İlâhî bir âfet olan “Tsunami fâciâsı” ile birlikte, son günlerde gazete ve dergilerde Osmanlı’nın “Açe”lilere yaptığı yardım konusu da gündeme getirildi. Böyle bir felâket yaşanmasaydı belki de hiç gündeme getirilmeyecek, “Açe” adında bir devletin belki varlığı dahi bilinmeyecekti.
Bu mesele hakkında çok şeyler yazıldı-çizildi, fakat söylenmesi gereken en önemli nokta ya hep ihmal edildi, yâhut hakkında çok az şeyler söylendi. Evet, Osmanlı gerçekten de Açe’ye yardım etmişti ama; bu yardımı yapmasını gerektiren asıl sebep acaba neydi? Osmanlı hangi nedenle Açe’lilere yardım için harekete geçmiş ve uzun bir mesafeyi aşıp tâ oralara kadar gitmişti?
Târih kaynaklarında, Portekiz’lilerin Hint sâhillerindeki İslâm devletlerine neden saldırdıkları konusunda farklı bilgiler yer alır. Kaynakların birçoğu Açe’lilerin baharat ticaretini elinde bulundurduğunu, dolayısıyla bu saldırıların da ticârî ve ekonomik kökenli olduğunu bize aktarır. Ancak Portekiz’lilerin o dönemde yazılan kendi kaynaklarına bakıldığı zaman, işin hiç de düşünüldüğü kadar basit bir sebebe dayanmadığı görülür.
Günümüzde Amerika’nın İslâm topraklarında “haçlı seferi”ne çıkması ve açılışı ilk olarak Irak’la yapması gibi; on altıncı yüzyıl başlarında da Portekiz’liler o yüzyılın “haçlı seferi”ne çıkmışlar, saldırı için de Hindistan çevresini ve Sumatra’da bulunan Açe sahillerini kendilerine “hedef bölge” yapmışlardı. Portekiz donanmasının başındaki “Albuquerque” 1512 yılında Portekiz kralı’na yazdığı bir mektupta içindeki kini dışarıya vurmuştu.
Mektupta anlattıklarına göre; Albuquerque Süveyş Kanalı’nı ve Basra Körfezi’ni kontrolü altında tutacak, buradaki müslüman devletleri hâkimiyeti altına sokacak ve kaybedilen “kutsal topraklar”ı müslümanlardan geri alacaktı.(1) İslâm’ın kudsî değerlerini de hedef alan bu sırtlan yavrusu, yalnız bununla kalmayıp; “Mekke ve Medine”yi de müslümanlardan alacak ve “Kâbe’yi yıkıp” Medîne’de bulunan İslâm Peygamber’i Hazret-i “Muhammed’in mezarını hıristiyan topraklarına kaçıracak”tı.(2)
Ne var ki, dünyadaki İslâm devletlerinin en güçlüsü olan Osmanlı, “küffâr”ın bu çirkin niyetinden tamamen haberdardı ve ne pahasına olursa olsun, meydanı bu gözü dönmüş çakal sürüsüne bırakmayacaktı. Nitekim kâfirlerin bu sinsi emellerini sezen ll. Selim, daha sonraki yıllarda kendisinden yardım isteyecek olan Açe Sultânı’na yazdığı “nâme-i hümâyûn”da; “Portugâl” kâfirlerinden, dîn-i İslâm’a kastettikleri için “a’dâ-yı dîn-i mübîn”,(3) Resulullah Aleyhisselâm’ın naaşını kaçırmayı plânladıkları için de “düşmanân-ı a’yîn-i Seyyidü’l-mürselîn” diye sözedecekti.(4)
Sumatra adasının kuzeybatı bölgesinde bulunan Açe Sultanlığı, bölgede ticârî ve ekonomik yönden kuvvetli bir nüfûza sahipti ve baharat ticaretinin mühim bir kısmını elinde bulunduruyordu. Bu durum İslâm’ın bölgedeki itibarını arttırıyor, özellikle Seylan ve Kalküta’da müslümanlığın hızla yayılmasını sağlıyordu. Bu durumdan rahatsız olan Portekiz’liler, Açe topraklarında yaşayan müslümanlara sık sık saldırılarda bulunuyor, Açe’liler de bu “barbar” haçlı gürûhuna karşı âdeta canlarını dişlerine takarak, büyük zorluklar ve güçlükler içinde direniş gösteriyorlardı.
Osmanlılar’ın Açe’lilere yaptığı yardım hakkında, dönemin Osmanlı kaynaklarında herhangi bir bilgiye rastlanmaz. Bu konudaki en geniş bilgi Başbakanlık Arşivi’nde bulunan “Mühimme Defterleri”nde ve dönemin Hint ve Portekiz kaynaklarında yer alır. Nitekim Saffet Bey “Târîh-i Osmânî Encümeni Mecmuâsı”nda, bu husustaki malûmâtın “yok denilecek kadar az” olduğunu vurgulamış ve konu ile ilgili Mühimme kayıtlarını “Bir Osmanlı Filosunun Sumatra Seferi” başlığı altında yayınlamıştı.(5)
Açe’liler Osmanlılar’ı “südde-i se’âdet kullarından Lütfî”nin buraya gitmesiyle tanımışlar ve o tarihten itibaren Osmanlı’ya karşı daima sevgi ve hayranlık duymuşlardı. Zaman içinde Portekizliler’in Açe’lilere yaptıkları saldırılar iyice artmış, İslâm halîfeliğini temsil eden Osmanlı hükümetinden yardım istemekten başka bir çare kalmamıştı. Bu nedenledir ki Açe Sultanı Alâeddin Riâyet-şâh, Kanûnî Sultan Süleyman’a acilen yardım gönderilmesi için tez elden bir mektup yazdı. Sultan Alâeddin yazdığı mektupta; Açe’lilerin Osmanlı’yı Lütfî Bey’in ziyareti sayesinde tanıdıklarını ve kendisinden çok memnun kaldıklarını belirtiyor; savaş silâh ve aletlerinden yoksun, harp teknik ve taktiklerinden mahrum olan Açe’lilere, savaş tekniklerini öğretecek bazı tecrübeli kumandanlar ve kâfirleri püskürtecek “bacilîşkâ ve şabkâ ve havâ’î toplar” göndermesini talep ediyordu.(6)
Sultan Alâeddin’in bu “âcil yardım” talebi karşısında, Osmanlı hükümeti derhal duruma müdâhale edecek; İslâm birliğini koruyan kudretli pençesinin dünyanın en ücrâ köşelerine kadar uzandığını “küffâr”ın cümlesine birden gösterecekti!..
Sultan Alâeddin’in mektubu İstanbul’a ulaştığı sırada Zigetvâr Seferi’ne çıkmış olan Kanûnî Sultan Süleyman’ın, sefer dönüşü yolda vefât etmiş olduğu haber alındı. Bu nedenle Açe hükümdarı’nın Osmanlı’dan istediği ilk yardım da ister istemez sonuçsuz kaldı. Kânûnî’nin oğlu İkinci Selim tahta geçtikten sonra mektubu dikkatle okuyarak hemen Koca Nişancı Celâl-zâde’yi çağırtıp Açe Sultânı’na bir “nâme’-i şerîf” yazdırdı.
“Nâme”de; kendisine “dîn bâbında” ve “devlet-i hümâyûn” hakkında “vech ve münâsib gördüği” her türlü yardımın yapılacağı açıklanıyordu.(7) Buna göre, Kurdoğlu Hızır Reis komutasındaki Osmanlı filosu “inşâ’allâh-u Te’âlâ” Açe kıyılarına “varub mülâkî oldukda”, derhâl “feth-u teshîri lâzım olan kal’aları” zaptedip, “küffâr-ı hâk-sârın (yere batasıca kâfirlerin) haklarından gelecek”ti.(8) Gerek Kurdoğlu Hızır Reis, gerekse “sâ’ir koşulan topçu ve asâkir (askerler) halkınun” başındaki “sefîr-i kebîr” (büyükelçi) Açe Sultânı’na “aslâ muhâlefet etmeyüb” dâimâ onun emri altında olacaklar; yalnız belirtilen hususlarda değil, “her ne yüzden vech ve münâsib görür ise” her hususta kendisine “tâbi olub hidmette buluna”caklardı.(9)
ll. Selim, mektubunun son satırlarında da Açe Sultânı’na; Hint sâhillerindeki “memâlik-i İslâmiyye” denilen, aralarında Açe’nin de bulunduğu “İslâm devletleri”ne saldıran “a’dâ-yı dîn-i mübîn”e haddlerinin bildirilmesi ve “düşmenân-ı a’yîn-i Seyyidü’l-mürselîn”in zarar ve dalâletlerinin “def’i” için, “küffâr”a karşı “nusret” ve yardımı “şi’âr” edinen Osmanlı askerlerinden, ne kadar çok isterse istesin “ol cânibe dâimâ”gönderileceğini ifâde etmekteydi.(10)
Hint sâhillerindeki müslüman devletlere sataşan “Portugâl” küffârının, bu barbar ve saldırgan tutumlarına son vermeleri için “Portugâl kırâlı Don-Sebastiyân”a da bir “nâme’-i şerîf” gönderen(11) ll. Selim, onları Açe Devleti’ne ve diğer müslüman devletlere saldırı ve tecâvüzde bulunmamaları yolunda uyarmıştı.
Daha önce Osmanlı’nın bölgeye müdahale etmesinden korkan “Portugâl” kralı, günümüzün ikiyüzlü devleti Amerika gibi, yaptıkları çirkin katliamları örtbas edip, Türk halkının gözündeki “imaj”ını düzeltmek ve korumak için; daha doğru bir ifâdeyle, çirkin ve seviyesiz yalanlarıyla Türkler’in “gözünü boyamak” ve onları “aptal yerine koymak” için, Hindistan’daki Portekiz “kâim-makâm”ından, “Hindistan sâhillerinde barış ve sükûnun korunması”(!) için elçi göndermelerine “izin” verilmesini talep etmişlerdi. Fakat istedikleri izni verdikten sonra da sözlerinden dönüp, yolların “tehlikeli ve uzun” olmasını bahane ederek yan çizmişlerdi.
Ancak bu kez ll. Selim’in gönderdiği mektubun verdiği korkaklığın ve kuyruk acısının tesiriyle “Portugâl kıralı”, daha önce gönderir gibi yapıp da göndermediği elçiyi apar-topar İstanbul’a gönderdi. Elçi “Nikola”ll. Selim’e “Portugâl kıralı”nın barışçı(!) emellerini uzun uzun anlattı. ll. Selim bir defâya mahsus olmak üzere onlara bir hak tanıdı; elçinin ağzından Portekiz’liler adına bu teminâtı aldıktan sonra, Açe’ye ve bölge devletlerine birer “nâme” yollayıp, “tüccâr”ın ve “re’âyâ”nın artık “küffâr”ın saldırısından emin olduklarını açıkladı.(12)
Fakat dedik ya, “barış ve özgürlük getireceğiz!” diyerek, girdikleri yerin “barış ve sükûn”unu bozmak kâfirlerin âdetidir diye; aradan henüz uzun bir zaman geçmemişti ki, “Ayıdan post, gâvurdan dost olmaz!”sözü tecellî edip, “kefere-i Portugâl”ın Hindistan’dan gelen hacılara ve tâcirlere saldırdıkları haber alındı. Şimdi Osmanlı onlara kim bilir neler yapacaktı!..
Açe Devleti’ne saldıran ikiyüzlü ve kaypak “Portugâl” küffârına karşı, Osmanlı’nın bu defâki uyarısı epeyce sert oluyordu. ll. Selim, “Portugâl kıralı”na yazdığı “nâme’-i hümâyûn”da bu kez onları açıkça tehdit ederek şöyle diyordu:
“Fi’l-hakîka (gerçekten) oraların sulh-u salâhı (barış ve düzeni) muradınız ise, derya taraflarından hüccâc ve tüccara (hacılara ve tâcirlere) tecavüzden el çeküb, mektûbunuzla i’timâd olunur âdemlerinüz gönderile ki, ol diyârın ahvâl ve intizâmına müteferri’ olan umûr (işler) ne ise mukarrer ola! Eğer ol cânibin (tarafın) ihtilâline (işgâline) sâlik olursan, bi-inâyeti’llâhi Te’âlâ bu cânibden muktezî olan (yapılması gereken) umûr ne ise tedârük olunur! Sonra sulh (barış) murâd olunmuştu dimek müfîd olmaz (fayda sağlamaz)! Ziyâde ne demek lâzımdur?!..”(13)
Portekiz hükümeti, gönderilen “nâme’-i hümâyûn” karşısında sessiz kaldı. Padişahın sabrı artık iyice taşmıştı. Derhâl Kurdoğlu Hızır Reis komutasında bir deniz filosu hazırlatıp, Açe sultânı’nın istediği “bacilîşkâ ve şabkâ ve havâ’î toplar”ının(14) bölgeye ulaştırmasını emretti.
Ancak bu esnada, Yemen taraflarında büyük bir fitne ve kargaşa patlak verdi. Yemen’de zuhur eden fitne, acilen müdahale edilmesi gereken çok mühim bir mesele olduğundan, ll. Selim Sumatra’ya gitmek üzere yola çıkan donanmanın, derhal Mısır’dan Moha ve Aden kıyılarına doğru yönelmesini ve oradaki isyana müdahale etmesini emretti.
Osmanlı’nın göndereceği yardım filosunu sabırsızlıkla bekleyen Açe’lilere de, ansızın ortaya çıkan bu kötü durumu bildirmek üzere hemen bir “nâme” gönderilerek; “Hâliyâ Yemen’de fitne zuhûr edüb, def’ ve ref’leri ehêmm-i mühimmâtdan (en mühim işlerden) olmağın” Açe’ye yardım için “vilâyet-i Hindî’ye irsâl olunacak (gönderilecek) donanma-i hümâyûn”un bir sonraki seneye “te’hîr” edildiği haber verildi.(15)
“Nâme’-i hümâyûn”un devamında, Açe Sultânı’nı tesellî etmek için şöyle deniliyordu:
“Buyurdum ki, inşâ’allâh-u Te’âlâ inâyet-i Hakk Celle ve A’lâ ile, ol cânibin (tarafın) fitne ve fesâdı def’ ve ref’ oldukdan sonra, zikrolunan donanma-i hümâyûn muâhede olunduğu (sözleşildiği) üzere, mükemmel ve bî-kusûr (kusursuz) irsâl ve îsâl olunur (gönderilir).”(16)
Gerçekten de bir sene sonra, “küffâr-ı hâk-sâr”ı Açe topraklarından püskürtmesi için, 1579 yılında Sultan Alâeddin’e “15 kadırga, iki pâre barça, bir topçubaşı, yedi topçu ve bir bölük asker”le, “top ve tüfengler” gönderilecek,(17) Portekiz’liler Açe’lilerle artık kolaylıkla başedemeyeceklerdi. Osmanlı’nın gönderdiği askerlerle, top ve gemi ustaları bir daha yurda dönmediler. Açe topraklarına yerleşerek, buradaki halka top dökmeyi, kılıç ve mızrak kullanmayı öğrettiler. Bilhassa daha sonraki yıllarda, Sultan İskender Muda’nın Yeniçeri Ocağı’nı örnek alarak kurduğu sağlam ve güçlü ordu sayesinde, Açe’liler uzun yıllar bu topraklarda kalmayı ve “küffâr-ı hâk-sârın hakkından gelme”yi başardılar.
(1-2) F. C. Danvers, “The Portuquese in India”, c. 1, s. 269-271; bas.: İngiltere, 1894.
(3-4) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, “Mühimme Defteri”, nr.: 7, Hkm.: 244. s. 124-125.
(5) Saffet Bey, “Bir Osmanlı Filosunun Sumatra Seferi”, TOEM, c. 10, s. 604-614.
(6) Razâulhak Şah, “Açe Pâdişâhı Sultan Alâeddin’in Kânûnî Sultan Süleyman’a Mektubu”, s. 373-409. bas.: 1967.
(7-11) Başbakanlık Osmanlı Arş. a.g.e., nr.: 7. Hkm.: 244.
(12-13) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, a.g.e., nr.: 7.
(14) Razâulhak Şah, a.g.e., s. 373-409.
(15-16) Başbakanlık Osmanlı Arş. a.g.e., nr.: 7. Hkm.: 708.
(17) Saffet Bey, a.g.e. TOEM, c. 10, s. 606-609.
Amiral Julien Dölagravier, Osmanlı donanmasının Açe’ye yardım ettiği yıllardaki güç ve kudretini ayrıntılı olarak incelemiş ve bir hıristiyan olmasına rağmen, gördüğü muhteşem manzara karşısında şöyle söylemişti:
“Türkler şimdiki gibi herkesin paylaşamadığı bir av, meşhur bir İslâm atasözünde denildiği gibi, ‘acemi berber elinde çeteleye dönmüş bir kafa’ değildir. Kânûnî Sultan Süleyman zamanında Türkler dünyayı titretiyorlardı. Hıristiyanlığın bütün kuvvetleri birleşse donanmalarını yıkamazdı.” (Ahmed Refik, “Sokollu”, s. 232.)