Zilhicce’nin ilk on günleri; zikir, tekbir ve hacc günleridir.
Hazret-i Allah’ın:
“On geceye yemin olsun ki...” Âyet-i kerîme’si ile methettiği çok kıymetli çok mübarek günlerdir. (Fecr: 2)
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Ayların efdâli Ramazan-ı şerîf ve ziyâde muhteremi ise Zilhicce’dir.” (Câmius-sağir)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri’nden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Allah’ın indinde Kurban’dan önceki on günden daha üstün günler yoktur. O günlerde Hakk Celle ve Alâ Hazretleri’nin zikrini çok yapınız.” (Dârimî)
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın kendisine ibâdet edilmekten en çok hoşlandığı günler Zilhicce’nin ilk on günüdür. Bu on günün her gününde tutulan oruç bir yıllık oruca ve her ibâdetle geçirilen gecesi, Kadir gecesine denktir.” (Tirmizî)
Zilhicce’nin yedinci gecesi Terviye, sekizinci gecesi Arefe ve dokuzuncu gecesi Bayram gecesidir. Bu mübarek geceleri ihya edenler cennetle tebşir olunmuştur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Dört mühim geceyi ihyâ eden kimseye cennet zaruridir. Terviye, Arefe, Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı geceleri.” buyuruyorlar. (C. Sağir)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Arefe gününde oruç tutmak hem geçmiş hem de gelecekten birer senenin küçük günahına kefaret olur.” (Ahmed bin Hanbel)
Hacılar Terviye gecesini Mekke-i Mükerreme’de, Arefe gecesini ve gününü Arafat’ta, Bayram gecesini ise Müzdelife’de geçirirler. Burada sabah namazı kılındıktan sonra Mina’ya geçilir.
Arefe günü sabah namazından başlayıp bayramın dördüncü gününün ikindisine kadar yirmi üç vakitte farz namazların selâmından sonra; “Allah-ü Ekber Allah-ü Ekber Lâ ilâhe illâllahü vallahü Ekber Allah-ü Ekber velillâhil hamd.” şeklinde teşrik tekbiri almak vâciptir.
Allah-u Teâlâ malı ve sağlığı yerinde bulunan, akıllı ve mükellef olan, erkek ve kadın her zengin müslümana ömründe bir kere Hacc’a gitmesini farz kılmıştır.
Haccı farz kılan şartlar bir insanda toplanınca, onun hemen o yıl hacca gitmesi gerekir. Gidişini ertesi yıllara tehir etmesinden dolayı günahkâr olur.
Hacc ömürde nasıl olsa bir defadır diye ağır almak, tehir etmek aslâ câiz değildir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Hacc edecek kimse acele etmelidir, geriye bırakmamalıdır. Çünkü zaman geçtikçe ya hasta olur, ya bineği kaybolur, veya ihtiyaçları ortaya çıkar.” buyuruyorlar. (Ebu Dâvud)
Üzerine Hacc farz olduğu halde bu farizayı yerine getirmeden ölen bir müslüman günahkâr olur. Hacc’ı umursamayarak terkeden kimseler hakkında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyorlar ki:
“Kim ki, yiyecek içecek ve binecek masraflarına mâlik olup da Hacc etmezse, ister yahudi ister hıristiyan olarak ölsün, müsâvidir.” (Tirmizî)
Hacc’ı terkedenlerin ehl-i kitab’a benzetilmeleri, onların da kitapları ile amel etmemelerinden ileri gelir.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise “Yâ Resulellah! Hakk yolunda savaşın en efdâl iş olduğunu görüyoruz, biz de savaşa gitsek olmaz mı?” diye soran Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e:
“Sizin için cihadın üstünü, kabul olunmuş Hacc’dır; kadınlar için Hacc, cihaddan efdâldir.” buyurmuşlardır. (Buhâri. Tecrid-i sarih: 755)
Bununla beraber ömrünün sonunda bu Hacc’ı yerine getiren kimse, Hacc vazifesini yaptığı için mesuliyetten kurtulur. Fakat Haccetmeden önce ölürse, Hacc için vasiyet etmiş olsa bile günahkârdır. Vasiyeti malının üçte birinden yerine getirilir.
Vasiyet etmeden ölen bir kimsenin vârisi, oğlu veya kızı isterse, kendiliğinden onun namına vekil gönderip Hacc yaptırır.
Bir müslüman zengin olup da sağlığı yerinde olmazsa ve ömrünün sonuna kadar iyileşme ümidi bulunmayan bir hastalığa tutulmuş ise; o zaman kendisine vekâleten bir kimseyi Hacc’a gönderir. Zengin ve sağlığı da yerinde olan kimsenin yerine başkasının Haccetmesi câiz değildir.
Mâli durumu yerinde olup üzerine Hacc farz olan kimse Hacc’a gitmez de, daha sonra fakir düşecek olsa, artık Hacc üzerine borç olarak kalır.
Kurban aynı zamanda İsmail Aleyhisselâm’ın Allah için kurban edilmekten kurtuluşunun hatırlanma vesilesidir.
Şöyle ki:
Hadis-i şerif’te bildirildiğine göre İbrahim Aleyhisselâm Burak ile bir günde Şam’dan Mekke’ye gelip giderdi. (Buhari)
Bu ziyaretlerin birinde Mekke’de iken bir rüyâ gördü. O gün Zilhicce’nin sekizinci günü idi. Rüyâsında Allah-u Teâlâ ona ilk ve tek oğlu olan İsmail’i kurban etmesini emrediyordu. Önce bu rüyânın Rahmâni olup olmadığında tereddüt etti. O güne bundan dolayı Terviye günü denilmiştir. Zilhiccenin dokuzuncu günü aynı rüyâyı tekrar görünce, rüyânın rahmâni olduğuna dair, yavaş yavaş kendisinde bir kanaat hasıl olmaya başladı. Bunun içindir ki bu güne Arefe günü denilmiştir. Onuncu günü tekrar aynı rüyâyı görünce, artık bunun kati bir emir olduğunu anladı. Oğlunu kurban etmeye karar verdiği için de o güne, kurban günü mânâsına gelen Yevm-i Nahir denilmiştir.
Allah-u Teâlâ Halil’inin tam bir teveccüh ve teslimiyet içinde olduğunu, onun Allah için her türlü fedakârlığa katlanabilen nümune bir insan olduğunu göstermek için çok ağır bir imtihana tâbi tutuyordu.
İbrahim Aleyhisselâm bunun üzerine bu ilâhi emri zorla uygulamaya kalkışmayıp, önce kendisine tebliğ ederek işi istişâreye havale etti. Oğlundan bu hususta düşünmesini ve görüşünü bildirmesini istedi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Çocuk kendisiyle beraber yürüyüp gezecek çağa erişince ‘Ey oğulcuğum! Rüyada ben seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin?’ dedi.” (Saffat: 102)
İsmail Aleyhisselâm babasının bu teklifine hiç tereddüt etmeden teslimiyet içinde cevap verdi:
“Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffat: 102)
Oğlunun bu derece metin olduğunu ve en kıymetli sermayesi olan canını bile Allah için seve seve verebilecek bir durumda olduğunu gören İbrahim Aleyhisselâm son derece memnun olmuştu.
“Her ikisi de Allah’ın emrine ram oldular.” (Saffat: 103)
Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, sıra emrin icrasına gelmişti. Beraberce Minâ denilen mevkiye vardılar. Ciğerparesini bağrına bastı, öptü öptü, yüzükoyun yatırarak Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmeye hazırlandı. Bu şekilde yatırmasının sebebi, oğlunun yüz ifadesini görüp şefkatinin ağır basması dolayısıyla Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirememe korkusuydu.
Nihayet vedalaştı ve bıçağı boğazına çalmaya başladı. Bir kaç kere çaldı ise de bıçak kesmedi. Tekrar tekrar çaldı, fakat yine kesmedi. Her defasında bıçağın ağzı geri dönüyordu.
Nefeslerin kesildiği bir anda emr-i ilâhi geldi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Babası oğlunu alnı üzerine yatırınca biz ona ‘Yâ İbrahim!’ diye seslendik. Rüyâna sadâkat gösterdin, işte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız.” (Saffat: 103-104-105)
Baba ve oğul tarafından kulluğun en mükemmel nümunesi ortaya konulmuş oluyordu.
İnsan havsalasının alamayacağı, kelimelerle ifade etmeye gücü yetmeyeceği bu hadise hakkında Âyet-i kerime’de:
“Bu gerçekten apaçık bir imtihandı.” buyuruluyor. (Saffat: 106)
Öyle bir imtihan ve ibtilâ ki büyüklüğü apaçık meydandadır. İbrahim Aleyhisselâm bu ilâhi nidâyı işitince etrafına baktı. Bir de ne görsün! Gözleri sürmeli, boynuzlu bir koçla Cebrâil Aleyhisselâm semâdan doğru geliyor.
Allah-u Teâlâ İsmail Aleyhisselâm’a bedel olarak Cebrâil Aleyhisselâm’ın refakatinde kadri yüce bir kurbanlık göndermiş, İbrahim Halilullah’ın o emsali düşünülmeyen kurban niyetini bu koç ile yerine getirmesini istemiştir.
Âyet-i kerime’de:
“Biz oğluna bedel olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.” buyuruluyor. (Saffat: 107)
İbrahim Aleyhisselâm koçu kurban ederek Allah-u Teâlâ’ya hamd ve senâsını, şükranlarını arzetmiştir.
O koç sebebiyle hayata dönen İsmail Aleyhisselâm’ın neslinden son peygamber Muhammed Aleyhisselâm geleceğinden, koçun şânına tâzim için “Büyük bir Kurbanlık” olarak vasıflandırılmıştır.
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın hatırasının anılacağını Âyet-i kerime’sinde haber vermiştir:
“Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.” (Saffat: 108)
Kurban bayramında kurban kesmek; itaatın güzelliğini, Allah-u Teâlâ’nın emrine teslim olmanın ulviyetini gösteren bu hadisenin anılması olarak İslâmî vecibeler arasına katılmıştır.
Müminlerin, hayvanlarını Allah için kurban etmeleri bu teslimiyet hadisesini kıyamete kadar canlı tutmaktadır.
Teslimiyet imtihanını lâyıkıyla veren İbrahim Aleyhisselâm:
“Bizden selâm olsun İbrahim’e!” (Saffat: 109)
İltifât-ı ilâhisine mazhar olmuştur.
Böylesi bir imtihanı başarı ile verdikleri için, her ikisi hakkında da:
“İşte biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.” buyurulmuştur. (Saffat: 110)
Bizim de Hazret-i Allah’a ve Resul’üne nasıl teslim olmamızın bir ifadesidir.