Amerika’nın Ortadoğu’da yaptığını “İsrail adına bölge ülkelerinin askerî yeteneklerini ve ordularını yok etmek” olarak özetlemek mümkündür. Ancak bu perspektifle bakıldığı takdirde; anlamsız görünen ABD politikalarının dayandığı temel, ileride alacağı şekil ve hatta ülkemiz üzerindeki ABD niyetleri anlaşılabilecektir.
Amerika’nın en saygın dergilerinden kabul edilen The New Yorker’da Seymour M. Hersh imzası ile yayınlanan makale dünya gündemini bir anda sarstı. Hersh ABD’nin İran üzerindeki niyetlerini ifşa etti. Şu ifadeleri kullandı:
“Elbette İsrail ile yakın işbirliği söz konusu ve hemen herkes bunu biliyor. Pentagon'a yakın yönetim danışmanı, Pentagon'daki sivillerin Douglas Feith'in liderliğinde, İsrailli planlamacılarla ortak mesai yaptığından söz ediyor. ...
Osirak saldırısından sonra İran'ın tesislerini ülkenin doğusuna taşıdığını ve İsrail'in menzilinden çıkarmaya çalıştığı biliniyor. Fakat mesafenin artık önemi yok. İsrail seyir füzeleri fırlatma ve ilave yakıt tanklarıyla donatılmış F16'larını İran hedeflerine gönderme kapasitesi olan üç denizaltıya sahip.
...Pentagon'un İran'ın geniş çaplı işgalini öngören acil durum planları da güncellendi. Tampa'daki ABD Merkez Komutanlığı'ndaki stratejistlerden, İran'ın karadan ve havadan asgari ölçüde işgaline dair savaş planlarını gözden geçirmesi istendi.
Yönetimin harekete geçme niyetinde olup olmadığı bir yana, planın güncellenmesi önemli, zira bölgedeki jeopolitik durum son üç yılda büyük ölçüde değişti. Daha önce Amerikan işgal gücü İran'a deniz üzerinden, yani Körfez'den girmek zorunda kalacaktı. Şimdi ise birlikler Afganistan veya Irak'ı kullanarak karadan girebilir durumda. Komando birimleri ve diğer güçler de, Orta Asya'da yeni kurulan üslerden İran'a getirilebilir.” (17 Ocak 2005)
ABD yetkilileri de -Başkan Bush’tan yardımcısı Cheney’e kadar- İran’ı tehdit eden açıklamalarının dozunu yükseltmeye başladılar.
İranlı yetkililerin “ABD blöf yapıyor, kara işgaline cesaret edemezler.” diye özetlenebilecek açıklamalarına gerçekten inandıklarını söylemek mümkündür. İnşaallah gafil avlanmazlar.
ABD’nin karadan işgale cesaret edemeyeceği tek bir ülke varsa o da Türkiye’dir. Bu varsayımı kuvvetlendirmek istiyorsak daha sıkı durmamız ve daha tedbirli hareket etmemiz gerektiğini unutmayalım.
“Alev topları kusarak hareket eden tank ve zırhlılar o kadar hızlı ilerlediler ki ancak Polatlı’nın mahalleleri görüldüğünde durdular. Ancak Polatlı’daki tehlikeyi fark ettiklerinde geç kalmışlardı. İyice kamufle olmuş Türk askerleri, önlerdeki Amerikan tanklarından bazılarını vurmuştu. ...Ankara önlerine kadar gelebileceklerine inanmamışlardı, neredeyse bu inançları haklı çıkacaktı ama Amerikan hava gücünün acımasız ve hiç aralıksız süren saldırıları nedeniyle karada verdikleri kayıplara rağmen Ankara önlerine kadar gelebilmişlerdi.” (ABD’nin Türkiye’yi işgali, Metal Fırtına isimli kurgu-roman, sh: 180)
Bu romanın ne kadar milli bir hisle yazıldığını sorgulamadan önce bu işgal senaryosunun ilk olmadığını belirtelim. Milliyet'in Paris temsilcisi, Fransa’daki başörtüsü yasağının fanatik destekçisi, Radikal'in köşe yazarı Mine Kırıkkanat da benzer bir roman yazmıştı. Radikal gazetesinde kendisiyle röportaj yapan Cem Erciyes roman hakkında şu yorumu yapıyor:
“Mine Kırıkkanat'ın macera romanı 'Bir Gün, Gece' iki tehdide işaret ediyor: İstanbul'u bekleyen deprem ve ABD işgali.
…İstanbul'u iki deprem dalgası ve bir tsunamiyle yerle bir eden, sellere, yangın, salgın ve yağmalara teslim eden bir roman bu. Büyük İstanbul depremi tahayyüllerinin en dehşetlisi. Depremin ardından gelen yıkım sadece betonun kırılması olmayacak Kırıkkanat'a göre. …Ve tabii işgal İstanbulu'nda direnişe geçen yurtseverler de olacak.
...Romandan geriye maceranın tadı değil, dehşetin huzursuzluğu kalıyor.” (11 Mayıs 2003)
Son cümleye dikkatinizi çekmek isteriz.
Bahsettiğimiz İlk romanı okuduğunuzda da aynı hisle karşı karşıya kalıyorsunuz. Amerika’lılar Ankara’yı adeta Bağdat kadar kolay işgal ediyorlar. Arkasından İstanbul’a sıra geliyor. Türkler biraz fazla Amerikalı öldürmekten öte gidemiyorlar. Romanın kahramanı hakkında çizilen profil de soru işaretleri ile dolu. Çocuk yaşta ölümlü bir kampta eğitiliyor. Washington’u nükleer bomba ile havaya uçuruyor. ABD o kadar insancıl bir ülke ki bu eyleme herhangi bir nükleer misilleme ile cevap vermiyor. Romanın başka bir kahramanının ailesinin Ankara’nın göbeğinde 4 Amerikalı askerin tecavüzüne uğraması ayrıntılarıyla anlatılıyor. İşgal ancak diğer büyük devletlerin ABD’yi savaşla tehdit etmesi ile sona eriyor.
Siz böyle bir roman yazsanız nasıl yazardınız? Vatanınıza, ailenize -kutsallarınıza- tecavüzü bu kadar rahatça kaleme alabilir miydiniz?
Daha önce de bazı büyük gazetelerin bazı köşe yazarları değişik üsluplarla Türk kamuoyuna göndermelerde bulunmuşlardı.
Bu romanları veya bu tür yazıları yazanların hangi saikle hareket ettikleri kendi bilecekleri bir iş. Ancak vatan ve ülke geleceği hakkında kalem oynatırken doğru ile yanlışın tefrik edilebilmesi için kitleye ulaştırılan bu tür yorumların irdelenmesi bir zaruret olarak önümüzde durmaktadır.
Cephesi belli bir kimsenin verdiği zarar bir yere kadardır. Ancak milli ve dini duygularınıza hitap eden, içimizden zannettiğimiz kimselere karşı savunmamız çok zayıftır. Bu tür insanların vereceği zararlar daha büyüktür.
Abdullah Gül’ün Filistin ve İsrail’e düzenlediği gezide İsrailli yetkililer kendisinden ilginç bir istekte bulundular. 1965’te Suriye’de idam edilen yahudi casus Eli Cohen’in kemiklerinin İsrail’e getirilmesi için yardım istediler. Kimdi bu Eli Cohen? Deşifre olmadan önce Baas partisi üyesi, milliyetçi, İsrail düşmanı bir Arap olarak tanınıyordu.
“İstihbarat tarihi Yahudi casuslarla dolu…
…1924'te İskenderiye'de doğan Eli Cohen, Saul ve Sophie Cohen'in oğullarıydı. Halep'ten göç etmişti aile. Fakirdiler. Eli, İskenderiye Yahudilerinin yardım sandığına bağlı yurtta büyüdü. …Fransız Lisesi'nde okudu, Faruk Üniversitesi'ni bitirdi. …evinde Arapça konuşuluyordu.
…Artan Yahudi düşmanlığı üzerine İsrail'e geldi … Bu sırada istihbarat örgütü onu eğitmeye başladı.
...Suriye aksanıyla konuşması için sıkı bir eğitime alındı. Adı Kemal Emin Taybet olacaktı. Hikâyeye göre babasının işleri dolayısıyla gittikleri Beyrut'ta doğmuştu, daha sonra Arjantin'e göç eden amcasının yanına gitmişler, ailece tekstil işiyle uğraşmışlardı. Ama savaş dolayısıyla şirket iflas edince Kemal kendi adına bir turizm firması kurmuştu. Eli kısa süre içinde Buenos Aires'e gönderildi, yeni kimliği ile orada izler bırakacaktı.
…Eli, Arjantin'deki Suriye kolonisinde çarçabuk kendisine yer buldu. Daha bir Arap görüntüsü kazanmak için bıyık bıraktı. Kısa zamanda Suriye elçiliği mensuplarının en yakın ve renkli dostu olup çıktı. Çevresinde fanatik bir Arap milliyetçisi ve Yahudi düşmanı olarak tanınıyordu.
Teşkilatın paralarıyla fakir Araplara önemli bağışlar yapmayı ihmal etmiyordu. …Bavulunda haberleşmede kullanacağı radyo vericisi, şifre kitabı, görünmeyen mürekkeplerden oluşan seti gümrükten sokmak sorun olmadı onun için. Baas Partisi'ne girdi.
… Suriye radyosunun İspanyolca yayınlarında konuşan, Şam'ın önde gelen ailelerinin kadınlarına mink mantolar hediye eden biri olup çıktı kısa zamanda. Radyo yayınları önemliydi. İsrail'e göndereceği mesajları şifreli olarak rahatça radyodan geçiyordu, üstelik Suriye Haberalma Bakanlığı'nın kaynaklarını kullanma imkânına da kavuşmuştu.
Mikrofilmleri Arjantin'deki dostlarına hediye olarak gönderdiğini söylediği tavla setlerindeki sedef kaplamaların altına yerleştiriyordu. … Başbakan Bitar'ın yurtdışına yaptığı iki gezide ona refakat etti. Şam'daki yeraltı tünellerinin krokisi, İsrail sınırındaki güvenlik noktalarının yeri onun için sır olmaktan çıkmıştı. Öyle özel bilgiler aktarıyordu ki, Mossad onu Arjantin üzerinden İsrail'e çağırıp yorumlarını almak ihtiyacını hissetti...
Eli, Şam'a dönünce Birleşik Arap Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı'nın İsrail hududundaki inceleme gezisi programına alındı. Ve Eli orada hayatının hatasını yaptı, fotoğrafının çekilmesine izin verdi. Bir Mısırlı istihbaratçı fotoğrafından Eli'yi tanıdı. ‘Bu Fransız Lisesi'nde beraber okuduğum Yahudi çocuk’ dedi. Ardından da Suriye karşı istihbarat şefi albay Ahmed Susisani'nin evine yaptığı baskında telsiz başında yakalandı. Son anda Tel-Aviv'e yakalandığını bildirebildi.
…İsrail hükümetinin onun hayatına karşılık milyonlarca dolar ödeme teklifi karşılıksız kaldı. Tarihte ilk defa bir ajanın hayatının kurtarılması için böyle ödün veriliyordu. …18 Mayıs 1965'te Şam'da meydanda idam sehbasına kucakta çıkarıldı adeta.
...Eli Cohen'in verdiği bilgiler olmasa 1967 Savaşı sırasında İsrail Golan'daki Suriye nevzilerini eliyle koymuşçasına bulup vuramaz ve bölgeyi zaptedemezdi." (Avni Özgürel, Radikal, 09/01/2005)
Bu memlekette Eli Cohen’ler olduğuna şüphe yok. Ancak biz bu başlık altında bir başka konuya işaret etmek istiyoruz. Başka gerekçelerle bile olsa “ABD ile birlikte hareket etmekten başka çaremiz yok.” diyen mandacı-milliyetçilerimiz türedi:
“Olayın üzerinde çok düşünüp okuduktan sonra ben eğer Irak'ta bir savaş olacaksa Türkiye'nin bu savaşta Amerika'nın yanında yer almasının doğru olacağını düşünüyorum.
Maalesef uluslararası gerçekler, dünya konjonktürü ve daha da önemlisi Türkiye'nin içinde bulunduğu konum başka bir alternatife izin vermiyor.” (21 Şubat 2003)
“Bu nedenle Türkiye'nin ABD'den tek bir kuruş almamış olsa da bu savaşa bir şekilde müdahale etmesi kaçınılmazdır.
...Ancak kısa ve orta vadede ABD hedefine bölgemizde ulaşmaya çalışırken Pandora'nın kutusunu da açacaktır ve Türkiye ne yazık ki sadece objektif nedenlerden dolayı, belki de sadece bu kutuyu tekrar kapamayı üstlenmek için bu işin içinde olmak zorundadır.” (28 Şubat 2003)
“Ben dünya tarihinde yepyeni bir sayfanın açıldığına inanıyorum Irak'ın işgaliyle.
Dünyadaki her ülkenin etkileneceği, içine çekileceği bir süreç başlatıldı bu adım atılarak.
Amerika'yı yönetenler son derece 'Rasyonel' kararlar alarak bu işe giriştiler.
Bu yeni dönem uzun sürecek, taşların tekrar yerine oturması, yine nispeten durgun bir denge durumuna ulaşılması uzun zaman alacak.
...Ben Türkiye'nin bu 'geçiş' şansını hemen her ülkeden çok önce yakalamış olduğunu, ancak alınan yanlış kararlar nedeniyle bu şansını da harcadığını düşünüyorum.
...Şu anda herkesin tepkili olduğu Amerika'nın tarihinin sonu öyle tahmin edildiği gibi yakında değil, o nedenle temelsiz hayallere kapılmak da bizleri yanlışlara sürükler diye düşünüyorum.” (16 Nisan 2003)
Bu milliyetçi yazarımız Pentagon’a elini-kolunu sallaya sallaya girebilen nadir kimselerden birisi:
“Ben 1993-95 yılları arasında Washington'da muhabirlik yaptım.
... Günlerden bir gün, bugün oldukça üst düzeyde görev almış, ama o dönemde ne iş yaptığı tam da belli olmayan arkadaş beni Pentagon'a öğle yemeğine davet etti.
...Ben bu kartı sonunda almıştım, Pentagon' a orada çalışan personelle aynı kapıdan, hiçbir sorguya muhatap olamadan 'Nereye gidiyon kardeşim' sorusunu duymadan giriyordum.” (26 Şubat 2003)
Bu satırların yazarı Serdar Turgut bu günlerde kendi deyimiyle “Milliyetçi, muhafazakâr, modern bir gazete” inşa etme işine girişmiş durumda. Yakın zamanda Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan Serdar Turgut geçirdiği hastalık sonrasında hidayete ererek ateistliği de bıraktı. Ancak onun dindarlığı seküler bir dindarlık. (Bu da ayrı bir tesadüf.) Türkiye’de Amerikan tekerine çomak sokanların acımasızca öğütüldüğü bir ortamda Serdar Turgut’a başarılar diliyoruz. Gözlerimiz onun ve gazetesinin üzerinde olacak. Akşam gazetesinin yeni kimliği ile medya dünyasındaki büyük bir boşluğu doldurmasını ümit etmek istiyoruz.
Kendisi hakkında olumsuz yargılarda bulunanlar da çıktı, ancak biz buna karar vermek için henüz erken olduğunu düşünüyoruz. Karar vermek için kullanılması gereken bazı turnusollar var.
Gerek sinsi düşmanları teşhis etmek, gerekse yanlışlıkla bunların tuzağına düşenleri uyarmak için kullanılacak temel turnusollar vardır.
Birincisi; tasavvufa yaklaşım tarzıdır. Zira bu milletin düşmanlarının bile hayranlığını uyandıran bütün hasletleri kaynağını tasavvuf kültüründen almıştır. İngilizler bizi yıkmak için 1700’lü yıllarda tasavvuftan işe başlamışlardır. Tasavvufu kötüleyen, yıkmaya çalışanlar, hakiki Allah ehli kimselere düşmanlık besleyenler bu milletin gerçek düşmanlarıdır. Bilmeden bu düşmanlığı yapanlar aklını başına almalıdır. Hazret-i Mevlana’ya Moğol ajanı diye iftira atmanın bu millete hiçbir faydası yoktur. Bu tipler aynı zamanda Türk dili savunuculuğu adı altında Arap düşmanlığının bayraktarlığını da yaparlar. Nitekim bu da ayrı bir İngiliz icadıdır.
İkincisi; Amerikan güdümlü “Hoşgörü felsefesi” ve bu felsenin temsilcisi hocalara karşı takındığı tavırdır. Bu tipleri destekleyen, partisine alan siyasetçilerin milliyetçi söylemleri inandırıcılıktan yoksundur. Cengaver tavırlarına ihtiyatla yaklaşılmalıdır.
Üçüncüsü; bu milletin genlerinde bulunan korkusuz bir mücadele azmine ve akl-ı selim’e ne kadar sahip olduğudur. Amerikan Osmanlıcılığına, Amerikan Ilımlı İslamcılığına balıklama atlayan bir kimseye notunu hemen verebilirsiniz.
Kuzey Irak öyle bir bataklık ki, Türkiye’yi ister istemez içine çekecek gibi görünüyor. İran’ın işgali projesi ile birlikte düşünüldüğünde Türk insanının direncini kırma, ahlakını yozlaştırma ve Amerikan dehşeti ile sindirme faaliyetlerinin aynı gayeyi hedeflediği düşünülebilir. Medya ve edebiyat dünyası çok iyi takip edilmelidir. İşgalcilerin gerçek niyeti iyi tahlil edilmelidir. Bizi bataklığa çekmek istiyorlar. Ancak karşıya almak için değil, kendi yanlarına katmak için.
Siz işgal senaryolarına bakmayın. Amerika Türkiye’yi bombalayabilir, ancak -işgal ettiği ülkede her türlü alçaklığı reva gören- bu soykırım ordusunu ülkemize sokmamak için kanımızın son damlasına kadar mücadele ederiz. Toroslardan bir adım içeri giremezler.
Haddini bilmeyene bildirirler.