Bin küsür sene evvel Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü’l-evliyâ’" adlı kitabında, Allah-u Teâlâ’nın bu fakire ihsan ve ikram edeceği lütufları izah ve ifşâ ettiği için, o zamanın ulemâsı; "Sen onu peygamberden üstün yaptın!" diyerek onu memleketinden sürdüler.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü’l-evliyâ" kitabı’nda;
"Allah’ın ne peygamber, ne de şehid olmayan öyle kulları vardır ki; peygamberler ve şehidler onların yerlerine ve Allah’a olan yakınlıklarına gıpta ederler." (Ebu Dâvud: 3527; Suyûtî, "ed-Dürrü’l-Mensûr", c. 2, s. 336)
Hadis-i şerîf’i ile ilgili olarak şöyle buyurmuştu:
"O’nunla konuşan dedi ki: Bu haberlerde peygamberlerden başkalarının, peygamberlerden üstün olduklarına dair bir işaret yok mudur?
Buyurdu ki: Böyle sözlerden Allah’a sığınırım! Onların nübüvvetlerine ve yerlerine kadar ulaşabilenler dışında, hiç kimse peygamberlerin herhangi birinden üstün tutulamaz.
Dedi ki: Peygamberlerin kendilerine gıpta etmelerine kıyasla da, onlara nispetle üstünlükleri yok mudur?
Buyurdu ki: Haber’de de açıklandığı şekliyle, bu onların ‘Allah’a olan yerleri ve yakınlıkları’ ile ilgilidir." ("Hatmü’l-evliyâ’", s. 335. bas. Hakikat yay.)
Peygamberler "nübüvvet" sahibi oldukları gibi "velâyet" hâline de sahiptir, yani aynı zamanda "velî"dir. Velî’dir amma, Hâtemü’l-velî’nin velayetine verilen onun velayetine verilmemiştir. Bu noktaya çok dikkat edin, bu hususu kavrayan bu mevzuyu kavrayabilir!
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin temas ederek, memleketinden sürüldüğü nokta işte burasıdır. Halk anlamadı, ilmi de yetmedi, o büyük velîyi memleketinden dışarıya sürdü. Amma bunu ona Allah-u Teâlâ duyurduğu için sözünden de dönmedi.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu yüzden sürülmedi mi? O’nun getirdiği ilme cahiliye dönemi halkının aklı ermedi, hidâyete mazhar olamadılar ve onu Mekke-i mükerreme’den hicret etmeye mecbur bıraktılar. Oysa nûr yerini bulunca daha çok yayıldı!..
Resulullah Aleyhisselâm hicrete mazhar olmuştu, o da oldu. Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de onlara Allah-u Teâlâ’nın buyurduğunu duyuruyordu; fakat halkın aklı ve ilmi yetmediğinden, onu memleketinden sürdüler. Fakat onun nûru yayıldı, bugüne kadar devam etti, bütün evliyâullah da onu tasdik etti. Bunun böyle olduğunu biz de anlamış olduk…
Allah-u Teâlâ’nın o zâtı ne kadar âlî kıldığını bugün görmüş oluyoruz. O gün ona söylediğini bugün gösteriyor, biz de bugün onu tasdik ve takdir ediyoruz; "Bin küsür sene sonra beni anlayan oldu!" dedirterek rûhunu şâd ediyoruz. Kim anladı? "O" anladı ve açığa vurdu!..
•
Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin "Nefahâtü’l-Üns" adlı eserinde; Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri’nin Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri’ni büyük bir velî olarak tanıdığı ve zaman zaman onun rûhâniyetine teveccüh ettiği nakledilmektedir. ("Nefahâtü’l-Üns", c. 1, s. 132-133.)
Öyle âlî bir zât idi ki, Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri dahi ondan istimdat ediyordu. Allah-u Teâlâ’nın bir sevgilisiydi, esrâr-ı ilâhî’sinin mazharı idi. Onun o günkü ifşaatlarından bugün hakîkati anlıyoruz. Allah onun rûhunu şâd etsin!..
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin memleketinden sürülmesi; ona Allah-u Teâlâ’nın duyurmasından, halkın ise ilminin ve aklının yetmemesinden ötürüdür. Fakat diğer velîlerin ifşaatlarına baktığımız zaman onların da aynı noktaya geldiği görülür.
Bu zât-ı muhterem’in büyüklüğünü idrak ediyor ve böyle olduğunu teyid ediyoruz. Bin küsür sene önce söylediklerinden, bugün ne kadar büyük bir zât olduğu meydana çıkmış oluyor.
"Hatmü’l-evliyâ" kitabı’nın dördüncü bölümünde ifade edildiği üzere; Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri’ne pek çok soru ile birlikte:
"Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı." (Buhârî, "Tecrîd-i sarîh", c. 9, s. 77. )
Hadis’i şerîf’inin de mânâsı sorulduğunda, bunun sırrını fakirin açacağını ifâde etmişti, bunu o zamandan biliyordu.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bin küsür sene önce bunun fakîre bildirileceğini bildirmiş; biz de bin küsür sene sonra onun durumunu müşâhade ettik ve ortaya koyduk. Bunda şaşılacak ne var?!..
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Allah’a ne zorluğu olur,
Âlemi bir şahsa doldurur." (260. Mektup)
Ve size bunları anlatırken, Allah-u Teâlâ bir nohut kabuğu kadar bana varlık vermiyor; her türlü varlık ve değerden uzaklaştırmış. Onun içindir ki çok rahat konuşuyorum. Niçin? O’nun varlığını gördüğüm için, O’ndan gayrı hiçbir varlığın hükmünün olmadığını da bildiğim için… Bunun sırrı budur.
Rabb’ime sonsuz şükürler olsun!..
Her zaman şöyle deriz:
"Rabb’im! Beni bir damla nutfeden yarattın. Hükümsüz ve değersizim. Yâ Rabbî, beni o nutfede bırakma; onu kurut, üfle, zerresi dahi kalmasın, Senin varlığına gölge olmasın!.."
O zerreden bile korkuyorum, o zerre dahi varlıktır. Rabb’im kurtarsın!.. Bir kabuk kadar bile değerim olmadığını hem biliyorum, hem görüyorum. Allah-u Teâlâ lütfetmiş, bu O’nun lütfundan başka hiçbir şey değil!..
İmâm-ı Şa‘rânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Tabâkatü’l-Kübrâ" kitabında; Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Harzetleri’nin "Hatmü’l-evliyâ’" ve "İlelü’ş-Şerî‘a" kitaplarını câhillerin hışmından kurtarmak için bir sandığa koyup nehre attığını naklederek, bizleri ilginç bir hâdiseden haberdâr etmektedir:
"İmâm Muhammed et-Tirmizî, bir fıkıh kitabı ile tasavvuf’a âit bir kitap yazmıştı. Bir kimse ona gelip; ‘Senin bu kitabını okuyanlar, velînin peygamberden üstün olduğunu sanacaklar!’ dedi. Bunun üzerine Muhammed et-Tirmizî bir sandık yaptırıp, o iki kitabı onun içine koydu ve sandığı nehre attırdı. Orada bulunanlar nehirden iki elin çıkıp sandığı aldığını gördüler ve o an; ‘Suların âmiri olan melek, bize ‘Şu sandığı muhâfaza edin!’ dedi.’ şeklinde bir ses işittiler.
Aradan bir müddet geçtikten sonra sandık tekrar dışarıya çıktı. Sandığı açtıklarında, içindeki iki kitabın da hiç ıslanmamış olduğunu gördüler. Ancak, sandığı bulduklarında artık o vefât etmişti." ("Tabâkatü’l-Kübrâ"; c. 1, s. 101. bas.: Mısır, 1954.)