriatlerin hükümleri yürürlükten kaldırıldı.
Mütebaki Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.” (Müddessir: 6)
Cömert ol, ihsanda bulun, fakat bunları yaparken Rabb’inin rızâsı için yap. Yaptığına karşılık olarak dünyevî menfaat sağlamaya kalkma.
Senin yaptığın bu vazife çok ulvîdir, fakat: “Ben büyük bir iş yapıyorum!” düşüncesine sakın kapılma.
“Rabb’in için sabret.” (Müddessir: 7)
Bu vazifeyi yaparken her ne kadar sıkıntılarla karşılaşacaksan da, O’nun hükmü için bu eziyetlere katlan. Emir ve yasaklarına itaatte sebat et.
Kıyamet gününün şiddeti kâfirler ve münâfıklar için olacaktır. Dünyadaki serkeşliklerinin ve azgınlıklarının cezasını fazlasıyla görecekler, çok büyük zorluklarla karşılaşacaklardır.
Yüzleri kararacak, gözleri göğerecek, herkesin gözü önünde rezil ve rüsvay olacaklar, kendi dertleriyle başbaşa kalacaklar, başkalarının hallerini sormaya mecalleri bulunmayacaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Sur’a üfürüldüğü vakit, işte o gün çetin bir gündür. Hele kâfirler için hiç de kolay olmayan zorlu bir gündür.” (Müddessir: 8-10)
Kur’an-ı kerim’de Kıyamet hadisesinden söz edilirken üfürülecek âlete on kadar yerde “Sûr” adı verilmekte, burada ise bu alete “Nâkur” denilmektedir. Çok korkunç bir ses çıkardığı için ona “Nâkur” adı verilmiştir.
O günün şiddetinden; mihnet ve meşakkatinden kalpleri korkuyla dolar. Geçmiş günleri, kaçırılan fırsatları, değerlendirilemeyen imkânları hatırladıkça içten içe kavrulurlar.
“Kolay olmayan.” beyanında, o günün müminler için kolay olacağına işaret vardı.
İslâm’ın büyük kumandanı Halid bin Velid -radiyallahu anh-in babası Velid bin Muğire, müşriklerin akıl hocalarından ve ileri gelen söz sahiplerindendi. Bunun içindir ki, “Biricik” ve “Kureyş’in gülü” diye lâkaplanmıştı. Allah-u Teâlâ ona dünya nimeti olarak bol mal ve çocuk vermiş, onu rızka boğmuştu. Mekke ve Tâif’te deve sürüleri, kısrakları, geniş miktarda bağ ve bahçeleri, köle ve câriyeleri bulunuyordu. Tâif’te bir bahçesi vardı ki yaz-kış meyvesi hiç eksilmezdi. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’nın nimetlerine nankörlük etti.
Resulullah Aleyhisselâm onun müslüman olmasını çok arzulardı. Bir defasında Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına geldi, oturup öğütlerini dinledi, kalbinde İslâmiyet’e karşı bir meyil uyandı, neredeyse müslüman olacaktı. Ne var ki, müşriklerden bir adam onu azarlayıp: “Atalarının dinini terk mi ediyorsun? Kendi dinine dön, onda sebat et!” dedi. Velid: “Allah’ın azabından korktuğum için ona uydum.” diyerek kendisini mazur göstermeye çalıştı.
Velid, İslâm’a karşı her türlü kötülüğü düşünüp tatbik sahasına koymaya çalışırdı. Daha çok zekâ ve kabiliyetiyle, evlât ve servetiyle övünür: “Ben bir oğlu birim, Araplar içinde bir benzerim yoktur.” deyip dururdu. Bütün kin ve kıskançlığı ile Resulullah Aleyhisselâm’ın karşısına çıkar, onun peygamberliğe lâyık olmadığını iddiâ ederdi. Zaman zaman hırçınlaşıp saldırıya geçmeyi plânlar ve bu yüzden geceleri uykusu kaçardı.
Kureyş’in ileri gelenleri Resulullah Aleyhisselâm’ı susturamayıp, onu susturacak ve dâvetinin nurunu söndürecek çareleri bulmakta zorluk çekince Velid’e başvurdular. Çünkü hangi hususta olursa olsun, onun görüşü tercih edilirdi. O da uzun boylu düşündükten sonra: “O bir sihirbazdır. Baksanıza kişiyi, âilesinden, çocuğundan ve sevdiklerinden nasıl ayırıyor?” diyerek sihirbaz lâkabını takmalarını, kölelerine ve çocuklarına ona bu şekilde seslenmelerini emretmelerini tavsiye etti. Herkes: “Muhammed sihirbazdır.” demeye başladılar. Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü.
Allah-u Teâlâ bu bedbaht ve mağrur kâfirin cezasını yakında bizzat vereceğini beyan ederek Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini teselli etmiş, kıyamete kadar gelen inkârcılara ibret olacak olan kıssasını anlatmak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Resul’üm! Tek olarak yarattığım, kendisine bol bol servet ve göz önünde duran oğullar verdiğim, nimetleri yaydıkça yaydığım o adamla beni başbaşa bırak!” (Müddessir: 11-14)
Çünkü ben intikam almakta ona yetirim. Onun cezasını bana havale et.
“Üstelik o bunu daha da artırmamı umuyor.” (Müddessir: 15)
Verdiğim nimetlere şükürle karşılık vereceği yerde nankörlükle karşılık veriyor.
“Hayır! Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı alabildiğine inatçı kesildi.” (Müddessir: 16)
Muhalefet ederek karşı çıktı, Allah’ın âyetlerini inkâr ederek nönkörlük etti.
“Ben onu dik bir yokuşa süreceğim.” (Müddessir: 17)
Onu çıkılması zor bir yokuşa sürdüreceğim, güç yetirilemeyen zor bir azaba çarptıracağım.
Allah-u Teâlâ zorba kâfirin inadının mahiyetini açıklamak üzere şöyle buyurur:
“Çünkü o düşündü taşındı, ölçüp biçti.” (Müddessir: 18)
Allah’ın âyetlerini küçüksemek ve iptal etmek için ne söyleyeceğini düşündü, kendi kendine lâflar hazırladı.
“Kahrolası! Nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası! Nasıl da ölçtü biçti!” (Müddessir: 19-20)
Allah onu rezil etsin! Hakikate karşı çıkmaya ne kadar da hırslı!
“Sonra baktı.” (Müddessir: 21)
Etrafındakilere bir bakındı. Onları memnun edecek, kendisine bağlayacak bir isnatta bulunmak istedi.
“Sonra suratını astı, kaşlarını çattı.” (Müddessir: 22)
Söylediklerinden sıkılarak kaşlarının adaleleri kasıldı, yüzünü ekşitti. Hakikat, karşısında güneş gibi parlıyordu. Kendi sözlerine kendisi kanmıyordu ki, başkası kansın.
“Sonra da arkasını döndü ve büyüklük tasladı.” (Müddessir: 23)
Bulunduğu mevkiden dolayı kibirlendi. İmana arkasını, küfre yüzünü döndürdü. Hakk ve hakikati kabul etmeyi bir türlü kibrine yediremedi.
Her şeyi bilen bir kişi edâsıyla:
“Dedi ki: Bu, sadece nakledilen bir sihirdir.” (Müddessir: 24)
Bu sözleri sihirbazlardan naklediyor, insanları bunlarla etkileyip kandırıyor.
“Bu, insan sözünden başka bir şey değildir.” (Müddessir: 25)
Hiçbir zaman Allah kelâmı olamaz.
İşte inatçı kâfirlerin Kur’an-ı kerim ve Peygamber hakkında söyledikleri nihayet budur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde cehennemin “Sakar” ismindeki tabakasının çok şiddetli olduğunu ve inatçı kâfirleri o tabakaya atacağını beyan buyuruyor:
“Onu Sakar’a sokacağım!
Sakar’ın ne olduğunu sen bilir misin?” (Müddessir: 26-27)
“Sakar”ın anlatmak istediği şeyi aklınla kavrayaman mümkün değildir.
“Sakar” Kur’an-ı kerim’de dört Âyet-i kerime’de cehennem kelimesi yerine kullanılmıştır. “Yaktığı şeyi tüketircesine tahrip etmekle birlikte, sönmeyip yakmaya devam eden ve insanın derilerini kavuran.” mânâsına gelir.
“O Sakar (insan vücudundan geriye bir şey) ne bırakır, ne de (eski hâline getirip tekrar azap etmekten) vazgeçer.” (Müddessir: 28)
Yakıp durduğu kimseleri artık terk de etmez. Mukadder olan azabı görmeleri için yakalarını tutar, mutlaka yakar.
“Durmadan deriler kavurur.” (Müddessir: 29)
Yanan etlerin, damarların, sinirlerin, derilerin yerine yenisi yaratılır. Yeniden yaratıldığında öncekinden daha şiddetli bir şekilde tekrar yakılır. Tekrar aynı azabı görürler.
Yanan vücutlardan çıkan kokular o derece tahammül edilemez bir hâl alır ki, birbirlerini karşılıklı olarak lânetlerler.
Ebediyen bu böyle devam eder.
Lânetli Velid’in ayağında basit bir yara çıktı, tedavisi mümkün olmayacak şekilde müzminleşti. Yıllarca acısını çekip başka şeylerle ilgilenemedi. Hicretten üç ay sonra da bu yaradan ölerek, kıyamete kadar gelecek olan o tıynettekilere bir ibret numunesi oldu.