Muhterem Okuyucularımız;
İman, ibadet ve infak... Birbirine zincirleme bağlı üç temel prensiptir.
Birincisi; Küfür ve nifaktan kurtarır, saâdet kapılarını açar.
İkincisi; Hakk’a yaklaştırır ve insanı, şükreden bahtiyarlar mertebesine çıkarır.
Üçüncü ise; İlâhî rahmete erdirir, Hakk’ın sevgisine vesiledir.
Allah yolunda infakta bulunmak, kişinin imanının sadakatına delildir, O’na yönelmenin belirtisidir.
Hazinelerine hazinedar bulunmayan, vergi ve ihsanlarının muhasibi bulunmayan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak mallarınızdan infak edin.” (Teğabün: 16)
Rızâ-i Bâri için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük ecirler vererek onu büyültür. İnfak edenler aslında doğrudan doğruya kendileri için infak etmekte, kendileri için hayır hazırlığında bulunmaktadırlar.
Nefsin cimriliğinden korunmak da şüphesiz ki ilâhi bir lütuftur.
Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Teğabün: 16 - Haşr: 9)
İyinin iyiliği herkesedir, fakat en büyüğü kendisinedir. Kötünün kötülüğü herkesedir, fakat en büyüğü kendisinedir.
Az bir ameline karşılık ona ebedî sevabını ihsan eder.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kim bir iyilikle huzurumuza gelirse, ona daha iyisi verilir. Ve onlar o günün korkusundan emin kalırlar.” (Neml: 89)
O günün korkusundan emin olmak çok büyük bir mükâfattır. Dünyada korkmaları sebebiyle âhiret korkularından emin olmakla müjdelenmişlerdir.
Kötü olanlar ve kötülük yapanlar için böyle bir müjde yoktur:
“Kim de kötülükle huzurumuza gelirse, yüzükoyun cehenneme atılır.
Siz ancak yaptıklarınızın karşılığını bulursunuz.” (Neml: 90)
Allah-u Teâlâ gösteriş için malını harcayan kimsenin durumunu bir misal vererek şöyle buyurur:
“Ey inananlar! Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın.
O gösteriş yapanın durumu, üzerinde biraz toprak bulunan kayaya benzer. Şiddetli bir sağnak isabet eder de onu sert bir kaya halinde bırakıverir (Toprağı gider, kaya kalır). Kazandıklarından hiç bir şey elde edemezler.
Allah inkâr eden kimselere hidayet etmez.” (Bakara: 264)
Allah-u Teâlâ cömertçe yapılan infakı yağmura benzetmektedir. Yağmurun düştüğü sert kaya ise bu infaktaki kötü niyettir. Toprak tabaka da bu kötü niyeti gizleyen sahte cömertliktir. Eğer yağmur, ince bir toprak tabakası ile kaplı olan bir kayaya düşerse, o toprak tabakasını giderir, kaya çıplak kalakalır.
İşte bunun gibi, yapılan infakta ihlâs gözetilmediği zaman boşa gitmiş olur.
Münafıklar yaptıkları infakla Allah rızâsını değil, insanların övgüsünü kazanmak isterler. Onların bu durumu açıkca Allah’a ve ahiret gününe inanmadıklarını göstermektedir. İyi işler yaptıklarını zanneden bu gibi kimseler, ahirette ebediyyen mahrumiyete mahkumdurlar. O gün geldiğinde hiç bir şey elde edemezler.
Buradan şu netice çıkıyor ki, yapılacak herhangi bir iyilik, verilecek bir sadaka; gösterişten, mihnetten, kibir ve gururdan, kalp kıracak sözlerden uzak olmalıdır.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Âdemoğlu ölünce yapmakta olduğu hayırlı işleri durur.
Ancak üçü müstesnâdır:
Sadaka-i câriye, yani kesilmeden devam eden hayır yapanların, faydalı ilim bırakanların, arkasından kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan kimselerin amel defterleri kapanmaz.” (Müslim)
Allah-u Teâlâ iman edenlere seslenerek, kendilerine rızık olarak verdikleri şeylerden Allah yolunda infakta bulunmayı emrediyor. Hakk katında bunların sevabını biriktirmeleri, inandıkları gayeye ulaşabilmeleri, bu hayırlı işlere koşmaları için mali fedakârlıkta bulunmayı teşvik ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Ne alış-verişin ne de dostluğun ve ne de iltimasın olmadığı günün gelmesinden önce, size verdiğimiz rızıklardan (Allah için) sarfedin.
İnkar edenler ancak zâlimlerdir.” (Bakara: 254)
Serveti veren O’dur, verdiği şeylerden infak etmeye davet eden de O’dur.
Allah-u Teâlâ geçici olarak tasarrufumuza bıraktığı az miktardaki malı, o korkunç gün gelmeden önce, O’nun rızâsı mucibince infak etmemizi istemektedir.
Şöyle ki;
Zekât günü gelince kuruşuna kadar verilmeli, fakirin hakkı geciktirilmemelidir. Zekât ve sadaka vermekle beraber, dinin yücelmesi için gereken harcamayı yapmak, bu gibi bağışlarda bulunmayı adet haline getirmek gerekmektedir.
Bugün elde fırsat dilde ruhsat varken malını istediği gibi harcayabilen insan, yarın öyle bir gün gelecek ki, istese bile infakta bulunamayacak. Çünkü o gün alım-satım, değiş-tokuş günü değil; yargılama günü, ceza ve mükafat verme günüdür.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün ne mallar fayda verir ne de oğullar... Meğer ki Allah’a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuarâ: 88-89)
Ahirette herkes kendi derdi ile meşgul olacağı için dünyadaki sevgiler unutulur. Kendi başı selamet buluncaya kadar hiç kimse diğerinin halini sorup soruşturamaz. Hiç kimse kendisini, istediği kadar bolca verse de malıyla kurtaramayacak.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O inkâr edenler var ya, eğer yeryüzünde bulunan her şey ve bunların bir o kadarı daha onların olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için feda etseler yine kendilerinden kabul edilmez.
Onlar için pek acıklı bir azap vardır.” (Mâide: 36)
Allah-u Teâlâ’nın nimetlerine karşı nankörlük edip malını keyfine göre sarfedenler, kendi nefislerine zulmetmekten başka hiçbir şey yapmamışlardır.
Allah-u Teâlâ rızkını genişlettiği kimseye, şükrünü denemek için ihtiyaç sahiplerine infakta bulunmasını emir buyurdu:
“Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızasını dileyenler için bu daha hayırlıdır.
İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Rûm: 38)
Bu infak vazifesini yapmayanlar veya gösteriş için yapanlar bu müjdeye lâyık olamazlar.
•
İnsan Allah-u Teâlâ’nın ve O’nun yüce Peygamberi’nin emrine uyarak infak ettiğinde, bu fedakarlığının menfaatı ve mükafatı kendisine ait olduğu gibi; infak etmekten kaçınıp cimrilik yaptığında, o cimriliğin zararı da kendisine aittir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İşte sizler, Allah yolunda infak etmeye çağırılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Amma cimrilik eden bilsin ki, ancak kendisine cimrilik etmiş olur.” (Muhammed: 38)
Allah-u Teâlâ onlardan fedakarlık isterken, sırf kendilerinin iyiliği için istemektedir. Şu halde cimri bir kimse bu davranışı ile malını esirgediğini zanneder, fakat kendi malını kendisinden esirgediğini, bu yüzden kendisini sevaptan ve rızâ-î Bârî’ye ermekten mahrum bıraktığını bilmez.
Kim bir fedakarlıkta bulunursa, bu kendisi için biriktirilmiş bir hazinedir. Allah-u Teâlâ kullarının mallarını infak etmelerine ihtiyaçtan münezzehtir, verilenlerden müstağnidir. İnsanlar ise dünyada da ahirette de O’na muhtaçtırlar.
“Allah ganidir, siz ise fakirsiniz.” (Muhammed: 38)
O lütfetmedikçe hiç kimse hiç bir rızık elde edemez.
“Eğer ondan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavim getirir de, onlar sizin gibi olmazlar.” (Muhammed: 38)
Onlar iman ve takva ile bu işe sahip çıkarlar, ilâhî hükümlere muhalefette bulunmazlar, vaad edilen ecir ve mükafatlara kavuşurlar.
Nitekim öyle olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdür. Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.
İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfu ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir, her şeyi bilendir.” (Mâide: 54)
İnfak; zekâtı, sadakayı ve hayır yolda verilen her yardımı içine alan bir ifadedir. İslâm’ın doğuşuyla doğmuş olup, İslâm cemaatinin hayatında ta başından beri mevcut olan bir prensiptir.
Allah-u Teâlâ infak emriyle, infak eden kişinin nefsini temizleyip terbiye ve tezkiye etmektedir. Kalplerin temizlenmesi, mal ve mülk sevgisinden uzaklaşması için en iyi ilâçtır.
Kur’an-ı kerim’in bir çok Âyet-i kerime’lerinde infak hükümleri vardır.
İman, ibadet ve infak... Birbirine zincirleme bağlı üç temel prensiptir.
Birincisi; Küfür ve nifaktan kurtarır, saâdet kapılarını açar.
İkincisi; Hakk’a yaklaştırır ve insanı, şükreden bahtiyarlar mertebesine çıkarır.
Üçüncü ise; İlâhî rahmete erdirir, Hakk’ın sevgisine vesiledir.
Allah yolunda infakta bulunmak, kişinin imanının sadakatına delildir, O’na yönelmenin belirtisidir.
Hazinelerine hazinedar bulunmayan, vergi ve ihsanlarının muhasibi bulunmayan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak mallarınızdan infak edin.” (Teğabün: 16)
Rızâ-i Bâri için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük ecirler vererek onu büyültür. İnfak edenler aslında doğrudan doğruya kendileri için infak etmekte, kendileri için hayır hazırlığında bulunmaktadırlar.
Nefsin cimriliğinden korunmak da şüphesiz ki ilâhi bir lütuftur.
Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Teğabün: 16 - Haşr: 9)
İyinin iyiliği herkesedir, fakat en büyüğü kendisinedir. Kötünün kötülüğü herkesedir, fakat en büyüğü kendisinedir.
Az bir ameline karşılık ona ebedî sevabını ihsan eder.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kim bir iyilikle huzurumuza gelirse, ona daha iyisi verilir. Ve onlar o günün korkusundan emin kalırlar.” (Neml: 89)
O günün korkusundan emin olmak çok büyük bir mükâfattır. Dünyada korkmaları sebebiyle âhiret korkularından emin olmakla müjdelenmişlerdir.
Kötü olanlar ve kötülük yapanlar için böyle bir müjde yoktur:
“Kim de kötülükle huzurumuza gelirse, yüzükoyun cehenneme atılır.
Siz ancak yaptıklarınızın karşılığını bulursunuz.” (Neml: 90)
Kişinin gerçek mümin olduğunun bir delili de servetinden Allah yolunda harcama yapmasıdır. Bu yapılan harcama ne kadar sevilen şeylerden olursa, o kadar değerli olur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Sevdiğiniz şeyleri Allah yolunda infak etmedikçe asla iyiliğe eremezsiniz.
Her ne infak ederseniz, şüphesiz ki Allah onu bilir.” (Âl-i imrân: 92)
Sevilen şey, herkesin kendi nezdinde makbul olan şeydir. Herhangi bir dünyalığı Allah’tan çok seven bir kimse için fazilet kapısı kapalı olduğundan, sevdiği şeyleri O’nun yolunda sarfetmeye hazır olmayan bir kimse gerçek iyiliğe ulaşamaz.
Bu Âyet-i kerime müminlerin Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanına nail olabilmelerinin yolunu göstermektedir. Sevdiği şeylerden infak eden kimseye, daha aşağıda olan şeyleri infak etmek çok kolay gelir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratından bir çok zatlar, bu Âyet-i kerime nazil olduğunda en çok sevdiği mal ve mülklerini Allah yolunda seve seve infak ettiler.
Ensar’ın en zenginlerinden olan Ebu Talha -radiyallahu anh-ın Mescid-i nebevî’nin tam karşısında Beyrûhâ kuyusunun bulunduğu bir arazisi vardı ve onu çok seviyordu. Resulullah Aleyhisselâm bazen oraya varır ve tatlı suyundan içerdi. Âyet-i kerime nazil olunca Ebu Talha -radiyallahu anh- dedi ki “Yâ Resulellah! Bana mallarımın içerisinde en sevimli olan Beyrûhâ’dır, onu Allah yolunda O’nun rızâsı için infak ediyorum, olur ki Rabb’imin huzurunda iyiliğe nail olurum. Yâ Resulellah! Onu Allah’ın sana gösterdiği şekilde kullan.”
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Mâşaallah! İşte en iyi kazanç sağlayan bir mal. Ben burayı akrabalarına bırakmanı uygun görürüm.” buyurdu.
Ebu Talha -radiyallahu anh- de: “Öyle yaparım yâ Resulellah” dedi ve o araziyi akrabalarına ve amcaoğullarına bölüştürdü. (Buhârî - Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: “Yâ Resulellah! Hayber’de benim payıma düşen malımdan daha çok hiçbir malı sevmedim. Bana bu hususta ne emir buyurursunuz?” dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Onun aslını kendine bırak, gelirini de Allah yolunda infak et.” (Buhârî - Müslim)
Abdullah İbn-i Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:
“Bu Âyet-i kerime nâzil olunca, Allah’ın bana verdiklerini düşündüm ve içlerinden bana en sevgili olarak bir Rum cariyeyi buldum. ‘Bu Allah rızâsı için hürdür.’ dedim. Keşke tekrar düşünüp başka bir şeyi Allah rızâsı için verseydim de onunla evlenseydim.” (Bezzar)
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh-e bir misafir gelmişti. Çobana en güzel deveyi getirmesini söyledi. O da en çelimsiz bir deveyi alıp getirdi. Ebu Zerr -radiyallahu anh-: “Bana ihanet ettin!” deyince o: “Devenin en çelimsizi dişi olanıdır ben bir gün sizin ona ihtiyaç duyacağınızı hatırladım.” cevabını verdi. Ebu Zerr -radiyallahu anh- ise şöyle dedi:
“Ona muhtaç olduğum gün, çukura konulduğum gündür.”
Sevilen şeylerin infakı hususundaki Âyet-i kerime, canını Allah yolunda sarfetmeye de şamildir. Zira insanın canından daha kıymetli bir şey olamaz. Ashâb-ı kiram’ın ve bir çok İslâm mücahidlerinin ilây-ı kelimetullah için cihad meydanlarına atılıp en kıymetli ve en sevgili varlıkları olan canlarını feda etmiş oldukları tarihen sabit bir hakikattır.
Onun içindir ki mücahidlerin çok büyük ecir ve mükafatlara nail olduklarına dair birçok Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif mevcuttur.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler, onlardan kimi bu uğurda canını feda etti, kimi de bu daveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb: 23)
Bazıları Allah yolunda hayatlarını feda etmiş, bazıları da iman uğrunda hayatlarını feda edeceği bir fırsat beklemektedir.
Zekât gibi farz olsun, sadaka gibi nafile olsun, Allah yolunda mal sarfetmek dinin esaslarındandır ve İslâm’ın teşvik ettiği bir şeydir.
Allah-u Teâlâ rızâ-i Bâri için malını sarfeden kimsenin sevabını kat kat artıracağını, büyük bir mükafata nâil edeceğini Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz danesi olan ve yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Allah dilediğine kat kat artırır, Allah’ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilendir.” (Bakara: 261)
Allah yolunda yapılan harcamalar ahirette bu şekilde çoğalacak ve mizana konulacaktır. Bir dane vermekle yediyüze kadar mükafat alacağını bilen bir kimse, elbette kudreti nispetinde bu ilâhi lütuftan nasipdar olmak için çalışır. Bu ekinin ürünü asıl cennette biçilecektir.
Abdullah İbn-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, bir kimse gelerek devesini takımı ile birlikte Allah yolunda infak etti.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Andolsun ki kıyamet günü yularlı ve semerli yediyüz deve ile geleceksin.” (Müslim)
Şu halde veren kişi vermiyor, alıyor; verdiği malı eksilmiyor, aksine çoğalıyor.
Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak için harcanan her şey O’nun yolunda harcanmış demektir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Sizden biri içiyle dışıyla müslüman olursa, yaptığı her bir hayır en az on mislinden, yedi yüz misline kadar sevabıyle yazılır. İşlediği her bir günah da sadece misliyle yazılır. Bu hâl, Allah-u Teâlâ’ya kavuşuncaya kadar böyle devam eder.” (Buhârî)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak vasıflandırmaktadır:
“Allah’a güzel bir borç takdiminde bulunacak kim var? Ki, Allah ona kat kat fazlasını versin.” (Bakara: 245)
“Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.
İnfakın karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli verilmesi, riya karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi, verilirken başa kakılmaması şarttır.
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah gece yarısı yahut gecenin son üçte birinde dünya semasına nüzul ederek ‘Bana kim dua eder ki ona icabet edeyim veya kim benden bir şey diler ki ona vereyim.’ buyurur. Sonra ‘Yoksul olmayan ve zulmetmeyen Allah’a kim ödünç verecek?’ buyurur.” (Müslim)
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun karşılığını kat kat iade edeceğini vadetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine saadet ve selamet verir. Ahirette ise mükafat olarak bir çok sevaplar ihsan buyurur, ecrini kat kat katlandırır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Eğer siz Allah’a güzel bir borç takdiminde bulunursanız, andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım.” (Mâide: 12)
Mal ve mülkün hakiki sahibi Allah-u Teâlâ’dır, insanlar ancak O’nun malını tasarrufta vekildirler. Kim O’nun koyduğu şartlara uygun şekilde, rızasını kazanmak için farz olan zekâttan başka tamamen kendi isteğine bağlı olarak malını hayır yolunda infak ederse; günahlarını kapatır, yok eder, günahlardan dolayı mesul tutmaz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursanız, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah şükrün karşılığını verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.
Görüleni görülmeyeni bilendir, Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Teğâbün: 17-18)
Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri şeylerin zatına verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.
O’nun yolunda, rızâsı uğrunda infak edilen şeyler, kasa ve keselerde para saklamaktan, hatta meşru ticaretten ve kazançtan daha kârlıdır. O’nun dini gönüllerde yer tutsun diye, imkânı olanların servetinin bir bölümünü ayırması, zenginler zengini olan Allah-u Teâlâ’ya takdim edilen en güzel bir ödünçtür. O ise bu borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten Rızâ-î Bârî için vermişse, daha da fazlasını ödeyeceğine dair söz vermiştir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat kat artırır. Ayrıca ona cömertçe verilecek bir mükafat da vardır.” (Hadîd: 11)
Allah-u Teâlâ’nın ödünç talep etmesi, müminin ruhundaki cömertlik duygularının harekete geçmesi için kâfidir.
Bu Âyet-i kerime nazil olunca Ensar’dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh-: “Yâ Resulellah! Allah gerçekten bizden borç mu istiyor?” diye sordu. “Evet!” cevabını alınca: “Yâ Resulellah! Elini bana göster.” dedi ve Resulullah Aleyhisselâm’ın elinden tutarak “Bahçemi Rabb’ime borç olarak veriyorum.” buyurdu.
Bahçesinde altı yüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, aile fertleri de orada kalıyorlardı. Yanlarına gelerek: “Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabb’ime borç verdim.” dedi. Ailesi ise sevincini belirterek “Çok kârlı bir alış - veriş yapmışsın!” cevabını verdi ve vakit kaybetmeden başka bir yere taşındı.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için sarkıtmış bulunuyor.”
Allah-u Teâlâ sadaka veren erkek ve kadınların nail olacakları sevapları Âyet-i kerime’sinde haber veriyor:
“Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunanlara, verdikleri kat kat artırılır. Hem onlara cömertçe verilecek bir mükafat da vardır.” (Hadîd: 18)
Onlar Allah-u Teâlâ’nın rızâsını gözeterek sırf onu elde etmek için samimi bir niyetle infakta bulunurlar, hiç kimseden de herhangi bir karşılık beklemezler.
Önceden kendileri için takdim ettikleri her şey, o gün yine kendilerine takdim edilecektir. Dünyada iken sakladıkları şeylerin en hayırlısı bunlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’a güzel ödünç takdiminde bulunun. Kendiniz için önden ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz, hem de daha üstün ve mükafatça daha büyük olmak üzere.” (Müzemmil: 20)
Allah-u Teâlâ ihtiyaçtan münezzeh olduğu halde “Borç istemek” zâtına izâfe edilmiştir. Bu sadece infakı teşvik içindir.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphesiz ki Azîz ve Celîl olan Allah kıyamet gününde: ‘Ey Âdemoğlu! Ben hastalanmıştım, sen beni ziyaret etmedin!’ buyuracak. O ise: ‘Yâ Rabb’i! Ben seni nasıl ziyaret edebilirdim, sen alemlerin Rabb’isin.’ diye cevap verince: ‘Bilmez miydin ki, filan kulum hastalanmıştı da sen onu ziyaret etmedin. Bilmez miydin ki, onu ziyaret etseydin, beni O’nun yanında bulurdun!’ buyuracak.
Yine: ‘Ey Âdemoğlu! Senden yiyecek istemiştim de beni doyurmadın!’ buyuracak. O ise: ‘Yâ Rabb’i! Ben seni nasıl doyurabilirdim ki, sen alemlerin Rabb’isin.’ diye cevap verince: ‘Bilmez miydin ki, filân kulum senden yiyecek istemişti de sen onu doyurmadın. Bilmez miydin ki, onu doyurmuş olsaydın, bunu benim nezdimde bulacaktın.’ buyuracak.
Yine: ‘Ey Âdemoğlu! Senden su istemiştim de bana su vermedin’ buyuracak. O ise: ‘Yâ Rabb’i! Ben sana nasıl su verebilirdim ki, sen alemlerin Rabb’isin’ diye cevap verince ‘Filân kulum senden su istemişti de sen ona su vermedin. Ona su vermiş olsaydın, bunu benim nezdimde bulacaktın.’ buyuracak.” (Müslim: 2569)
Şu halde Allah yolunda infak edilen malın kaybolmayıp, karşılığında fazla fazla ecir ve mükafat verileceği anlaşılmış oluyor.
Allah-u Teâlâ Müzzemmil Sûre-i şerif’inin 20. Âyet-i kerime’sinin devamında şöyle buyuruyor:
“Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (Müzzemmil: 20)
Çünkü insanlar bu hususta kusur etmiş olabilirler. Allah-u Teâlâ’ya yönelmeleri, niyetlerini düzeltmeleri, tevbe ve istiğfarda bulunmaları için müracaat kapısı her zaman için açıktır.
Kelime olarak “Durdurmak” mânâsına gelen “Vakf”; yararı kullara âit olmak üzere bir malı kendi mülkünden çıkararak Allah yolunda tahsis etmektir.
Vakıf insanlık kadar eskidir. Önce dini olarak başlamış, sonradan insanî, medenî, içtimâî sahalara yayılmıştır. İlk vakıflar ise herkesin müştereken ibadet yaptığı mabedlerdir.
Vakıf İslâm’la birlikte ayrı bir gelişme göstermiştir. Dinimiz vakfa ayrı bir kudsiyet atfetmiş, imkân sahiplerini vakıf yapmaya fevkalâde teşvik etmiştir.
Vakfın meşruluğu Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabit olmuştur.
İslâm’da ilk fiili vakıf nümunesini bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vermiştir. Önce Medine-i Münevvere’de sahip olduğu yedi ayrı akarını, daha sonra da Fedek ve Hayber hurmalıklarından hissesine düşeni Allah yolunda vakfetmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm’dan gördükleri bu güzel Sünnet-i seniye’ye imkânları ölçüsünde uymaya çalışan Ashâb-ı kiram’dan bir çoğu kıymetli akarlarını vakfetmişlerdir. O kadar ki, Hazret-i Câbir -radiyallahu anh-: “Muhacir ve Ensar’dan imkân sahibi olup da vakıfta bulunmayan tek kişi bilmiyorum.” buyurmuştur.
Müslümanları vakıf kurmaya götüren en başta gelen âmil, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i şerif’leri olmuştur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Âdemoğlu ölünce yapmakta olduğu hayırlı işleri durur. Ancak üçü müstesnâdır:
Sadaka-i câriye, yani kesilmeden devam eden hayır yapanların,
Faydalı ilim bırakanların,
Arkasından kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan kimselerin amel defterleri kapanmaz.” (Müslim)
Buradaki “Sadakâ-i câriye” vakıf ile tefsir edilmiştir.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre babası Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Hayber topraklarındaki Semğ denilen hurmalığı vakfetmek isteyerek:
“Yâ Resulellah! Benim güzel ve kıymetli bir hurmalığım var. Halis kazancım olan bu malımı vakfetmek istiyorum.” dedi.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“Bu hurmalığın aslını vakfet! Artık o satılmaz, hibe edilmez, vâris olunmaz, yalnız onun mahsulü hayra sarfedilir.”
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de bu malını o suretle vakfetti. Bu sadakası Allah yolunda cihad eden mücahidlere, esâretten kurtulmak isteyen kölelere, misafirlere, vakfedenin yakın akrabasına harcanıyordu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1171)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- üst üste üç gün gördüğü bir rüyâ üzerine bu değerli arazisini vakfetmeye karar vermişti.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, Hazret-i Osman -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in de vakıfları vardı.
Hulefâ-i Râşidin’den sonra Emevîler, Abbâsîler ve diğer İslâm hükümdarları ve bilhassa Osmanlılar tarafından pek mühim şeyler vakfedilmiş, hayırlı müesseseler vücuda getirilmiştir.
Maddi bir karşılık beklemeden başkalarına yardım etmek gibi ulvî bir düşüncenin mahsulü olan vakıflar, yüzyıllardan beri derin tesirler icrâ etmiştir. Vakfın hayır ve iyilik noktasından çok geniş bir sahayı kaplayan bir müessese oluşu ancak İslâm’da görülür.
Vakıf, insanların hayatta iken yapabilecekleri maddi en büyük hayır işidir.
İslâm’da vakfın gayesi Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmaktır. Malını vakfeden müslümanlar hep bu maksadı gütmüşlerdir.
Malını ilâhi rızâyı arzulayarak infak eden müminlerin durumunu temsil etmek üzere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah’ın rızâsını kazanmak ve kalplerini sağlamlaştırmak için mallarını infak edip sarfedenlerin durumu, yüksekçe bir tepede bulunan güzel bir bahçeye benzer. Üzerine bol bol yağmur yağdığında, meyvelerini iki kat verir. Bol yağmur yağmasa bile, hafif bir yağmur, az bir çisinti de yetişir. Allah yaptıklarınızı görmektedir. “ (Bakara: 265)
Bir bahçe sulandığı zaman nasıl ki bol meyve verirse, ihlasla Allah yolunda yapılan bir infakın ecir ve mükafatı da o derece kat kattır.
Bol yağmur samimiyetle ve gönülden yapılan infaktır. Hafif yağmur ise samimi olmakla beraber, birincisinin derecesine erişemeyen infaktır.
Allah-u Teâlâ hangi niyetle yapılırsa yapılsın, verilen bütün infaklara vâkıftır. Ona göre de mükafat ve mücazat verecektir.
Mal sarfetmek nefse en ağır gelen işlerdendir. Malın çokluğu, kalpte katılaşmaya sebep olur. Mala mal adı verilmesinin sebebi, herkesin ona karşı çok meyilli olmasındandır. Kişi malını Allah için sarfettiğinde, nefsini hayır ve hasenata alıştırmış, kalbini sağlamlaştırmış olur.
Yaptığı hayır ve hasenattan ahirette menfaat görmek isteyen kimsenin, iyiliklerini eza, mihnet, hususiyetle riya gibi afetlerden koruması gerekir.
Riya karışan ameller, âfet isabet edip de harap olan bahçeye benzer.
Allah-u Teâlâ bu gibi gafillerin halini temsil etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Sizden biriniz hiç arzu eder mi ki; hurma ve üzüm bağları ile dolu, altından ırmaklar akan ve içinde her çeşit meyveden bulunan güzel bir bahçesi olsun. Tam bu durum elde edilmiş iken bir taraftan ihtiyarlık bastırsın, diğer taraftan da bakıma muhtaç çocuklar bakım isterken, o geçim vasıtaları olan bahçeye ateşli bir bora isabet edip baştan başa yaksın, kül etsin! (Elbette bunu kimse istemez.)
İşte Allah size âyetlerinizi böyle apaçık bildiriyor, umulur ki düşünüp ibret alırsınız.” (Bakara: 266)
İşte insanlar görsün diye yapılan iyilikler, infak ve sadakalar da böyledir.
Yaşlı adam bütün hayatı boyunca kazandığı bahçeyi kaybetmiştir. Kendisinin yeni bir bahçe yetiştirmeye gücünün yetmeyeceği, küçük ve zayıf oldukları için çocuklarının da hiçbir şey yapamayacakları bir anda bütün ümitlerini yitirmiştir.
Riyakâr insan kendisine fayda verecek iyilikler yaptığını zanneder, fakat ahirete göçtüğünde hiç bir iyiliğin karşılığını göremez.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Kıyamet gününde insanlardan ilk olarak suâle çekilecek olan üç kişiden birincisi şehid edilen kimse olacaktır. Huzur-u ilâhîye getirildiğinde Cenâb-ı Allah ona ihsan ettiği nimetlerini bir bir sayar, o da bu nimetleri ikrar eder.
- Bu nimetlere mukabil ne yaptın?
- Senin rızân uğrunda savaştım ve şehid düştüm.
- Hayır, yalan söylüyorsun! Sana cesur desinler diye savaştın, nitekim bu söz de söylenmiştir.
Sonra verilen emir üzerine yüzüstü sürüklene sürüklene cehenneme atılır.
İkincisi de ilim öğrenmiş ve öğretmiş, Kur’an okumuş bir kimsedir. Cenâb-ı Hakk ona da lütuf ve ihsanlarını sayar, o da bu nimetleri itiraf eder.
- Bu nimetlere mukabil ne yaptın?
- Senin rızân uğrunda ilim öğrendim ve öğrettim, Kur’an okudum.
- Hayır, yalan söylüyorsun! İlmi, sana âlim desinler diye öğrendin. Kur’an-ı kerim’i de, sana ne güzel okuyor desinler diye okudun. Nitekim bu söz de söylenmiştir.
Sonra verilen emir üzerine yüzükoyun sürüklenerek ateşe atılır.
Üçüncüsü ise, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri’nin kendisine geniş çapta zenginlik verdiği ve her türlü servetten ihsan ettiği bir kimsedir. Huzur-u İlâhi’ye getirilince, Cenâb-ı Hakk ihsanlarını ona da ayrı ayrı anlatır. O da onları itiraf eder.
- Bütün bunlara mukabil ne yaptın?
- Yâ Rabb’i! Servetimi sırf senin uğrunda, sevdiğin işlerde harcadım.
- Hayır, yalan söylüyorsun! Sana ne cömert ne sehavetli desinler diye bunları yaptın, bu söz de söylenmiştir.
Sonra o da emir üzerine sürüklene sürüklene ateşe atılır.” (Müslim)
İtaatkâr müminler ellerindeki servetin hakiki sahibinin Hazret-i Allah olduğunu her an için itiraf ederler. O’nun malını muhtaç olanlara ulaştırmaya memur kılındıklarını idrak ederler.
Bilirler ki bunlar rızık olarak Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine bahşedilen bir ikramdan ibarettir. Bu maddi ve manevi ikramlardan az veya çok infak edip O’nun yolunda sarfiyatta bulunurlar. Aslında bu verdikleri, rızık veren gerçek Rezzak’ın verdiği şeylerin bir kısmıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” (Bakara: 3 - Enfal: 3 - Hacc: 35 - Kasas: 54 - Secde: 16 - Şûrâ: 38)
Rızık; Arapça’da haz ve nasip demek olup, Allah-u Teâlâ’nın canlılara gönderip faydalanmalarını nasip ettiği şey manasına gelmektedir.
İnfak ise; malın elden çıkarılması, sarfedilmesi, kişinin mali fedakarlıkta bulunması demektir. Farz, vacip, mendup kısımları vardır.
Bu Âyet-i kerime’nin manası geniş olup; öncelikle zekât ve diğer sadakalar, yardımlar ve vakıf gibi hayırlar için mal sarfetmek gibi mali ibadetleri içine almaktadır.
İnsana verilen zenginlik, itibar ve rızık bolluğu dünyanın geçici metaıdır.
Müslümanın yüzü zekât almaya değil, vermeye dönük olacak. Ancak mecbur kaldığı zaman zekât ve sadaka alabilecek, aksi halde aldığının haram olduğunu unutmayacak.
Allah-u Teâlâ, kendilerinin ve aile fertlerinin açlıklarını gidermek için, o yemeğe ihtiyaçları olmasına rağmen, onu daha fazla ihtiyaç sahiplerine yediren, onları kendilerine tercih eden itaatkar müminleri Âyet-i kerime’sinde övmektedir:
“Onlar, kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan: 8)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz bir aileye sadaka gönderdiğinde, sadakayı götüren cariyesine, sadakayı kabul edince ne dediklerini sorar; eğer dua etmişlerse, o sadakanın sevabının noksan olmaması için aynı dua ile mukabele ederlerdi.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri bir fakire bir şey verdiğinde, fakir teşekkür etmiş. “Bana niçin teşekkür ediyorsun, ben senin hakkını sana veriyorum.” buyurmuşlar.
İtaatkar müminler yaptıkları bir iyilik karşısında halktan bir teşekkür ve bir karşılık beklemezler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle beyan buyuruluyor:
“Biz sizi sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizlerden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz. Biz serz ve belalı bir günde Rabb’imizden korkarız.” (İnsan: 9-10)
Dil ile böyle söylemeseler bile, kalben böyle düşünmektedirler.
Hakk’ın rızâsından gayrı hiç bir karşılık beklemedikleri içindir ki, O’nun katında övülmeye layık görülmüşlerdir:
“Allah da onları bu yüzden o günün fenalığından korur, onların yüzüne parlaklık ve sevinç verir.” (İnsan: 11)
“Sabretmelerine karşılık onları cennet ve ipekle mükafatlandırmıştır.” (İnsan: 12)
Allah-u Teâlâ kendi yolunda bulunan ve sonra da başa kakmadan malından infak eden kimseleri Âyet-i kerime’sinde överek şöyle buyurmaktadır:
“Mallarını Allah yolunda hayra verip de sonra başa kakmayan, alanların gönlünü kırmayan kimselerin, Rabb’leri katında mükafatları vardır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara: 262)
Gerek farz, gerek vacip gerek nafile olsun, hayır ve hasenatta bulunanlar, mallarını infak edenler; bu iyiliklerini ve bu infaklarını, karşılarındaki kimselerin başlarına kakmak, verdiğini onlara hatırlatmak, iyilikleri sayıp dökmek suretiyle eziyet etmemelidirler.
Bu gibi hareketler ihtiyaç sahiplerinin kalplerini kırdığı gibi, infakın kıymetten düşmesine, ecrinin azalmasına veya tamamen elden çıkmasına sebep olur.
Allah-u Teâlâ infak emri ile hem ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarının giderilmesini sağlamakta, hem de infak eden kişinin nefsini temizleyip, terbiye ve tezkiye etmektedir.
Mal sahibi malından birşeyler infak etmişse, O’nun malından infak etmiştir. Verdiği her şey, Allah-u Teâlâ’ya verilen bir karz-ı hasendir, bir ödünçtür. Allah yolunda yapılan harcamalar, halisane yapılan fedakarlıklar mükafatsız bırakılmayacaktır. Öyleyse sarfedilmesi gereken şeyleri sarfetmeli ve bundan çekinmemelidir.
Bunu yapabilenler için ne hakettikleri mükafatı kaybetme korkusu vardır, ne de sarfettikleri şeyler için üzülecekleri bir zaman gelecektir.
Bu Âyet-i kerime Hazret-i Osman -radiyallahu anh- ile Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh- hakkında nazil olmuştur. Tebük seferine Hazret-i Osman -radiyallahu anh- her takımıyla beraber bin deve ve bin dinar infakta bulununca, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu durumdan fevkalade mahzun olmuş: “Ya Rabb’i! Ben Osman’dan razıyım, sen razı ol.” diye dua buyurmuştu. Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh- da sekiz bin dirhemden ibaret olan servetinin yarısını da ailesinin nafakası için bırakmıştı. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun hakkında da: “Allah-u Teâlâ evinde alıkoyduğunu da, infak ettiğini de sana mubarek kılsın.” buyurdu.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Mallarını gece gündüz, gizli ve açık infak edenlerin mükafatı Rabb’leri katındadır.
Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara: 274)
Bu Âyet-i kerime infakın en mükemmel suretini göstermektedir. Kendi âile efradına infakta bulunmak bile bu hükmün içine girer.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Sa’d bin Ebi Vakkas -radiyallahu anh- hastalandığında ziyaretine gitmişlerdi.
Ona buyurdular ki:
“Allah’ın rızâsını dileyerek bir infakta bulunduğun zaman, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa, şüphesiz ki onunla derecen ve yüksekliğin artar.” (Buhârî - Müslim)
Allah-u Teâlâ kullarının yaptıkları infakın kaybolup gitmeyeceğini, bunun maddî ve manevî mükâfatını elbette göreceklerini haber vererek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah yolunda ne infak ederseniz, size eksiksiz ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfal: 60)
“Onların Allah yolunda harcadıkları az ve çok her şey, yürüdükleri her yol, mutlaka hesaplarına yazılır. Ki Allah onları, yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandırsın.” (Tevbe: 121)
Mükâfatlandırmak istediği için o yaptıkları işlerden dolayı kendilerine sevap ihsan eder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müslümanlara Allah yolunda infak etmelerini tavsiye buyurmuştu. Onlar da ne miktarda mal sarfedeceklerini, nereye ve kimlere vereceklerini sorup öğrenmek istemişlerdi.
Nazil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Resul’üm! Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar.
De ki: Hayırdan harcayacağınız şey, ana-baba, yakınlar, yetimler, düşkünler ve yolcular içindir.
Hayır olarak ne yaparsanız, şüphesiz ki Allah onu bilir.” (Bakara: 215)
İnfak derece derecedir. Önce yakınlar, sonra diğer kimseler.
Bu Âyet-i kerime farz olan zekâttan ayrı olarak sadaka vermeyi teşvik etmiştir.
Bir evlat yoksul olan ana-babaya bakmak, ihtiyacını karşılamak mecburiyetindedir. Bu husustaki yaptığı harcamayı zekâttan sayamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ne sarfedeceklerini sana soruyorlar.
De ki: Artanı.
Böylece Allah size âyetleri açıklar, umulur ki düşünürsünüz.” (Bakara: 219)
Aşırı derecede israf yapmamak ve kısıntıya gitmemek suretiyle insanın bakmakla yükümlü olduğu kimselere gereken masrafı yaptıktan sonra, ihtiyaçlarından fazlasını infak etmesi tavsiye edilmektedir. İhtiyacı için temin ettiği malı hayır yapacağım diye harcayıp da kendisini ve ailesini nafakasız bırakması caiz değildir. Allah için infak etmeye devam edilebilmek için infakta da ölçüye ve iktisada uymak gerekmektedir.
Bu Âyet-i kerime nazil olduktan sonra Ashab-ı kiram, nafakalarını üzerlerine aldıkları kimselerin ihtiyaçlarını giderdikten sonra arta kalanını infak ederlerdi. Çünkü bu durumda hem dünya hem ahiret düşünülmüş olmaktadır.
İnfak edilen malın Allah katındaki kıymeti, onun azlığına çokluğuna bağlı olmayıp, infak edenin haline ve niyetine göredir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurdular.
“Bu nasıl olur ya Resulellah?” diye sorulduğunda şu cevabı verdiler:
“Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan daha iyisini tasadduk etti. Diğeri ise, malının yanına varıp malından yüzbin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî)
Hadis-i şerif’te beyan buyurulduğu üzere, bir dirhem veren malının yarısını vermiş olmaktadır. Halbuki zengin olan kişi malının yarısını vermiş değildir, normal olarak herkesin bağışta bulunabileceği bir haldedir.
Asr-ı saadette, çöllerde sahralarda yaşayan, her türlü medeni imkanlardan mahrum bulunan bedeviler vardır. Kur’an-ı kerim’in beyanına göre bunlardan kimisi küfür ve nifakta çok aşırı gitmiş, koyu bir putperestlik içinde ömür tüketmişlerdi.
Kimisi iman etmediği halde müslüman gibi görünüyor;
“Bedevilerden öylesi vardır ki, Allah yolunda sarfettiğini angarya sayar.” (Tevbe: 98)
Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, Allah yolunda istemeyerek harcadığı bir dirhemi bir cerime sayıyordu.
Bedeviler arasında Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a sadakatle iman edip küfür ile nifaktan, fırsatçılık ve menfaatçilikten uzak, Allah yolunda harcadıkları ile Allah-u Teâlâ’nın ve O’nun yüce Peygamberi’nin hoşnutluklarına erişmeyi dileyen samimi müminler de yok değildi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bedevilerden öylesi de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır, harcayacağını Allah katında yakınlığa ve Peygamber’in duâlarını almaya vesile edinir.
Bilesiniz ki o harcadıkları şeyler, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmetinin içine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” (Tevbe: 99)
Müminler infak ederken gaye ve maksat gözetmedikleri için büyük bir ecre nail olurlar. Allah katında yakınlığa ve Resulullah Aleyhisselâm’ın duâsına mazhar olurlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah yolunda sarfiyatta bulunanların mallarının bereketli olmasına dua eder, onlar için istiğfarda bulunurdu.
Bir insana rızkın bol verilmesi veya kısılması tamamen Allah-u Teâlâ’nın iradesine ve isteğine bağlıdır. Rızık bolluğu saadet âlâmeti olmadığı gibi rızık darlığı da şekâvet âlâmeti değildir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“De ki: Rabb’im kullarından dilediğinin rızkını genişletir, dilediğine darlaştırır.” (Sebe: 39)
Bir kimseye rızık genişliği, nimet bolluğu verilmişse, bu ona Allah-u Teâlâ’nın bir lütfudur ve o kimse bu ikram ve ihsandan dolayı şükrünü artırmalıdır. İsyankar olan bir insana bol nimetler veriliyorsa, bu kendisi için bir istidraçtır, çok sıkı bir hesaba ve şiddetli bir azaba çekileceğinin âlâmetidir. Bunun içindir ki, mal çokluğuna aldanmamalı, kadrini bilmeli, onu meşru şekilde sarfetmelidir.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruyor:
“İnfak ettiğiniz herhangi bir şeyin yerine daha iyisini verir. Çünkü O rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe: 39)
Temiz kazançtan, helal servetten samimi bir niyetle harcanan miktarın yerinin boş kalmayacağı, Allah-u Teâlâ’nın sebepleri kolaylaştırmak suretiyle onun yerine fazlasını koyacağı, ahiret için de azık ve hazırlık olacağı haber veriliyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kulların sabaha erdiği her günde gökten iki melek iner ve bunlardan biri şöyle der:
‘Allah’ım! İnfak edene halef ver, harcadığı malının yerini doldur.’
Diğeri de der ki:
‘Allah’ım! Malını elinde tutan kimsenin malına telef ver.’” (Buhârî -Müslim)
Bir Hadis-i kudsi’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ey Ademoğlu! Sen infak et, ben de sana infak edeyim.” (Müslim: 993)
Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ’nın “Rızık verenlerin en hayırlısı” olduğu belirtilmektedir. Çünkü O’nun lütuf ve ihsanları hesapsızdır, insanlarınki ise hesap iledir. Bazı insanlar O’nun rızkını diğer kimselere ulaştırmaya ancak vasıta olabilirler. “Filan kişi iş sağladı.” denilir. Onların sebep olduğu rızkın yaratıcısı Rezzak-ı kerim olan Allah-u Teâlâ olduğu içindir ki O “Rızık verenlerin en hayırlısı”dır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın kitabı’nı okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık sarfedenler asla tükenmeyecek bir kazanç umabilirler.” (Fâtır: 29)
Bir insan ticaret yaparak bol kazanç sağladığı gibi, bir mümin de malını Allah yolunda sarfettiği zaman bol bol manevi kazanç sağlar. Ticaret yapanların, kazancın yanında zarar ve iflas etme ihtimali mevcut olduğu halde bu ticaret asla kesada uğramaz, zarar etme ihtimali söz konusu değildir. Allah-u Teâlâ onların ecirlerini ve mükâfatlarını tamamiyle ödeyecek, hem de fazlından artırıp fazlasını verecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Çünkü Allah, onların mükafatını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir.
Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.” (Fâtır: 30)
Bir Hadis-i şerif’te ise:
“Sadaka malı eksiltmez.” buyurulmuştur. (Müslim)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sadakanın belâyı önleyeceğine dair bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Sadaka vermekte acele edin! Çünkü belâ sadakanın önüne geçemez.” (Rezîn)
Allah-u Teâlâ müminlerin kurtuluşa ererek cennet-i âlâ’ya girmelerini sağlayacak olan sadaka ve infaka riayet etmeyen ümmetin halini hayret ifadesi ile şöyle ferman buyurmaktadır:
“Ey müminler! Size ne oluyor ki, Allah yolunda infakta bulunmuyor, mallarınızı sarfetmiyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası zaten Allah’ındır.” (Hadîd: 10)
Servet sahiplerinin Allah yolunda infak hususunda gevşek davranmaları cidden üzüntü vericidir.
Mülkün gerçek sahibi Allah-u Teâlâ’dır, mal ve mülk O’nundur. İnsanlar O’nun mülkünde O’nun verdiği güç ve kudretle, akıl ve idrakle hayatlarını idame ettirmektedirler. Binaenaleyh O’nun yolunda infakta bulunmaları gerekir. Uğrunda infak edilen zat, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’tır.
Âyet-i kerime’de:
“Onlara, Allah’ın size verdiği maldan verin.” buyurulmaktadır. (Nur: 33)
O’na inanan ve tevekkül eden kimse infak eder, mali sıkıntıya düşme korkusu ile Allah yolunda sarfetmekten kaçınmaz. Bilir ki o sarfettiğini Allah-u Teâlâ tekrar yerine koyacaktır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine daha iyisini verir.” (Sebe: 39)
Nice kimseler helâl-haram demeden bir çok servet yığmışlardır, sonra da onları mirasçılarına terkederek gitmişlerdir. Onlar da onu har vurup harman savurmuşlardır.
Nice müminler de vardır ki kazanç sağlarken helâli gözetmiş, haramdan sakınmış, zekâtını vermiş, Allah yolunda sarfetmiştir. Ahirete göç ederken de evlât ve ıyalini Allah-u Teâlâ’ya emanet ederek ardında bırakmıştır.
“Babaları sâlih bir kimse idi.” (Kehf: 82)
Âyet-i kerimesi mucibince çok geçmeden Allah-u Teâlâ geride kalanlara mal ve itibar bahşetmiştir.
Allah-u Teâlâ malı ve zenginliği sevdiğine de verir, sevmediğine de verir. Dilediğine servet verir, dilediğine de vermez.
Kullarını nimet ve ikramla dener, mal ile, mevki ile tecrübe eder. Gerek rızık bolluğu, gerekse darlığı kul için imtihandır. Kulun Allah katındaki değeri dünya malı ile ölçülemez. Dünya malından herhangi bir şeyin verilmesi veya verilmemesi bir ceza değildir. Geniş rızıklı olmak üstün olmayı, rızkın darlığı da Allah-u Teâlâ’nın o kimseyi hakir kıldığını göstermez. Her iki halde de netice Allah-u Teâlâ’ya itaat noktasında düğümlenir. Mühim olan bu imtihanın neticesidir. Servet sahibi olunca zenginlik sebebiyle şükür mü edecek, yoksa nankörlük mü edecek? Fakir düşünce, fakirliğinden dolayı sabır mı edecek, yoksa isyan mı edecek?
İtaatkar mümin imtihanda olduğunu bilir, darda da olsa bolda da olsa daima Hakk’a yönelir, O’nun lütuf ve merhametine güvenir.
Kâfire göre değer ve değersizlik, dünyada mal ve mülkün çokluğu ve azlığına göredir.
Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“İnsana gelince; Rabb’i kendisini imtihan edip de ikramda bulunur ve ona bol nimet verirse, ‘Rabb’im bana ikram etti.’ der.
Amma onu imtihan edip rızkını daraltırsa, ‘Rabb’im bana ihanet etti.’ der.” (Fecr: 15-16)
“Rabb’im bana ikram etti.” demesi şükür için değil, kibirlenmek ve övünmek içindir. İhanet ettiğini söylemesi ise sabırsızlığını ve şuursuzluğunu göstermektedir.
Biçare insan! Nail olduğu nimetlerin ilâhi bir lütuf olduğunu ve bu nimetlere şükretmesinin gerektiğini düşünmez. Rızık darlığını kendisine bir hakaret sayar, yüzünü ekşitir. Rabb’inin lütuf buyurmuş olduğu diğer namütenahi nimetleri dikkate almaz.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin bu çarpık fikirlerini reddetmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz.” (Fecr: 17)
Onlar bundan daha kötüsünü yapmaktadırlar. Allah-u Teâlâ onlara birçok mal ikram ettiği halde; onlar yetime değer vermemekte, haksız yere malını elinden almaktadırlar.
“Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.” (Fecr: 18)
Kendileri yedirmedikleri gibi, başkalarını da buna teşvik etmemektedirler. Şayet bir kimseye ikramda bulunsalar bile nam yapmak için ikramda bulunurlar.
“Size kalan mirası (hak gözetmeden) yiyorsunuz.” (Fecr: 19)
Miras malı helâl olmakla beraber; bunlar nereden geldiğini düşünmeksizin, haram helâl olduğuna bakmaksızın, yetimlerin, çocukların, kadınların ve diğer mirasçıların haklarını gözetmeksizin hırsla mirasın hepsine konmak veya kendi hissesinin fevkinde bir hisse almak isterler.
Kimileri de eline geçen mirası meşru bir şekilde harcamayıp, lüks ve israf, zevk ve eğlence yolunda yiyip bitirirler.
“Malı pek çok seviyorsunuz.” (Fecr: 20)
Helâl veya harama aldırmadan, câiz olup olmadığına bakmadan mal toplamaya büyük bir temâyül göstermektedirler. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt etmemektedirler. Ne kadar mal sahibi olsalar da gözleri doymuyor. Hayra sarfedilmeyip yığılan mallar, mirasyedilerin ellerinde sefahat yollarında yenip bitiriliyor, kendilerine ise vebalinden başka bir şey kalmıyor.
Daha doğrusu onlar dünya hayatının fani nimetlerini, ahiretin baki nimetlerine tercih ediyorlar.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Vaktiyle Benî İsrail’de biri abraş, biri kel, biri de kör üç kişi varmış. Allah onları imtihan etmek istemiş ve kendilerine bir melek göndermiş.
Melek abraşa gelerek ‘Sence en makbul şey nedir?’ diye sormuş. Abraş ‘Güzel renk, güzel cild ve benden insanların iğrendiği halin gitmesidir.’ demiş. Bunun üzerine melek onu sıvazlamış, o anda o iğrenç hali gitmiş, kendisine güzel bir renk, güzel bir cild verilmiş.
Melek ‘Sence hangi mal en makbuldür?’ diye sormuş. Abraş ‘Devedir.’ demiş. Bunun üzerine kendisine doğurması yakın bir deve verilmiş. Daha sonra melek ‘Allah sana bu devede bereket versin!’ diyerek ayrılmış.
Bu defa kelin yanına gelerek ‘Sence en makbul şey nedir?’ diye sormuş. Kel ‘Güzel saç ve insanların iğrendiği şu halin benden gitmesidir.’ demiş. Melek onu sıvazlamış ve o hal gitmiş, kendisine güzel saç verilmiş.
Melek ‘Sence hangi mal en makbuldür.’ diye sormuş. Kel ‘Sığırdır.’ demiş. Bunun üzerine kendisine hamile bir inek verilmiş. Daha sonra melek ‘Allah bu inekte sana bereket versin!’ diyerek ayrılmış.
Müteâkiben gözü görmeyen adama gelerek ‘Sence en makbul şey nedir?’ diye sormuş. Adam ‘Allah’ın gözümü açması ve onunla insanları görmemdir.’ demiş. Melek onu da sıvazlamış ve gözü görmeye başlamış.
Melek ‘Sence hangi mal en makbuldür.’ diye sormuş. Adam ‘Koyundur.’ demiş. Bunun üzerine kendisine doğurmuş bir koyun verilmiş.
Zamanla ötekiler üretmiş, beriki de doğurtmuş, bu suretle birinin bir vâdi devesi, diğerinin bir vâdi sığırı, bunun da bir vâdi koyunu olmuş.
Sonra melek abraşa eski suret ve kılığında gelerek ‘Ben fakir bir adamım, yolculuğumda bütün çarelerim tükendi. Bugün evvel Allah sonra senden başka beni evime ulaştıracak bir kimse yoktur. Senden şu güzel rengi, güzel cildi ve malı veren Allah aşkına bir deve istiyorum, o deve ile yoluma devam edeceğim.’ demiş.
Abraş ‘Haklar çoktur!’ karşılığını vermiş.
Bunun üzerine melek ona ‘Ben seni tanır gibiyim! Sen insanların iğrendiği abraş değil misin? Hani sen bir zamanlar fakirdin, Allah bütün bunları sana verdi.’ demiş.
Abraş ‘Ben bu malı ancak ve ancak büyükten büyüğe intikal eden bir miras olarak edindim.’ cevabını vermiş.
Melek de ‘Yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin.’ diyerek ayrılmış.
Kelin yanına da eski suretinde gelerek buna söylediğinin aynısını söylemiş. Bu da abraşın verdiği cevap gibi cevap vermiş.
Melek de ‘Yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin.’ diyerek ayrılmış.
Gözleri görmeyen adama da eski suret ve kılığında gelerek ‘Ben yoksul bir adamım, yolcuyum. Yolculuğum esnasında bütün çarelerim tükendi. Evvel Allah, sonra senden başka bugün beni evime ulaştıracak bir kimse yoktur. Senden gözünü açan Allah aşkına bir koyun istiyorum. Onunla yoluma devam edeceğim.’ demiş.
Adam ‘Gerçekten benim gözlerim kör idi. Allah benim gözlerimi açtı. Şimdi bu koyunlardan dilediğini al, dilediğini bırak! Vallâhî bugün Allah için aldığın bir şeyde sana zorluk çıkarmam.’ demiş.
Bunun üzerine melek:
‘Malın senin olsun. Siz ancak imtihan edildiniz. Senden râzı olundu, iki arkadaşın da hışıma uğradı.’ demiş.” (Müslim: 2964)
Allah-u Teâlâ müminlere nail oldukları rızıklardan infakta bulunmalarını, ölüm zamanı geldiğinde pişmanlık duymanın hiçbir yarar sağlamayacağını Âyet-i kerime’sinde ferman buyurmaktadır:
“Herhangi birinize ölüm gelip de ‘Ey Rabb’im! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!’ demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin.” (Münâfikûn: 10)
Kullarının elindeki mal ve mülkün kaynağını onlara hatırlatarak, bunların ilâhi birer lütuf olduğunu anlamaları ve gerektiği şekilde Allah yolunda fedakarlık etmekten çekinmemeleri için “Size verdiğimiz rızıktan” buyurmuştur. Rızkı veren O’dur, infak emrini veren de O’dur.
Adiyy bin Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden hiç bir kimse yoktur ki, Allah onunla konuşmasın. Hem aralarında tercüman da bulunmayacaktır.
Sağ tarafına bakacak, ahirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecek.
Sol tarafına bakacak, gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecek.
Önüne bakacak, yüzünün karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecek.
Binaenaleyh yarım hurma ile bile olsa cehennemden korunun.” (Müslim: 1016)
Her ihmalkâr, ölüm zamanı geldiğinde pişman olur ve verilen müddetin çok kısa zaman da olsa uzatılmasını ister, kaçırmış olduğu fırsatların farkına varır, mahrum olarak gittiğine hasret çeker, fakat heyhat ki iş işten geçmiştir.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Resul’üm! İnsanları, kendilerine azabın geleceği (kıyamet) gününden korkut! Zalimler ‘Ey Rabb’imiz! Yakın bir müddete kadar bize süre ver de senin davetine uyalım, peygamberlere tâbi olalım.’ derler.” (İbrahim: 44)
Onlara şöyle denilir:
“Siz daha önce sonunuzun gelmeyeceğine (sürekli yaşayacağınıza) yemin etmemiş miydiniz?
Üstelik kendilerine yazık edenlerin yurtlarında oturmuştunuz, onlara nasıl yaptığımız size apaçık belli olmuştu ve size bir çok misaller de vermiştik.” (İbrahim: 44-45)
Allah-u Teâlâ ilâhî hudutları aşan ve yoldan sapan isyankarların ölüm anında can çekiştirirken, azabı gördükleri zamanki durumlarını Âyet-i kerime’lerinde haber veriyor:
“Nihayet onların her birine ölüm geldiği vakit der ki ‘Rabb’im! Beni dünyaya geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve yararlı iş işlerim.’
Hayır, bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilip kaldırılacakları güne kadar, önlerinde geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah vardır.” (Müminun: 99-100)
Dünya ile ahiret arasında bir engel olan berzah alemi onların dönüş yolunu kapatacak ve kıyamet gününe kadar orada kalacaklardır.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde bu gibi kimselerin ahirete intikal ettiklerinde şöyle söyleyeceklerini haber veriyor:
“Ey Rabb’imiz! Gördük, işittik. Artık bizi dünyaya geri dündür de salih bir amel işleyelim.” (Secde: 12)
“Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler veya geriye döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduklarımız amellerden başkasını yapalım?” (A’raf: 53)
“Ah ne olurdu, keşke dünyaya geri çevrilsek de Rabb’imizin âyetlerini inkar etmesek!” (En’am: 27)
Onlar fani olan dünyayı baki olan ahirete tercih etmişlerdi.
Eceli gelmeden herkes başının çaresine bakmalı ki, iş işten geçtikten sonra çare aramaya muhtaç olmasın. Zira ecel geldiğinde tehiri mümkün değildir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah, süresi gelip eceli yettiği zaman hiçbir canı asla geri bırakmaz.
Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Münâfikûn: 11)
Kimin sözünde ve isteğinde samimi olduğunu, geri döndürüldüğünde bulunduğu durumdan daha kötü bir duruma düşüp düşmeyeceğini en iyi bilen ve haberdar olan O’dur.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Eğer geri döndürülselerdi, yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerlerdi.” (En’âm: 28)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir kimse gelerek “Yâ Resulellah! (Sevap itibarı ile) sadakanın hangisi daha büyüktür?” diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Sağlam olduğun, cimri olduğun, fakirlikten korktuğun ve zenginliğe tamah ettiğin halde verdiğin sadakadır. Bu işi, can gırtlağa gelip de filâna şu kadar, filâna şu kadar verilsin deyinceye kadar geri bırakma. Dikkat et! Ki, o mal zaten filânın olmuştur.” (Müslim: 1032)
Allah-u Teâlâ malın helalinin ve iyisinin infak edilmesini teşvik etmek üzere Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey inananlar! Kazandıklarınızın temizlerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan (Allah için) sarfedin. Size verilirse göz yummadan alamayacağınız kötü ve değersiz şeyleri sakın vermeye kalkışmayın.
Biliniz ki Allah ganidir, övülmeye lâyıktır.” (Bakara: 267)
Herkes gani olan Allah’a muhtaçtır. O ise hiç kimseye muhtaç değildir. Şu halde insanlar Allah yolunda eğer az çok bir şeyler infak ediyorlarsa kendi menfaatlerinedir. Bunun içindir ki seve seve, gönüllerinden doğarak en güzelini vermeleri gerekir. O’nun lütfu geniştir. Yaptığı infak, verdiği sadaka sabebiyle kat kat artırarak kulunu mükafatlandıracaktır.
Tayyib; malın güzeli, iyisi ve makbul olanıdır, helalidir.
Habis ise; sevimsiz kötü, çirkin ve haram olanıdır.
Bu Âyet-i kerime Ensar hakkında nazil olmuştur. Ensar’dan bazı kimseler, hurmaların toplanma zamanı geldiğinde henüz olgunlaşmamış taze hurmaları toplayarak Mescid-i nebevî’deki iki direk arasında gerilmiş bir ipe asarlardı. Muhâcirler’in fakirleri gelir, bu hurmalardan yerlerdi. Bazı kişiler de bu hurmaların arasına ezik ve çürüklerini koyarlardı ve bunun câiz olduğunu sanarlardı.
Bunun üzerine böyle yapanlar hakkında bu Âyet-i kerime nazil oldu.
Avf bin Mâlik -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün elinde asası olduğu halde çıktı. Bir kimse çürüklü bir hurma salkımı asmıştı. Asası ile onu dürterek şöyle buyurdu:
“Bu sadakanın sahibi, keşke bundan daha iyisini tasadduk etmek istesiydi. Bu sadakanın sahibi kıyamet günü çürük hurma yiyecek.” (Ebu Dâvud: 1608)
Allah-u Teâlâ kullarına hiçbir zaman mallarının tamamını infak etmelerini emretmemiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir. Eğer iman eder ve sakınırsanız, O size mükafatlarınızı verir, mallarınızı (tamamen sarfetmenizi) istemez.” (Muhammed: 36)
Ölmek üzere olan bir kişinin bile malının ancak üçte birini hayra sarfetmek üzere vasiyet edebileceğini hükme bağlamış, daha fazlasına cevaz vermemiştir. Şu kadar var ki vârisler rızâ gösterdikleri takdirde üçte birini aşan vasiyet yerine getirilebilir.
O’nun hiç kimseye ihtiyacı yoktur, kimseden bir şey istemez. Mallardan zekât vermeyi farz kılması, yine kullarının menfaatinedir. O verilen az bir zekât, kalan serveti güzelleştirir, malın kirini giderir, muhtaç olanların ihtiyaçları giderilmekle gönülleri hoş edilmiş olur, ahiret hayatı için sevap kazanılır.
Dünya hayatı, ilerisi için bir kazanç vasıtası olmak üzere istifade edilmediği zaman bir hiçtir. Ahiret karşısında bu dünyanın değeri bir oyundan bir eğlenceden ibarettir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onları diriltip bir araya getirerek toplayacağı gün, sanki dünyada gündüz bir saat kalmış gibi olurlar.” (Yunus: 45)
Allah-u Teâlâ insanlardan bütün servetini Allah yolunda infak etmelerini istemediğini, böyle bir emir çıkmış olsa bir çok kimsenin cimrilik göstererek niyetlerini bozacaklarını Âyet-i kerime’sinde haber veriyor:
“Eğer onları sizden isteseydi ve sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz ve bu da sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı.” (Muhammed: 37)
Mala ve mülke muhabbetleri sabırlarına mani olur, hepsini isteyince açıktan açığa muhalefette bulunurlardı.
Allah-u Teâlâ zekât verecek kadar zengin olan müslümanların mallarının belli bir miktarını fakirlere tahsis etmiştir. Bunun içindir ki zekât verilmeyen malda fakirlerin hakkı vardır. Bu hakkı sahibine veren kimse Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirip borcundan kurtulmuş olur. Üzerine zekât farz olan kimse ise zekâtını vermezse, fakirlerin malını gasbetmiş olur.
İslâm’da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükünlerden birisi namaz, diğeri ise zekâttır.
Zekât ibadeti bir çok Âyet-i kerime’lerde namazla birlikte emredilmiştir:
“Namazı kılınız, zekâtı veriniz.” (Bakara: 110)
Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz İslâm’ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise “İslâm’ın köprüsüdür.” Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.
Namaz gibi zekâtın da çok yerde emrolunması, zekâtın önemini gösterdiği gibi, bu kadar emirlerden sonra yapılmamasının ise Allah-u Teâlâ’nın gazabına sebep olacağı aşikârdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde, zekâtı İslâm’ın beş temel esasından birisi saymıştır.
Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, ahirette ise azaptan kurtulmuş olunur.
Zekât malı temizlediği için bu ismi almıştır. Kuyudan su çektikçe yerine su geldiği, budanan bağların daha çok üzüm verdiği gibi, zekât da malı hem temizler hem de bereketlendirir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlardan mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz.
Fakat Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince, o böyle değildir. O zekâtı veren kimseler (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır.” (Rûm: 39)
İyiliklerinin karşılığı kat kat verilecek kimseler bunlardır.
Zekât fakirlerden önce zenginlerin menfaatınadır. Çünkü hem kat kat sevap kazanıyorlar, hem malları bereketleniyor, hem de malları zekâtla korunmuş oluyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Zekâtı vermek suretiyle malınızı muhafaza ediniz. Fakirlere sadaka vererek hastaları tedavi ediniz. Duâ ve tazarru ile belâ ve musibetleri reddediniz.” (Münâvî)
Zekât farz olan bir vergi, sadaka ise gönülden kopan bir yardımdır. Zekât farizasını yerine getirmekle sadakadan kurtuluş olmayacağı gibi, sadaka vermekle de zekât emri yerine getirilmiş olmaz.
Zekât verenler Kur’an-ı kerim’de övülmektedir:
“Onlar verdiklerimizden hayra sarfederler.” (Bakara: 3)
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:
“O müşrikler ki, zekâtlarını vermezler ve ahireti de inkâr ederler.” (Fussilet: 7)
Buyurularak, zekât vermemenin âhireti inkara alâmet olduğu anlaşılmaktadır.
İnsanın kazandığı malı zekât nisabına ulaşırsa zekât farz olduğu gibi topraktan alınan her türlü mahsülden, ağaçlardan alınan her türlü meyveden zekât vermek de farzdır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Her biri mahsül verdiği zaman ürününden yiyin. Hasat zamanı devşirildiği gün ve toplandığı gün de hakkını verin.” buyuruluyor. (En’âm: 141)
Bugün bu emr-i ilâhi bilinmiyor, bilinse de verilmesi ihmal ediliyor. Halbuki vermeyenler haram yemiş ve dolayısıyla günâhkâr olmuş oluyorlar.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretlerinden rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Kim ki Allah kendisine mal verir, o da malın zekâtını vermezse, zekât verilmeyen mal kıyamet gününde mat zehirli, iki boynuzlu, gözleri kuru üzüm tanesi gibi bir ejderha olup, sahibinin boynuna dolanır, avurtlarını ağzı ile tutar, sonra ben senin malınım, ben senin hazinenim der.” buyurdu ve şu Âyet-i kerime’yi okudu:
“Allah’ın, kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik edenler hiçbir zaman onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Bu onların zararınadır. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Âl-i imrân: 180)
Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, ahirette ise azaptan kurtulmuş olunur.
Zekât malı temizlediği için bu ismi almıştır. Kuyudan su çektikçe yerine su geldiği, budanan bağların daha çok üzüm verdiği gibi, zekât da malı hem temizler hem de bereketlendirir. En mühimi, emr-i şerif yerine gelmiş olur.
Kulların mülkiyetinde olan her şey gerçekte Allah-u Teâlâ’nındır, müstakilen O’nun mülküdür. Bunlara sahip olanların hakiki mülkleri yoktur, kısa bir müddet için verilmiş birer emanettir. Herkes şu kısa ömür içinde kendisinin olduğunu zannettiği serveti, gün gelecek bırakmak zorunda kalacaktır. Sonra hepsi O’na dönecektir.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Altınla gümüşün haklarını vermeyen hiçbir altın ve gümüş sahibi yoktur ki, kıyamet gününde bunlar ateşten levhalar haline getirilip de cehennem ateşinde kızdırılarak onlarla sahibinin yanları, alnı ve sırtı dağlanmasın.
Bu levhalar soğudukça miktarı ellibin sene olan bir günde kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar sahibine azap için tekrar kızdırılarak geri çevrileceklerdir. Nihayet kendisine ya cennet ya da cehenneme doğru (giden yol) gösterilecektir.”
–Yâ Resulellah! Ya (zekâtı verilmeyen) develer ne olacak?
“Hiçbir deve sahibi de yoktur ki, bu hayvanların hakkı su başlarına geldikleri gün sağılıp muhtaçlara vermek iken, onların hakkını vermesin de, kıyamet gününde o develerin altına alabildiğine düz ve geniş bir sahaya yatırılarak develerden bir tek yavru bile hariç kalmamak şartı ile onu ayakları ile ezmesin ve dişleri ile ısırmasınlar.
Deve sürüsünün baş tarafı üzerinden (çiğnenip) geçtikçe son tarafı onun üzerine iade edilir. Bu iş, miktarı ellibin sene olan bir günde kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar devam eder. Nihayet ya cennete yahut cehenneme giden yolu kendisine gösterilir.”
-Yâ Resulellah! Sığırlarla koyunlar ne olacak?
“Hiçbir sığır ve koyun sahibi yoktur ki, onların hakkını vermesin de, kıyamet günü geldiğinde düz ve geniş bir yerde onların altına serilerek, o hayvanlardan hiç birisi hariç kalmamak ve içlerinde çarpık boynuzlu, boynuzsuz, kırık boynuzlu bulunmamak şartı ile onu boynuzları ile sürmesin, tırnakları ile ezmesinler.
Bu hayvanların önde bulunanları, üzerinden çiğneyip geçtikçe, sondakiler onun üzerine tekrar iade edilirler. Bu, miktarı ellibin sene olan bir günde ta kullar arasında hüküm bitinceye kadar devam eder. Nihayet ya cennete veya cehenneme giden yolu kendisine gösterilir.”
-Yâ Resulellah! Ya atlar ne olacak?
“Atlar üç kısımdır: Bir kısmı sahibi için bir yük, bir kısmı sahibi için örtü, bir kısmı da sahibi için ecirdir.
Bir kimsenin övünmek, gösteriş ve müslümanlara düşmanlık için bağlayıp beslediği at, sahibine bir yüktür.
Bir kimsenin Allah yolunda bağlayıp beslediği ve onun sırtında ve boynunda Allah’ın hakkı olduğunu unutmadığı at, onun için bir örtüdür.
Bir kimsenin Allah yolunda müslümanlar için çayır ve bahçede bağlayıp beslediği at, sahibi için ecirdir.
At bu çayırdan veya bahçeden ne yerse, yediği şeyler sayısınca sahibine sevap yazılır. Ona atın pislikleri ve idrarı sayısınca dahi sevap yazılır.
At, ipini koparır da bir veya bir iki tur atarsa, sahibine onun izleri ve pislikleri miktarınca sevap yazılır. Yahut sahibi onu bir nehir kenarından geçirirken, sulamaya niyeti olmadığı halde o nehirden su içerse, Allah sahibine onun içtiği su yudumları miktarınca sevap yazar.”
-Yâ Resulellah! Ya merkepler ne olacak?
“Merkepler hakkında bana şu bir tek şümullü âyetten başka bir şey indirilmedi. Her kim zerre miktarı hayır işlerse onun mükafatını görür, zerre miktarı kötülük işleyen de onun cezasını görür.” (Müslim: 987)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Deve (kıyamet) gününde bugünkü şeklinden daha güçlü ve kuvvetli bir halde sahibine gelir. Zekâtı verilmedi ise sahibine musallat olup tabanlarıyla onu çiğner.
Zekât verilmeyen koyun da gayet semiz ve kuvvetli hali ile gelerek sahibine musallat olup tırnaklarıyla onu çiğner, boynuzlarıyla da süser.
Sakın sizden biriniz, kıyamet gününde omuzuna zekâtını vermediği koyununu yüklenip avaz avaz bağırarak ve ‘Yâ Muhammed!’ diye imdat isteyerek bana gelmesin. Ben ona ‘Bugün seni kurtarmak için hiç bir yetkiye sahip değilim, dünyada ben sana hükm-i ilâhi’yi ulaştırdım’ diye cevap veririm.
Deveyi yüklenerek gelip de ‘Yâ Muhammed’ diye feryad etmesin. ‘Bugün seni kurtaramam, ben sana hükm-i ilâhiyi ulaştırmıştım.’ diye cevap veririm.” (Buhârî. Tecrid-î sarih: 690)
Ensar’dan Sâlebe bin Hâtıb adında bir kimse Resulullah Aleyhisselâm’a gelerek “Yâ Resulellah! Bana mal vermesi için Allah’a dua et!” dedi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Yâ Sâlebe! Yazık sana! Şükrünü yerine getireceğin az bir mal, şükrüne güç yetiremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır.” buyurdu.
Bir başka seferinde yine söyleyince şöyle buyurdu:
“Yâ Sâlebe! Peygamberin gibi olmaya razı değil misin? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, şayet ben dağların altın ve gümüş akıtmasını isteseydim, mutlaka akıtırlardı.”
Sâlebe ise isteğinde ısrar ederek şöyle dedi:
“Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer bana mal vermesi için Allah’a duâ edersen, O da bana mal verirse, her hak sahibine mutlaka hakkını vereceğim.”
Nitekim onun hakkında nazil olan Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlardan kimi de: ‘Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, andolsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız.’ diye O’na kesin söz verdiler.” (Tevbe: 75)
Sâlebe sürekli olarak Resulullah Aleyhisselâm’a bu husus için başvurmaktan geri durmuyordu.
Sonunda Resulullah Aleyhisselâm: “Allah’ım! Sâlebe’ye mal ver!” diye duâ etti.
Sâlebe önce bir koyun edindi. Koyundan kurtçuklar gibi çok sayıda kuzular türedi. Kısa sürede sürüsü o kadar çoğaldı ki, Medine-i Münevvere dar gelmeye başladı. Oradan dışarı çıkıp, Medine vadilerinden bir vadiye çekildi. Artık mallarıyla uğraşıyordu. Nihayet öğle ve ikindi namazlarını cemaatla kılmaya diğerlerini terketmeye başladı. Sürüleri daha da çoğalınca Cuma namazını ve cemaatı terketti.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün “Sâlebe ne yapıyor?” diye sormuş, Ashab-ı kiram durumunu haber verdiklerinde üç defa “Yazık oldu Sâlebe’ye!” buyurmuştu.
Sonra Allah-u Teâlâ:
“Onların mallarından sadaka al!” (Tevbe: 103)
Âyet-i kerime’sini indirdi, ayrıca zekâta ait farizalar nazil oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birisi Cüheyne kabilesinden, diğeri Süleym kabilesinden olmak üzere iki kişiyi müslümanlardan zekât almaları için memur olarak gönderdi. Nasıl zekât alacaklarına dair de ellerine yazı verdi.
Onlar da gittiler, nihayet Sâlebe’nin yanına geldiler, ona Resulullah Aleyhisselâm’ın yazısını okudular. Emr-i nebevi’yi işiten Sâlebe “Bu istediğiniz cizyeden, cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir, bilmiyorum bu nedir?” dedi. Onlar da ayrılıp gittiler, Süleym oğullarından olan kişiye vardılar, durumu bildirdiler. O da develerinin en iyisini zekât olarak ayırdı. Deveyi aldılar, sonra diğerlerine uğrayıp zekâtlarını almaya devam ettiler, tekrar Sâlabe’ye geldiler. O ise yine aynı şeyleri söyledi, vermekten imtina etti.
Memurlar huzur-u nebeviye geldiklerinde, daha onlar bir şey söylemeden “Yazık Sâlebe’ye!” buyurdu, Süleym oğullarından zekâtını veren zâtın malına bereket girmesi için duâ yaptı.
Bu arada mezkur Âyet-i kerime nazil oldu:
“Allah onlara lütfundan verince, onda cimrilik edip yüz çevirdiler, sözlerinden döndüler.” (Tevbe: 76)
Sâlebe’nin akrabasından biri Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında bu Âyet-i celile’yi işitince, gidip Sâlebe’ye haber verdi. “Yazık sana ey Sâlebe! Allah senin hakkında şöyle şöyle âyet indirdi.” dedi.
Durumu öğrenen Sâlebe, vermesi gereken zekâtını yanına alarak Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna geldi, zekâtının kabul buyurulmasını istedi. Resulullah Aleyhisselâm “Allah senin zekâtını almamı yasakladı.” buyurdu.
Sâlebe başına toprak saçmaya başlaması üzerine Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
“Ben sana vaktiyle emretmedim mi? Sen ise bana itaat etmedin.”
Zekâtını vermekte ısrar etmesine rağmen kabul edilmeyince evine çekildi. Halife olduğunda zekâtını Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-e götürmüşse de kabul etmemiş “Onu senden Resulullah Aleyhisselâm kabul etmedi.” buyurmuş, vefatına kadar da almamıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de aynı yolu izlemişler, onun zekâtını kabul etmemişlerdi.
Ve Sâlebe Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilafeti zamanında ölmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’a verdikleri sözden döndükleri ve yalan söyledikleri için, Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak sokmuştur.” (Tevbe: 77)
Bu durumda Sâlebe mürted kabul edilerek irtidat hükmü uygulanmamış, fakat müslüman olduğu da tasrih edilmemiştir.
•
İnsan dünya malına karşı haris olmamalı, Allah-u Teâlâ’dan hakkında hayırlısını dilemelidir.
Eğer meşru surette bir servete sahip olursa, bunun kıymetini bilmeli, zekâtını ve sadakasını vererek Allah’u Teâlâ’ya fiili şükürde bulunmalıdır.
Allah-u Teâlâ takvada kemâle eren itaatkâr müminlerin vasıflarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir.
Asıl iyilik o kimsenin iyiliğidir ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, peygamberlere inanır.
O’nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere maldan verir, namaz kılar, zekât verir.” (Bakara: 177)
Yardım yapılacak, merhamet eli uzatılacak kimselerin başında, insanın muhtaç olan yakınları gelir. İyiliğe her şeyden önce onlar layıktır. Bunun içindir ki, Âyet-i kerime’de öne alınmışlardır. Onlardan ilgiyi kesmek, ilâhi rahmete açık olan kapıyı kapamak demektir.
Yetimlere yardımda bulunmak, onlara şefkat kucağını açmak da çok mühimdir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları her bakımdan korumuş ve korunmasını da Hadis-i şerif’lerinde tavsiye etmiştir:
“Yetimlere gayet merhametli ve şefkatli olan baba gibi olunuz.” (Münâvî)
Yoksullar; kendilerine yetecek kadar yiyecek ve giyecek elde etmeye güç yetiremeyen, ihtiyacı olduğu halde yüzsuyu döküp bir şey istemeyen kimselerdir. Bu gibi kimselerin araştırılıp bulunması, ihtiyacının giderilmeye çalışılması övülecek hasletler arasında sayılmaktadır.
“Yolda kalmış” kimseler ise aslında zengin de olsa, memleketine, çoluk-çocuğuna ulaşması için, onlara yardım elini uzatmak gerekir.
Bu gibi kimseler, Tevbe sûre-i şerif’inin 60. Âyet-i kerime’sinde “Zekât verilmesi gereken” sekiz sınıf arasında da anılmaktadırlar.
“Dilenciler”e gelince; aslında dilenmek haramdır. Şu kadar var ki, aç ve açık kalan kimselerle ilgilenilmiyorsa, bu gibi durumlarda günlük nafakalarını elde etmek için, böylelerinin dilenmesine cevaz verilmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bakara sûre-i şerif’inin adı geçen 177. Âyet-i kerime’si ile amel edenlerin imanlarının kemâle ereceğini bir Hadis-i şerif’lerinde beyan buyurmuşlardır.
İbn-i Abbas -radiyallahu anhümâ- bir şey isteyen dilenciye: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun elçisi olduğuna şehâdet ediyor musun?” diye sordu. Adam “Evet!” deyince “Oruç tutuyor musun?” diye tekrar sordu. Adam yine “Evet!” dedi.
Bunun üzerine İbn-i Abbas -radiyallahu anhümâ- “Sen istedin. İsteyenin bir hakkı vardır. Bizim de isteyene vermek üzerimize vazifedir.” diyerek ona bir elbise verdi, ilâveten dedi ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den işittim, şöyle buyurmuştu:
“Bir müslümana elbise giydiren her müslüman mutlaka Allah’ın hıfz-u himayesi altındadır, ta ki o giydirdiğinden bir parça onun üzerinde bulundukça.” (Tirmizî: 2485)
Ashâb-ı Kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı, az da olsa, müşrik olan akrabalarına sadaka vermekten hoşlanmıyorlardı. Bu hususu sorduklarında Bakara sûre-i şerif’inin 272. Âyet-i kerime’si nâzil oldu.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“İnsanları hidayete erdirmek senin üzerine borç değildir. Şu kadar var ki, Allah dilediği kimseye hidayet eder.” (Bakara: 272)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime’nin gelişinden sonra, hangi dinden olursa olsun, isteyene sadaka verilebileceğini beyan buyurdular.
Müslüman olmayanlara zekât vermek câiz değildir. Fakat onlara sadaka vererek yardımda bulunulmasında mahzur yoktur. İnsana bir sorumluluk yüklemez.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasak kılmaz. Şüphesiz ki Allah adaletli olanları sever.” (Mümtehine: 8)
İnsanların hayır olarak verdiklerinin menfaati kendilerine aittir. Karşılığında sevaba nâil olacaklardır.
Allah-u Teâlâ 272. Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurur:
“Hayır olarak harcadığınız her şey kendiniz içindir.” (Bakara: 272)
Allah-u Teâlâ bu harcamayı yaparken, rızasını kazanmaktan başka bir maksat gözetilmemesini işaret için;
“Zaten siz yalnız Allah rızâsını kazanmak için infak edersiniz.” buyurmaktadır. (Bakara: 272)
Az olsun çok olsun, Allah yolunda yapılan infakın ecri ve sevabı ahirette görülecek, hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır.
“Verdiğiniz her hayır, tam olarak size noksansız ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmış olmazsınız.” (Bakara: 272)
Allah-u Teâlâ sadakaları en çok hak eden fakirlerin vasıflarını Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşmayan (kapı kapı gezmeyen) fakirlere verin ki; onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını bilmeyen onları zengin sanır. Onları simalarından tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler.
Hayırdan ne infak ederseniz, şüphesiz ki Allah onu bilir.” (Bakara: 273)
Âyet-i kerime incelendiği zaman görülür ki, bu vasıflar şunlardır:
1- Kendilerini Allah yoluna adayanlar: Bunlar kazanç elde etmekten vazgeçerek kendilerini Allah yolunda cihada vakfedenlerdir. Kazanç temin etme imkanına sahip olmayan ilim talebeleri de bunlar gibidir.
2- Yaşlılık, acizlik veya zaruret dolayısıyle kazanç için sefer yapma imkanına sahip olmayanlar.
3- İffet ve hayalarından, sabır ve kanaatlerinden dolayı dilenmedikleri için, kendilerini tanımayanların zengin zannettiği kimseler.
4- İnsanlardan asla bir şey istemeyen, veya isteselerde yüzsüzlük ederek ısrarla istemeyen kimseler.
5- Aslında bunları tanımak müminlerin ferasetine bırakılmıştır. Çünkü nice fakirler vardır ki zengin görünümündedir. İhtiyacı olmadığı halde yüzsüzlük ederek dilenenler de yok değildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Yoksul; kapı kapı dolaşıp bir iki lokma, bir iki hurma ile savuşturulan kimse değildir. Asıl yoksul, kendine yetecek malı bulunmayan, muhtaç olduğu bilinip de kendine sadaka verilmeyen ve kalkıp dilenmeyen kimsedir.” (Buharî - Müslim)
Ashâb-ı kiram’dan Hakîm bin Hizam -radiyallahu anh- Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den mal istemişti, ona istediği malı verdi, yine istedi yine verdi.
Sonra da buyurdu ki:
“Yâ Hakîm! Bu mal câzip ve tatlıdır. Bir kimse malı gönül hoşnudluğu ile alırsa, o mal ona mübarek olur, onda kendisine bereket verilir. Eğer göz dikerek ihtirasla alırsa, o malın bereketi olmaz. Böyle bir kimse, yediği halde doymayan kimse gibidir. Veren el, alan elden hayırlıdır.”
Hakîm -radiyallahu anh- kimseden bir şey almayacağına dair söz verdi ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra ölünceye kadar hiç kimseden bir şey almadı. (Buhârî - Müslim)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Malını çoğaltmak için halktan mallarını isteyen bir kimse şüphesiz cehennemin tutuşmuş ateş parçalarını istemiş olur.
Artık bunu azaltsın veya çoğaltsın.” (İbn-i Mâce: 1838)
Hazret-i Muaviye -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İstemekte ısrar etmeyiniz. Vallahi sizden biriniz benden bir şey ister de, onun istemesi benim hoşuma gitmediği halde benden bir şey koparırsa, o şeyin ona bereketi bulunmaz.” (Müslim: 1038)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İstemek herhangi birinizi o dereceye getirir ki, yüzünde bir et parçası bulunmadığı halde Allah-u Teâlâ’ya kavuşur.” (Müslim: 1040)
Bu şekilde bir azap ona verilecek cezanın ameli cinsinden olması içindir. Çünkü o âleme el açmakla dünyada yüzünü zelil ve rezil etmişti.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
Halktan istemek berelenmektir. İnsan onunla kendi yüzünü berelemiş olur.” (Tirmizî)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bazen bana Beytül-mal’den bir şeyler verir, ben de “Bunu benden daha fakirine ver!” derdim. Hatta bir defasında bana bir mal vermişti de “Onu benden fakir birine ver!” dedim. Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Sen bunu al! Bu kabilden göz dikmediğin ve istemediğin halde sana gelen malı da al. Böyle olmayan bir malı ise canın çekmesin.” (Müslim: 1045)
Diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruluyor:
“Kimseden bir şey istemeyin.” (Müslim)
“Kim halktan bir şey istemekten sakınırsa, Allah onu iffetli kılar, korur. Kim kendini (halkın yardımından) müstağni bulursa, Allah o kimseyi zengin kılar.” (Buhârî - Müslim)
“Kim başkasına el açmayacağı hususunda bana kesin söz verirse yerinin cennet olacağına kefil olurum.” (Ebu Dâvud)
Allah-u Teâlâ gösteriş için malını harcayan kimsenin durumunu bir misal vererek şöyle buyurur:
“Ey inananlar! Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın.
O gösteriş yapanın durumu, üzerinde biraz toprak bulunan kayaya benzer. Şiddetli bir sağnak isabet eder de onu sert bir kaya halinde bırakıverir (Toprağı gider, kaya kalır). Kazandıklarından hiç bir şey elde edemezler.
Allah inkâr eden kimselere hidayet etmez.” (Bakara: 264)
Allah-u Teâlâ cömertçe yapılan infakı yağmura benzetmektedir. Yağmurun düştüğü sert kaya ise bu infaktaki kötü niyettir. Toprak tabaka da bu kötü niyeti gizleyen sahte cömertliktir. Eğer yağmur, ince bir toprak tabakası ile kaplı olan bir kayaya düşerse, o toprak tabakasını giderir, kaya çıplak kalakalır.
İşte bunun gibi, yapılan infakta ihlâs gözetilmediği zaman boşa gitmiş olur.
Münafıklar yaptıkları infakla Allah rızâsını değil, insanların övgüsünü kazanmak isterler. Onların bu durumu açıkca Allah’a ve ahiret gününe inanmadıklarını göstermektedir. İyi işler yaptıklarını zanneden bu gibi kimseler, ahirette ebediyyen mahrumiyete mahkumdurlar. O gün geldiğinde hiç bir şey elde edemezler.
Buradan şu netice çıkıyor ki, yapılacak herhangi bir iyilik, verilecek bir sadaka; gösterişten, mihnetten, kibir ve gururdan, kalp kıracak sözlerden uzak olmalıdır.