Muhterem Okuyucularımız;
İslâm dini nezafet dinidir. Küfür ise necaset dinidir, pislik dinidir. Çünkü onlarda hiçbir nezafet yok, taharet yok, abdest yok, gusül yok.
Allah-u Teâlâ kâfirleri pis ve murdar olarak bize tanıtıyor:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
“O, murdarlığı akıllarını kullanmayanlara verir.” (Yunus: 100)
Nezafeti bırakıp murdarı seçene ne dersiniz? Cennet-i alâ’yı bırakıp cehennemi seçene ne dersiniz? Nuru bırakıp nârı seçene ne dersiniz? İmandan soyulup kâfir olana ne dersiniz? Allah-u Teâlâ iman şerefiyle müşerref, İslâm ile müzeyyen ettiği halde, bu şerefi arkaya atana ve ebedî olarak mahrum olana; Allah-u Teâlâ onları necis olarak tanıttığı halde o safa girene ne dersiniz?
Kiliseler açılıyor, vatanın toprakları satılıyor, istilâ ediliyor. Siyonistler çalışıyor, masonlar çalışıyor. Memleketimiz işgal oldu. Eee onlar bizim dostumuz, dokunmayın onlara. İslâm ve müslümanların saâdet devrine bir bak! Bugünkü felâket devrine bir bak! Bunu müslüman olan yapabilir mi? Dikkat ederseniz hiçbir kâfir İslâm dinini hoş görmez. Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a inanmaz.
Müslüman olarak ortaya çıkan birçokları Avrupa Birliği adı altında bu küfrü hoş görüye çanak tutuyor, ortak oluyor. Küffar birliğine girmek için İslâm’ı ve bu âli milleti küçük düşürüyor. Taviz üstüne taviz veriyor.
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Küffar birliğine girmek için azim var amma küffar memleketimizi istilâ etmiş haberimiz yok.
Bu Avrupa Birliği adı altında toplanma aslında hıristiyan birliğidir ve hıristiyan olmadıkça bu birliğe dahil etmezler. Nitekim şimdiye kadar verilen tavizler küfre yaklaşmak içindir. Oysa İslâm dini bunu aslâ kabul etmez reddeder. Bizim için en büyük sermaye imandır, bize Hazret-i Allah, Kitabullah ve Resulullah gerek. Bunlar İslâm’la tamamen zıddır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Birbirine hasım iki zümre!” buyuruyor. (Hacc: 19)
Gerçek mücadele kâfirlerle yapılır.
Allah-u Teâlâ bize küfrü böyle tarif ediyor, “Küfrü hoş görenler” ise, sizi imandan çıkarıp küfre dâvet ediyor.
Halbuki küfür karanlığından kurtulup İslâm nuruna kavuşan, iman ile müşerref olan birçok hıristiyan var. İslâm Avrupa’da ve Amerika’da büyük bir hızla yayılıyor. Sadece Fransa’da ellibin kişi bir yılda müslümanlığa geçmiştir. Batılı devletlerde, dünyanın her yerinde İslâmiyet çığ gibi büyümektedir. Birçok devlet İslâmiyet’i resmi din olarak kabul etmektedir.
•
Bu ay dergimizle birlikte sizlere bir broşür takdim ediyoruz. Bildiğiniz gibi dergimiz aylardır gerek hıristiyanların bu memleket üzerindeki çalışmaları hakkında, gerek bunları ve küfürlerini hoş göstererek bu çalışmalara zemin hazırlayanlar hakkında halkımızı bilgilendirmek ve bilinçlendirmek gayesi ile yayınlar yapmaktadır.
Birçok hıristiyan, kendi küfrünü hoş görmeyerek İslâm dinine intisab ederken memleketimizde hıristiyanların küfrünün hoş gösterilmeye çalışılması ne kadar acı bir durumdur. Nitekim birçok insanımızın İslâm dini hakkındaki bilgisi yok denecek kadar az olduğu için, bu propagandalar bu gibi insanlarımız üzerinde zehirli tesirler bırakmaktadır.
İşte bu broşür ile -öz bir şekilde- hıristiyanlığın ne kadar çürük bir itikada sahip olduğu, hıristiyanların nasıl bir küfür içerisinde bulundukları izah edilmekte, İslâm dini’nin son din Peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın son peygamber olduğu beyan edilmektedir.
Bu broşürü elinizde bir klavuz kabul ederek; misyoner propagandası altında kalmış etrafınızdaki iman fakirlerini aydınlatmak için kullanabileceğiniz gibi, çevrenizdeki hıristiyanlara ve kilise mensuplarına da takdim ederek kendilerini İslâm’a davet ediniz. Bu broşür şu anda 7-8 dile tercüme edilmekte ve milyonlarcasının Avrupa ve diğer hıristiyan memleketlerde dağıtılması için çalışmalara başlamış bulunmaktayız, hıristiyanları içinde bulundukları küfürden İslâm hakikatlerine ve iman nuruna davet etmek için.
Sizler de çalışınız. Zira bu çalışmalar küfür ehlini hidayete davet olduğu kadar aynı zamanda vatanımızın selameti için yapılan bir mücadeledir.
Ramazan Bayramı’nızı tebrik eder, hayırla vesile olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz eyleriz. Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Ey Müslüman!
Hâlâ uyanmayacak mısın? Görmüyor musun?
Bu müslüman memlekette küfrü hoş gösterip yaymaya çalışıyorlar.
Atalarımız İslâm’ı yaymak için küfür beldelerine akınlar düzenlerdi,
ilây-ı kelimetullah’ı yaymak ve duyurmak için.
Bunlar ise küfre kucak açıyorlar. Bunun neresi İslâm? Bunun neresi müslümanlık?
İnsanlar akın akın İslâm’a koşuyorlar. Dünyada İslâm gündemde.
Onlar ise küfrü konuşuyorlar. İnsanımıza küfrü hoş göstermeye çalışıyorlar. Binlerce kilise ev açıldı. Halkımızı hıristiyanlaştırmak için var güçleriyle uğraşıyorlar. Şehit kanlarıyla alınmış bu mukaddes topraklar masada para ile ecnebilere satılıyor.
Ey İslâm Cemaati! Kabirde misiniz? İman binasını tutuşturdular. Vatanınıza da sahip çıkıyorlar. Kabirde misiniz ki hiç sesiniz çıkmıyor! Hâlâ dininize, vatanınıza sahip çıkmayacak mısınız?
Küffardaki gayrete bir bakın, bir de “İslâm’ım!” diyenlerin hâline ve gafletine bir bakın! Bunu müslüman yapar mı?
Kâfirin küfrü bâtıldır.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah katında din İslâm’dır.” buyuruyor. (Âl-i imrân: 19)
Bu bir fermân-ı ilâhi’dir.
Amerika Yusuf İslâm’ı memleketlerine koymadı, İslâm yayılır korkusuyla, İslâm’ın yayılmaması için...
Bunlar ise küfre karşı kapılarını ardına kadar açtılar. Bu pislik ne ile temizlenir? Bunlara ne denir?Acaba bu dostlukları nereden geliyor?
Oysa ilâhi emirlere hep birden bir göz atalım.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Bu ilâhi bir hükümdür, ilâhi bir emir ve fermandır. Oysa iman edenler için bir tek Âyet-i kerime kâfidir.
Şimdi sizin önünüze birçok Âyet-i kerime’ler koyacağız.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Birbirine hasım iki zümre.” buyuruyor. (Hacc: 19)
Onlar ise: “Bunlar bizim dostlarımızdır!” diyorlar.
Zira Allah-u Teâlâ’nın cenneti hak olduğu gibi cehennemi de haktır.
Herkes kendine göre yer ayırır. Kim kiminle dostluk kurarsa onlarla beraberdir.
Mâide sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i kerime’sinde bunu görüyoruz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.” buyuruyor. (Mâide: 44)
Bu ilâhi bir emir ve hükümdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kendisine Rabb’inin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!” (Secde: 22)
Bunlara bu kadar Âyet-i kerime izah edildiği hâlde bu ilâhi hükümleri hiç umursamayan, arkaya atıp çiğneyen kimseler hakkındaki kararınızı siz verin!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
Bu Âyet-i kerime’ye göre kâfirlerin pislik olduğu bilinmelidir.
“O, murdarlığı akıllarını kullanmayanlara verir.” (Yunus: 100)
Çünkü kâfirin aslı murdardır, necistir, pistir.
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
Küffarın murdarlığını hoş göstermeye çalışanlar da bu murdarlığa ortaktır.
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah’ın şeref vermediği kimseler hiçbir şekilde şeref sahibi olamazlar.
“Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Bu ilâhi hüküm kesindir ve bu böyledir. Bunu böyle bilin ve onları böyle tanıyın!
“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imrân: 28)
Allah-u Teâlâ’nın dininde onların hiçbir yeri yoktur.
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm’a göre tek millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın!” (Nisâ: 145)
İşte iman ile küfrü ayırt eden nokta budur. Bunlar kâfirlerin en çirkini en aşağısı olduklarından, yerleri de cehennemin en dibidir.
“Kâfirler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara sırf günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i imrân: 178)
Bu vatan emanettir, kan dökülerek alınmıştır, küffara peşkeş çekilmez, bunun için sonları cehennemdir.
Hıristiyanlar İslâm’ın nurunu idrak ediyorlar, İslâm’a özeniyorlar, fakat kendilerini müslüman zannedenler ise küfre hazırlanıyorlar...
İnsanların yoldan saptıkları, Allah’ın dinini bozup değiştirdikleri, küfür ve şirkin her tarafı kapladığı karanlık bir asırda Hazret-i Allah ahir son peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’ı gönderdi.
“(Ey Peygamber! Biz seni) Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik).” (Ahzâb: 46)
Dünya onun nuru ile aydınlandı. Küfür karanlığı iman nuru ile kayboldu. Dünya küfür ve şirk batağından iman hakikatine inkılap etti. İman ile küfür ayrıldı. Murdar, pis küfür, iman ve İslâm ile temizlendi.
Hakikati bulan, iman ile aydınlanan Ashab-ı kiram ve onları takip eden hakiki müslümanlar iman nimetinin icabını yerine getirmek için üstün bir gayret sarfettiler, tekrar küfrün murdar çukuruna düşmekten nefret ettiler.
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
Küfrü ve kâfirleri hoş görmediler. Küfür ehliyle cihad ettiler. İslâm nurunu bütün dünyaya yaymak için mallarını canlarını feda ettiler.
“Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler, onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb: 23)
“İşte onlar Rabb’leri yolunda olanlardır.” (Bakara: 5)
İlâhi lütfa mazhar olanlar emr-i ilâhiye riayet ederlerdi. Harbe çıkarken niyetleri hâlis idi. Gayeleri küffârı silip nuru yaymak idi. Allah-u Teâlâ'ya niyazla, Resulullah Aleyhisselâm'a salât-ü selâmla, zamanın velileri ile istişare yapmakla müminlerin duâlarını alırlardı.
Şerefli tarihimize bakıldığında Sultan Alparslan'dan tutun; daha birçok güzide komutan ve idareci nasıl hareket etti, Hazret-i Allah'a nasıl sığındı? Bunları unutmamak lâzımdır.
Osmanlı padişahlarına, kumandanlarına dikkat edin; Allah-u Teâlâ'ya nasıl yalvardılar, nasıl secdelere kapandılar? Az bir kuvvetle çok büyük kuvvetleri nasıl yok ettiler?
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın lütuf desteği ile oldu.
Hazret-i Allah Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Eğer Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz (sarılırsanız), Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar.” (Muhammed: 7)
Bunlar ise Allah-u Teâlâ'nın düşmanlarını dost edindiler. Artık ne bekleyebilirsin?
En büyük düşmandan ancak düşmanlık beklenebilir.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." (Mâide: 51)
En büyük dostları bunlar olduğuna göre, acaba bunlara ne denir?
•
Bugün ise müslümanların ön safında görünen münafıklar küfrü hoş, murdarı temiz göstermek suretiyle müslümanları iman nurundan sonra tekrar küfür batağına davet ediyorlar.
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Küfrü Hoş Görü dinini ilan edenler bu uğurda hiçbir misyonerin yapamadığı çalışmayı yapıyor.
Kendisiyle görüştüğümüz bir protestan hıristiyan pastörü (papazı) müslümanlığa döndüğünü, İstanbul’da yirmiye yakın kişiyi hıristiyan yaptığını, birçok hıristiyan olan kimselerin de ya ateist ya alevi yahut son on yılda Hoşgörü ve Diyalog toplantılarından etkilenip de kiliseye gidenlerden olduğunu ifade etti.
Esefle belirtmek lâzımdır ki hangi kiliseye gidilse ve “Küfrü Hoş Görücüler”den bahsedilse bütün kapılar ardına kadar açılmaktadır. Bunu bizatihi yaşayanlar anlatıyor.
Küfrü hoş görenleri hoş gören Mahmutçular da bunlara “Biz sizi seviyoruz.” diyorlar, böylece kardeş kabul ediyorlar.
Küfrü hoşgörenleri kardeş kabul etmekle bir taraftan küfrünü örtüyorlar, diğer taraftan destek veriyorlar.
Halbuki Âyet-i kerime’de:
“Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilerek hakkı gizlemeyin.” buyuruluyor. (Bakara: 42)
Müslüman olarak ortaya çıkan birçokları, devlet emanetini, müslüman milletin idaresini üstlenenler Avrupa Birliği adı altında bu küfrü hoş görüye çanak tutuyor, ortak oluyor. Küffar birliğine girmek için İslâm’ı, bu âli milleti küçük düşürüyor. Taviz üstüne taviz veriyor.
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Halbuki küfür karanlığından kurtulup İslâm nuruna kavuşan, iman ile müşerref olan birçok hıristiyan var. İslâm Avrupa’da ve Amerika’da büyük bir hızla yayılıyor. Sadece Fransa’da ellibin kişi bir yılda müslümanlığa geçmiştir. Batılı devletlerde, dünyanın her yerinde İslâmiyet çığ gibi büyümektedir. Birçok devlet İslâmiyet’i resmi din olarak kabul etmektedir.
Arkadaşlarımız İngilizce, Fransızca, Almanca kitaplarımızla İslâm nurunu yaymak için Amerika’dan Avusturalya’ya kadar cihad seferleri düzenliyor.
Küfrü hoş görüp papazları, hahamları sembolik sırat köprüsünden geçirenler ise bunlara “Müslüman olmanıza gerek yoktu” diyorlar. Yani siz de cennete gireceksiniz demek istiyorlar.
Ey Müslüman!
Hâlâ uyanmayacak mısın? Görmüyor musun? Bu müslüman memlekette küfrü hoş gösterip yaymaya çalışıyorlar.
Atalarımız İslâm’ı yaymak için küfür beldelerine akınlar düzenlerdi, ilây-ı kelimetullah’ı yaymak ve duyurmak için. Bunlar ise küfre kucak açıyorlar. Bunun neresi İslâm? Bunun neresi müslümanlık?
İnsanlar akın akın İslâm’a koşuyorlar. Dünyada İslâm gündemde.
Onlar ise küfrü konuşuyorlar. İnsanımıza küfrü hoş göstermeye çalışıyorlar.
Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği nur saçan peygamberler ve peygamber vekili âlimler, sıddıklar, mukarrebler, Rabbâniler, Allah yolunda şehid düşenlerin önde gelenleri, adaletli iyi amirler, numune şahsiyetlerin hepsi Allah için yaşadılar, Allah için çalıştılar ve Allah’ın dini, Allah’ın hizbi, Allah için mallarını, canlarını verdiler.
Âyet-i kerime’de onlar hakkında şöyle buyuruluyor:
“İşte onlar Rabb’leri yolunda olanlardır.” (Bakara: 5)
Bu Allah yoludur ve o yolun yolcuları, sırât-ı müstakim üzere gider, ilâhi hükümlere riâyet eder, Allah’a, Resulullah’a gönülden teslim olur ve canı ile malı ile cihad eder ve din-i İslâm’a yardım ederler.
Allah-u Teâlâ kendi dinine, hizbi yani partisine tâbi olup yolunda olanları, dinine yardım edenleri dünya saâdetine, ahiret selâmetine lütfu ile dahil eder.
Allah-u Teâlâ’nın vaad-i sübhani’sine nâil olanlar işte bunlardır. Onlardan râzı ve hoşnut olmuştur.
“İşte onlar saâdete erenlerdir.” (Bakara: 5)
Zira onlar Hazret-i Allah’a gönülden bağlıdırlar. Allah uğrunda canını, malını feda edeceğine dâir söz vermişlerdir.
“Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler, onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb: 23)
İşte bu niyet-i hâlisa ile hareket ettiler ve bu sonsuz şerefe erdiler.
Hazret-i Allah Kelâm-ı kadim'inde cennetine koyacağını vaad ettiği, râzı ve hoşnut olduğu, “Ülâike Hizbullah” buyurduğu bu partiyi şöyle tarif buyuruyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Onlar dünyada Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a iman etmişlerdir, bu onlara Allah-u Teâlâ'nın bir ihsanıdır.
Zira onları bu dünyada lütuf olarak kuds-i ruhu ile desteklemiştir. Ahirette ise onları cennet ve cemâlullah ile müjdeliyor:
"Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır." (Mücâdele: 22)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu, hoşnut olduğu parti budur. Onlar da Hazret-i Allah'tan hoşnutturlar. Bütün iyiliklerin O'ndan geldiğini, bütün kötülüklerin nefis ve şeytandan geldiğini bilirler. Allah'a gönülden teslimdirler. Neyi taksim ve takdir buyurmuşsa râzı ve hoşnutturlar.
“İşte onlar gerçek müminlerin tâ kendisidir. Onlar için Rabb’leri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (Enfâl: 4)
Allah yolu budur. Bu yolun yolcuları da Allah içindirler.
Sultan Alparslan Anadolu’nun kapılarını müslüman Türklere açmış, ömrü at üzerinde ve cenk meydanlarında geçmiş, aynı zamanda adaletiyle de herkesin gönlünde taht kurmuş büyük bir hükümdardı.
Devlet idaresinde istikrarı sağladıktan sonra fetihlere başladı.
Malazgirt Savaşı başlamadan önce topluca kılınan Cuma namazının ardından askerinin karşısına geçti. Üzerinde kefene benzeyen beyaz bir elbise vardı. “İşte ben kefenimi giydim. Şehid düşersem beni böylece gömünüz.” dedi. Atından inerek secdeye kapandı. “Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” diyerek, gözleri dolu dolu, secdeden başını kaldırdı ve sözlerine şöyle devam etti:
“Burada Allah’tan başka sultan yoktur. Emir ve kader tamamıyla onun elindedir. Bunun için benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”
Dokuz yıl süren hükümdarlığı sırasında büyük işler başarmış, devletin sınırlarını Anadolu içlerine kadar genişletmiştir.
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi de devletin temellerini adalet üzerine kurmuş ve bu adalet sayesinde Osmanlı dünyaya hüküm eden bir devlet haline gelmişti.
Osman Gazi son derece dinine bağlı, adaletli, Allah yolunda cihaddan bir an bile geri durmayan bir mücahid idi.
Osman Gazi oğlu Orhan Gazi’ye şöyle vasiyette bulunmuştu:
“Allah’ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemasından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in’am ve ihsanı eksik etmeyesin ki, ihsanın kulcağızadır. Zâlim olma. Âlemi adaletle şenlendir. Cihadı terk etmeyerek beni şâd et. Ulemâya riâyet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Nerde bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster. Askerine ve malına gurur getirip şeriat ehlinden uzaklaşma.
Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değildir. Yolumuz Allah yoludur. Maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır.”
Murad Hüdâvendigâr, samimi bir müslüman, dâhi bir asker ve âdil bir devlet adamı idi. Dervişlere ve ulemayâ hizmet etmekle tanınmıştır. “Derviş gazilerin, şeyhlerin sultanı” diye anılır.
Hangi şehirde bulunursa bulunsun, Cuma namazını cemaatle kılar, namazdan sonra fakirlere sadaka dağıtırdı. Fethettiği yerlerde kurduğu adaletli ve âlîcenap idare sayesinde gayr-i müslim halk, bir daha Bizans hakimiyetini aramamışlardır.
Haçlı ordusuna karşı savaşılacağı zaman şöyle bir niyazda bulunmuştur:
“Yâ Rabb’i! Bunca kere duâmı kabul edip beni mahrum bırakmadın. Yine benim duamı kabul eyle. Mülk ve kul senindir. Sen kime dilersen ona verirsin. Ben nâçiz bir kulunum. Sen benim fikrimi ve sırlarımı bilirsin. Benim maksadım mal ve mülk değildir. Ben yalnız senin hâlis rızânı isterim. Bu müminleri küffar elinde mağlup edip helâk eyleme. Yâ Rabb’i! Bunca nüfusun katline beni sebep eyleme. Onları mansur ve muzaffer eyle. Bu müminlerden bir tekinin ölümünü bana gösterme. Askerim için ruhumu teslim etmeye râzıyım. Onlar için ben canımı kurban ederim. Tek sen kabul eyle. Yâ Rabb’i! Müminlerin uğruna beni fedâ kıl. Evvelce beni gazi kıldın, şimdi şehadet nasip eyle.”
Sekiz saat gibi kısa bir zaman içinde haçlılar büyük bir bozguna uğradılar. Sultan Murad savaş alanını gezerken bir sırplı tarafından hançerlenerek şehid edilmiştir.
Yıldırım Bayezid; ülkesinde demir gibi bir disiplin ve mükemmel bir âsâyiş kurdu. İlmi ve ulemâyı sever, şikâyeti olan şikâyetini bizzat kendisine duyurabilir, haklıysa isteği hemen yerine getirilirdi. Bir kimse tek başına eşya yükü ile, hiç rahatsız edilmeksizin memleketi bir baştan öbür başa geçebilirdi.
Kosova savaşından yedi yıl sonra Hıristiyan Avrupa 130 bin kişilik bir ordu ile Osmanlıların üzerine yürümüştü. Sultan Beyazıd, kendisine Yıldırım ünvanını kazandıran bir süratle Niğbolu’ya gelerek düşmanın önünü kesti. Yapılan savaşta mağrur haçlı ordusuna Niğbolu mezar oldu, 100 bin ölü, 10 bin esir verdiler. Savaş sonunda esir düşen düşman kumandanı Korkusuz Jan “Başımıza Yıldırım düştü” demiştir.
Derviş gazi diye anılan, kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan Murad; Varna ve Kosova gibi iki büyük meydan savaşı kazanmış, İstanbul’u muhasara etmiş, Fatih Sultan Mehmet gibi evlât yetiştirmiştir. Osmanlılar onun zamanında dünyanın birinci devleti haline geldiler.
Haçlı orduları 1444’de Osmanlı topraklarına doğru yürümüşlerdi. Sultan Murad Han 40 bin kişilik ordusu ile Balkanları aşıp düşmanı Varna’da yakaladı. Demir zırhlarla kaplı haçlı ordusunu gören hükümdar ellerini kaldırarak niyazda bulundu:
“İlâhi! Mümin kullarını benim günahımın çokluğundan ötürü küffar elinde zebun etme. İlâhi! Habib’in hürmeti için, ümmetini sen sakla ve sen mansur ve muzaffer eyle!”
Bu içli duâdan sonra mücahidler “Âmin... Âmin...” sesleriyle düşmanın üzerine atıldılar, çembere alınan haçlılar imha edildiler.
Sultan Murad müstesna dehâda devlet adamı ve kumandan idi. Halk tarafından en çok sevilip sayılan bir hükümdar olarak bilinir. Halka karşı daima teveccühkâr, fakirlere karşı cömertti. Bu lütuflarını hırıstiyanlara da gösterirdi. İnce ruhlu, hassas bir insandı. İlmî sohbetleri sever, ulemâyı himaye eder, onlara muayyen tahsisat verirdi.
Hacı Bayram Velî -kuddise sırruh- Hazretlerini Edirne’ye dâvet etmiş, günlerce başbaşa sohbet etmişlerdi. Kendisini müridliğe kabul buyurması için ricada bulunduğunda bu isteği reddedilerek şu cevabı almıştı. “Hünkârım! Sizin işiniz başka, bizim işimiz başkadır. Her işte Allah’ın rızâsı vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen, altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.”
Osmanlı topraklarına saldıran Karaman beyini cezalandırdıktan sonra, ilk iş olarak İstanbul’un fethi hazırlıklarına başladı. Bizansı ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Projesini bizzat kendisinin yaptığı Rumelihisarı denilen azametli kale dört ayda bitirildi. Asya kıyısında Yıldırım’ın inşâ ettirdiği Anadolu hisarı vardı, böylece boğaz kesilmiş oldu.
Kışı Edirne’de geçirerek savaş hazırlıkları yaptı. Ortaçağ insanının hafsalasının alamayacağı azamette, iki tonluk gülle savurabilen, ikibin asker tarafından çekilen muazzam toplar döktürdü. 6 Nisan 1453’de muhasara başladı. 22 Nisan gecesi yetmiş parçalık donanma Kasımpaşa sırtlarından kaydırılarak Haliç’e indirildi. Sultan Mehmed’in karadan gemi yürütmesi akıllara durgunluk vermişti. 29 Mayıs günü sabah namazını müteakip yapılan duadan ve hükümdarın hitabesinden sonra yapılan nihai taarruzda İstanbul fethedildi.
Osmanlı bayrağını Topkapı üzerinde gören ve o andan itibaren Fatih ünvanını alan Sultan Mehmed, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin müjdesine mazhar olmanın verdiği sevinçle atından inip yere kapandı ve Allah-u Teâlâ’ya hamd ve senâda bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm Fetih’ten sekizyüz sene kadar evvel bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştu:
“Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir.” (Ahmed bin Hanbel)
İstanbul’u fethettiğinde Fatih Sultan Mehmed 21 yaşında idi. 30 Yıllık hükümdarlığı sırasında yirmiden fazla devleti ve bu arada iki imparatorluğu tarih sahnesinden silmiş, topraklar kendisinden bir asır sonra 20 milyon kilometre kareye ulaşmıştır.
Devrinde 308 cami yapılmış, büyük âlimler yetişmiş, mühim eserler yazılmıştır. Fatih, her sene en son keşiflere göre ordunun silahlarını yeniletmiş, ikinci derecede bir deniz kuvveti olarak teslim aldığı donanmayı, dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.
Ortaçağ’ı kapatarak Yeni Çağ’ı açan Fatih Sultan Mehmed Han, güya ihtida edip Yakup Paşa adını alan Venedikli bir yahudi tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Vefat ettiğinde 49 yaşında idi ve nereye yapılacağını kendisinden başka kimsenin bilmediği bir sefere çıkıyordu.
Fatih Sultan Mehmet Han, hıristiyan mimarla, muhakeme esnasında gayri ihtiyari bir adım önde bulunmuştu. Bunu gören kadı Hızır Efendi; “Beyim geç şuraya hasmının yanında dur.” diyerek kendilerini ikaz etmişti.
Fatih Sultan Mehmet döneminde, cami yapmak amacıyla arsası elinden alınan bir kişinin kadıya müracaat etmesi sonucu, kadı Fatih Sultan Mehmet’i suçlu bulmuştu. Adama arsası iade edildi.
Tursun Bey’in "Târîh-i Ebu’l-Feth"inde kaydedildiğine göre; Fâtih Sultan Mehmed Hân Trabzon üzerine sefere çıktığında, şehre arkadan ulaşmak için ordusuyla birlikte dağlık ve ormanlık bir arâzîden geçiyordu. Yol geçişe uygun olmadığından, bâzen baltacılar önden yol açıyorlardı. Yolun hiç bulunmadığı kayalık ve dağlık bir yerde, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın atı kaydı ve sarp bir yere doğru yuvarlandı. Fâtih, o an bir kayaya tutunmaya çalışırken elleri sıyrıldı ve kanamaya başladı.
Trabzon Rum imparatorluğu ile akrabâlık bağı kurmuş olan Uzun Hasan, daha önce annesi Sâra Hâtun’u, bu seferden vazgeçmesi için Fâtih’e elçi olarak yollamıştı. Fâtih’in içine düştüğü bu zor ve kötü durumu fırsat bilen Sâra Hâtun, tam zamânı olduğunu düşünerek;
"Ey oğul! Han oğlu hansın, bir ulu hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kal’a için bunca meşakkat niye?" dedi.
Elleri sıyrıklarla dolu olan Fâtih, o an güçlükle doğruldu ve Sâra Hâtun’a hayretle bakarak şöyle dedi:
"Ey koca analık! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz dîn-i İslâm’ın kılıncıdır? Sen zanneyleme ki, bizim çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki, bütün gayretlerimiz Allâh’ın dînine hizmet ve insanların hidâyete kavuşmasına vesîle olmaktır. Yarın huzûr-u Hakk’a vardıkda, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı teblîğ ve ta’zîze imkân varken, zahmete katlanmayıp da ten rahatını tercîh edersek, bize gâzî denmesi yalan olmaz mı? Ehl-i küfrün üzerine İslâm’la gitmez, onların azgınlıklarına mânî olmaz isek, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!." (Târîh-i Ebu’l-Feth)
Bunlar böyle idi, eğer sen de bunların torunu isen yolunda bulunman lâzım. Amma küfrü hoş gördüysen yoldan çıkmışsın.
İslâm dininin adaletini, nezafetini, nezaketini bu temsillerde açıkça görmekteyiz. Ve fakat seyyiat zamanında adaletsizlik, hırsızlık, israf son haddini bulmuş, halk bunalım içinde inlemektedir.
Ondördüncü asrın başında kurulan Osmanlı Devleti dünya tarihinde eşi ve emsali görülmemiş bir yapıya sahipti. Asr-ı saâdet ve Hulefa-i raşidin devirlerinden sonra hak ve adalette çok dikkatli, İslâm ve ehl-i sünneti yaşamaya çok riayetli idi.
Dünya tarih sahnesinde yüzyıllar boyunca hüküm sürüp, müstesna yeri olan Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa, Asya ve Afrika’da İslâm dininin yayılması için büyük bir aşk ve şevkle mücadele ve mücahede etmiş, kuruluşundan yıkılışına kadar İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Zaten bu İmparatorluğun bu kadar muazzam ve muhteşem oluşu, hizmet ettiği gayenin ilâhî oluşundan kaynaklanmaktadır. Allah-u Teâlâ, Osmanlılar’dan İslâm’ı âli kılma niyetlerini muhafaza ettikleri sürece maddi ve manevi desteğini eksik etmemiştir. Başlangıçta bir beylik iken çok kısa zamanda imparatorluğa dönüşen Osmanlılar gerek zamanının gerekse günümüzün tarihçi ve ilim adamlarının dikkat ve hayranlığını celbetmiştir.
Osmanlı Beyliği daha kuruluşundan itibaren adli, askeri, mali kısaca bir bütün olarak devlet teşkilatına büyük önem vermiştir. Devlet çarkının muntazam işlemesi Osmanlılar’ın muvaffakiyetinin sebeplerini hazırladı. Fakat bu zahiri sebepler cihan imparatorluğu olan Osmanlılar’ın muhteşem yükselişinin ana sebebi değildi. Osmanlılar kendilerine rehber olarak yalnız Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’yi almışlardı. Kur’an ve Sünnet düsturlarını ve emirlerini yerine getirmeyi toplum ve devlet olarak niyet ve hedef edinen bu âli insanların başarısının gerçek sebebi işte budur.
Bu uğurda yaşadıklarından dolayı onlar için yaşam da, ölüm de birdi. Onlar İslâm’dan uzak ve şerefsizce yaşamaktansa ölümü tercih ediyorlardı. Madde, makam, mevki ve nam uğruna yaşamadıkları, Allah rızasını amaç edindikleri için Allah-u Teâlâ’nın desteğini de devamlı beraberlerinde buluyorlardı.
Bunun yanında Osmanlılar her zaman evliyaullah hazeratının ve hakiki ilim adamlarının duâ ve himmetlerini almaya özen göstermişlerdir. Şeyh Edebali’den başlayan bu silsile Akşemseddin Hazretleri ile doruğa çıkmış, Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri, Yahya Efendi Hazretleri ile devam etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın sevgili, veli kulları olan bu zâtlar hürmetine, birçok belâ Osmanlı İmparatorluğu üzerinden kaldırılmış ve pek çok zafer ihsan edilmiştir. Bunlar Osmanlı Devleti’nin bir nevi manevi padişahlarıdır.
Müesseselerini, cemiyetin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde kuran Osmanlılar, ilim, sanat, imar ve ictimai yardım faaliyetlerine önem vermişlerdir. Vakıflar, cami, medrese, kütüphane, han, hamam, kervansaray, çeşme, sebil, köprü, yol, şifahane, aşhane yapmışlar, ırk ve din gözetmeksizin her muhtaca yardımda bulunmak sureti ile medeniyetin en üstün seviyesine çıkmışlardır.
Osmanlılar’ın İslâm dininden feyz alıp kemalleşen şahsi ve devlet ahlakı fethettikleri yerlerde yaşayan gayr-i müslim halkın şaşkınlık ve hayranlığını celbetmiştir. Kendi dindaşlarının yönetiminde bulamadıkları huzur ve sükunu Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında yakalamışlardır. İslâm’ın bahşettiği adalet, eşitlik, cesaret, hayırseverlik, merhamet, doğruluk ve dürüstlük prensipleriyle yüzyıllarca cihana İslâm nurunu yaymışlardır.
Değil müslümanlar, kendini bilen şuurlu gayr-i müslimler dahi İslâm’a, Hazret-i Kur’an’a, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-e hayran olmuşlar, onu takdir ve meth-ü senâ etmişlerdir.
Alman İmparatorluğu'nun ilk Başbakanı Prens Bismark Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve Kur'an-ı kerim hakkında der ki:
"Seninle aynı çağda yaşayamadığım için çok üzgünüm ey Muhammed!
Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitap senin değildir, o ilâhidir. Bunun ilâhi olduğunu inkâr etmek, mevcud ilimlerin asılsız olduğunu ileri sürmek kadar gülünçtür.
Bunun için beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra da göremeyecektir.
Ben heybetli huzurunda en büyük hürmetle eğilirim."
Müslümanlığını kapalı olarak ilân ettiyse de, arkasında çok büyük bir iz bıraktığını biliyorum. Onun o iman izi üzerinde çok kişi yürüyor. Bunlar Bismark’ın ektiği İslâm tohumlarıdır. Bunların sayısını vermeyeceğiz. En yüksek kademelerdeki bu gibi gizli müslümanları Almanlar bile bilmiyor, müslümanlar ise hiç bilmiyor.
Gerek Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da ve gerekse diğer gayr-i müslim ülkelerde sayılamayacak kadar müslüman var ve İslâm hızla yayılıyor.
Nitekim Gölcük’ten bir arkadaş vazife icabı bir haftalığına Amerika’ya gitmişti. Geldiğinde dedi ki:
“Barış isminde bir arkadaşla tanıştım. Orada bulunduğum müddetçe on Amerikalı müslüman oldu.”
Süleyman (Fransa):
İsmim müslüman olmadan önce Patrik C. idi. Müslüman olduktan sonra Süleyman ismini aldım.
Fransa’da papazlık eğitimi veren bir okulda teoloji (din) eğitimi aldım, bütün dinleri tedkik ettim ve dinlerin içinde hak din olarak İslâm’ı gördüm ve iman ettim. Fransızca’nın yanında Almanca ve İngilizce bilirim.
İslâm dinini yaşamak ve yaşayanı bulmak için Türkiye’ye, Suûdî Arabistan’a, Pakistan’a ve daha birçok İslâm ülkelerine gidip araştırdım. İslâm dinini öğrendiğim için; bir ilâhî hükümlere bakıyor, bir de müslümanım diyenlere bakıyordum ve “Hayır! Benim bildiğim İslâm bu değil.” diyordum.
Zira Allah-u Teâlâ dininin hükümlerini koymuş, emir ve yasaklarını beyan etmiş, hudutlarını çizmişti.
“Allah’a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!” (Tevbe: 112)
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” buyuruluyor. (Hud: 112)
Bu hükümlere bakıyor, gerçek İslâm’ı yaşayanları aramaya devam ediyordum.
Zaman sonra bir vesile ile Almanya’da bir kardeşimizle tanıştım, inceden inceye yaşayışını takip ediyor ve: “Galiba aradığımı buldum!” diyordum. Bu defa o kardeşin arkadaş çevresini araştırdım. Hepsinin de İslâm dinini yaşadıklarını görünce huzur buldum ve: “Senelerdir aradığımı buldum, elhamdülillâh.” diye şükrettim. Daha sonra onlara bu edebi, bu terbiyeyi, bu İslâm icaplarını nereden tahsil ettiklerini sordum. Onlar da yirmi adet büyük kitaptan meydana gelen külliyatı gösteriyorlar ve bu kitaplardan aldıklarını söylüyorlardı. “Bu kitapların hepsini bir kişi mi yazdı?” diye sordum, onlar da “Evet!” dediler. Türkçe bilmediğim için sadece İngilizce ve Almanca’ya çevrilen kitapları tetkik ettim ve “Tamam! Beni bu kitapların yazarına lütfen götürün!” dedim.
Böylece Adapazarı’na gittik ve Muhterem Ömer Öngüt’le tanışma bahtiyarlığına kavuştum. O günü unutamıyorum. Gözlerim boşaldı, içim imanla doldu. Aradığımı bulmuştum.
‘Ben de bu hizmetle müşerref olayım.’ ümidiyle Almancasını okuduğum kitabı Fransızca’ya tercüme ettim. Bu hizmeti nasip ettiği için Hazret-i Allah’a sonsuz şükürlerimi arzederim.
•
Abdülhakim (Fransa):
Bismillahirrahmanirrahim
Derin ve yanlış yolda olduğumu hissediyordum. Bir gün, ormanda gezerken, ne rüya ne gerçek olduğu belli olmayan bir hayal mi desem, bir gerçek mi desem belli değil, Allah-u Teâlâ bana bir melek gösterdi, burada açıklamama imkân olmayan bazı kelimeler söyledi. Benimle konuştu ve bana bazı işaretler gösterdi: 3 gün oruç tutmamı ve insanlarla selamlaşmayı (merhabalaşmayı) fakat insanlarla konuşmayacağımı söyledi. Allah Gören’dir, İşitendir, Yaratan ve en büyük Kudret sahibi O’dur.
O günden sonra, bana düşen görev, hakikati aramak oldu. Hakikati bulmam için bana gösterilen isaretler şunlardı:
Bir kitap var ve bu hiçbir yönden değişikliğe uğramayan hak kitab’mış. İnananlarını alınlarındaki işaretlerden tanıyabilecekmişim. İsa Aleyhisselâm’dan sonra başka bir peygamber varmış ve o gün hakikati bulduğumda, kalbimde büyük bir huzur hissedecekmişim.
Bana o zaman, en yakın din hıristiyan diniydi. O yüzden, bunu hıristiyan dininde aramaya başladım ve aradığımı bulamadım, bu din hakikat dini değildi.
Musevilik dinine gelince, açıkçası benim için hakikat dini değildi. Çünkü onlar İsa Aleyhisselâm’ın yolunu kabul etmiyorlardı.
Hayatımda geçirdiğim bütün aşamalarda, bütün imtihanlarımda, Allah’ın bana gösterdiği meleğin söylediklerine dayanıyordum.
Sonuçta, işçilerin kaldığı bir hotelde, Müslüman bir kişiyle tanıştım, Vietnamlı bir Müslüman idi, ismi Abdül Aziz Habib. Ona hakikati aradığımı söyledim. Bana tek bir ilah olan Allah’tan, peygamber Muhammed’ten -sallallahu aleyhi ve sellem-, İslâm’dan, Meryem anamız’dan ve İsa Aleyhisselâm’dan bahsetti. Ona sorduğum bütün sorulara hiç tereddüt etmeden cevap veriyordu ve gönlümü memnun ediyordu. O anda Kelime-i şehadet getirdim; “Şehadet ettim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- O’nun Resûlü’dür.” Kalbim’de büyük bir huzur hissetim, aradığım o huzuru ve o hakikati, hıristiyan ve diğer dinlerde bulamamıştım. Benim için büyük bir gün idi, çünkü aradığımı bulmuştum.
Elhamdülillah, Müslüman oldum ve «Abdulhakim» ismini aldım:«Hakim’in kulu».
Allah Cömert’tir ve en iyisini bilendir.
•
Yasin (Almanya)
Eski ismim Stefan Grillo. Müslüman olduktan sonra Yasin ismini aldım. Müslüman olmadan önce hıristiyandım. Tek tanrıya inanıyordum ama bundan pek emin değildim. 15 yaşında mesleğe başladım ve orada Nesim Yıldız isminde bir müslümanla karşılaştım. Ve ona müslümanların neye inandığını sordum. Bana Peygamberleri; İsa Aleyhisselâm ve Muhammed Aleyhisselâm’ı anlattı. Daha sonra Ashâb-ı kiram’ın, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’e muhabbetini, mucizelerini, hangi zorluklar altında yaşadıklarını, nasıl doğru yolda yürümek istediklerini anlattı. Fazla düşünmeden müslüman olmaya karar verdim.
Zaten nereden geldiğimizi, dünyada ne yaptığımızı ve her şeyden önce niçin geldiğimizi düşünüyordum. Cevapları İslâm’dan aldım. Meselâ insanın, dünyanın ve tüm kainatın yaratılışı Kur’an-ı kerim’de geçiyor. Beni en çok etkileyen İslâm’daki ve İslâm’ı yaşayanlardaki dürüstlük ve güzellik idi.
Diğer dinlerle değişik veya bir kaç tanrıya inanılması beni şaşırtıyordu. Ama sadece İslâm bir tek ilah olduğunu öğretiyor ve bunu öğreten tek dindir. Yahudi ve hıristiyanların kitapları bozulmuş, yalnızca Kur’an-ı kerim bozulmamıştır. Kıyamete kadar korunacağını Hazret-i Allah Kur’an-ı kerim’de buyuruyor.
•
Abdurrahman (Almanya)
Abim (Yasin) müslüman olunca bu nasıl bir rezillik diye düşündüm. Daha önce de Hazret-i Allah’a inandığım için abim ile din ve Hazret-i Allah hakkında konuşuyorduk. Kardeşim bana Kur’an-ı kerim’de delillenen ileri mucizelerden ve peygamberin gelecekle ilgili haberlerden bahsetti. Ne kadar karşı gelmek istedim ise de kendi kendimi kandırdığımı anladım. Ben küçüklüğümden beri tek Allah’a inanıyordum ve Hazret-i İsa’nın hıristiyanlara göre Allah’ın oğlu olduğu beni rahatsız ediyordu.
Bundan sonra çok düşündüm ve sadece bir tek yol olacağına kanaat getirdim. Bu yol tanrının bölünmesi değil bir tek tanrıya götüren yol olması gerekti.
Adem Aleyhisselâm’dan, Muhammed Aleyhisselâm’a kadar gelmiş ve kıyamete kadar kalacak bir yol. Bu kararımdan Hazret-i Allah’a ve Peygamberi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e iman ettim. Müslüman olduktan sonraki iç duygularımı kelimelerle ifade etmek mümkün değildir.
Abimle beraber bize bu hidayeti bahşeden Rabb’imize şükretmekten başka bir şey düşünemiyoruz. Anne ve babamız önceleri karşı çıkmışlarsa da sonraları seslerini çıkarmadılar. Hatta abim Hacc’dan döndüğünde havaalanına karşılamaya gittiler. Annem abimin düğünü için Türkiye’ye gidip geldi.
•
Morjanna (ABD):
Amerikanın Minnesota eyaletinde dünyaya geldim. Koyu bir Lutheran hıristiyan aile ortamında yetiştim. On dört yaşında kilisede tasdik olmaya hazırlanırken aklımda Allah ve İsa Aleyhisselâm’la ilgili birçok soru işareti mevcuttu. Bu soruları rahibimize sorduğumda, bana aklımdaki soruların cevaplarını bilmesen bile bunlara inanmak zorundasın diyordu. Kendisine “teslis inancını ve nasıl üç tanrının bir olduğunu ve niye bir tanrı üç tanrı olduğunu” sordum. “Allah’ın üçe ihtiyacı mı var?”diye kendi kendime sordum. Sadece İsa Aleyhisselâm’a Allah’ın oğlu olarak inananlar kultulduysa, peki İsa Aleyhisselâm’dan önce gelenlere ne oldu? Onlar kurtulmadılar mı? Niye elimizdeki herbir İncil ayrı ayrı şeyler söylüyordu? Okuduklarım niye hıristiyanlığın amelleriyle taban tabana zıttı? Okuduğum emirlerde suret yapmak yasaktı. Rahib’e kilisedeki İsa Aleyhisselâm ve Meryem Vâlidemiz’i simgeleyen heykellerin bu emri çiğnediğini sordum, sonra İsa Aleyhisselâm’ın gerçekten biz insanlar gibi Allah’ın oğlu mu olduğunu sordum. Yani bu Allah’ın erkek gibi olduğu anlamına mı geliyordu (Hâşâ). Bu Allah’ı kusurlu bir hale sokmuyor muydu? Dünyayı ve her şeyi yaratan Allah’ı bir erkek olarak canlandırmayı kabul edemiyordum.
Kilisedeki tasdik zamanım yaklaştıkca kilisedeki cemaate katılma fikrinden tiksinir olmuştum. Annem ve babam kilisedeki tasdik işleminden sonra artık yetişkin olduğumdan kiliseye devam edip etmeme kararının benim olduğuna inanıyorlardı. Ve tasdik işleminden sonra bir daha asla kiliseye gitmedim.
Bundan sonra yıllarım dinleri araştırmak ile geçti. Bilgi edinebildiğim hemen hemen bütün dinleri denedim. Hiçbirisi içime sinmedi. Üniversiteden tanıdığım birkaç müslüman Arapla bağdaştırdığımdan dolayı, İslâm dini araştırmalarımda aklımda son sıralardaydı. Çünkü bu kişiler yaşayışlarıyla kesinlikle İslâm dinini temsil etmiyorlardı. Okulumuzdaki en güzel kızlarla ilişkilere girer, onlara pahalı hediyeler alırlardı. Tabii ülkelerine döndüklerinde daha önce söz verdikleri kuzenleri ile evlenir, arkadaşlarımın kalplerini kırık bırakırlardı.
Daha sonraları bulunduğum eyaletten Kaliforniya eyaletine taşındım. Araştırmalarım devam etti. Fakat hâlâ hiçbiri içime sinmiyordu. Sonra ikinci yüksek lisans eğitimime başladım. Allah’ın hikmeti ki benimle aynı sınıfta olan birkaç Fas’lı müslüman ile aynı sıraları paylaştık ve sınıftaki grup çalışmalarında aynı gurupta yer aldık. Benim müslüman olmamda bu gruptaki bir kızkardeşimizin rolü büyüktür. Onun ağzından kimse hakkında kötü bir söz duymamıştım. O sınıfımızdaki en yardımsever kişi idi. Kendisi evliydi ve ben sık sık kocasının dünyadaki en bahtiyar erkek olduğunu düşünürdüm. Çünkü kocasına itaat ile muamele ediyor, bir dediğini iki etmiyordu. Kocasının da ona karşı davranışları aynı güzellikte idi. Harika bir ilişkileri vardı. Bu evlilik benim müslümanların evliliklerinin nasıl olması gerektiği konusundaki rehberim oldu.
Zaman zaman kafeteryada buluşup ders çalışırdık. Ben onların hayatlarına ilgi duymaya başlamıştım. Ne zaman bir işe başlasak onlar “Bismillah” derlerdi. Bunun ne anlama geldiğini merak ederdim. Her zaman seccadeleri yanında olur, belirli vakitlerde ibadet ederlerdi. Ben ise sadece pazarları ve uykuya giderken duâ ettiğim için, bu belirli vakitlerde sürekli, hergün devam eden ibadet tarzı beni çok etkiledi.
•
Ayşe SCHWAB (Almanya):
Es selamu aleyküm ve rahmetullah...
Din kardeşlerim ve bacılarım. Bu benim İslâm’a nasıl girdiğimin hikayesidir. İsmim Ayşe Schwab 1941 yılında Almanya’nın Emmendingen şehrine bağlı küçük bir köy olan Endingen’de dünyaya geldim, hıristiyan olarak yetiştirildim.
1989’da bir taksi firmasının bürosunda işe başladım. Burada bir müslüman iş arkadaşım vardı. O, zaman zaman patronumuza İslâm’ı anlatırdı. Ben de kulak misafiri olurdum. Son zamanlarda hıristiyanlık dininin ve bağlı olduğum kilisenin icraatları, rahibin anlattıkları beni hem kızdırıyor hem de onlara karşı kınamaya itiyordu. Bunun için İslâm’ı tanımaya karar verdim, müslüman olan iş arkadaşımdan bana yardım etmesini istedim. O da bana Hakikat Yayıncılık’a âit olan Almanca Kur’an-ı Kerim Meali ve İlmihal verdi. Artık hem okuyor hem de zaman zaman kafama takılan soruları o müslüman iş arkadaşıma soruyordum. Sonunda anladım ki bizim dinimiz ve İslâm birmiş meğer. Hemen bir dilekçe yazıp kiliseye verdim ve hıristiyanlık dininden çıktım, müslüman olduktan sonra bütün etrafımdakiler beni kınadı ve alay ettiler. Ama ben yolumu, doğru yolu bulmuştum. Artık başımı kapatıyor, namazımı yavaş yavaş kılıyordum. Öğrendiklerimi hemen yapmaya çalıyordum. Bir zaman sonra iş arkadaşım beni Bischofsheim’a ilk defa camiye götürdü. Orada müslüman bacılarımla tanıştım. Bana çok hoşgörülü ve cana yakın davrandılar. Orada ilk defa zikir yapmıştım. Bir rüya gördüm, bana mânâda gaipten bir ses “Sen artık müslümanlardansın!” demişti ve çok sevinmiştim. Daha sonra bir Allah dostu olan Ömer Öngüt Efendi’yi görmeye, Türkiye’ye gittim. Öyle bir zâtı görmek için çok uzun yolculuklara değer. Beni misafir ettiler. Bir gün huzurdayken bana bir arzumun olup olmadığını sordular. Bende bana mahşerde yardımda bulunmasını rica ettim. O zaman buyurdular ki, “Bu anı hiç unutma, ölene kadar.” Ne kadar merhametli, ne kadar nazikti. Ben orada kaynağı bulmuştum. Sorular soruyor cevapları kaynaktan alıyordum. Bu da beni çok memnun ediyordu. Efendimiz bana yeni müslüman olduğum için bundan önceki günahlarımın af olunduğunu söylediler. Çok sevindim. Çünkü Allah’ım bana bu hayatta tekrar bir fırsat daha vermişti. Huzurluyum, çünkü İslâm’a girdim, elimden geldiği kadar bu yolda yürümeye çalışıyorum.
Allah-u Ekber!..
Musa’ya Tevrat verildi. Birinci emir şöyleydi “Ben senin Rabb’inim. Yalnız bana ibadet et, yalnız bana yönel.” İşte bu emir İslâm’ın tek ve doğru bir din olduğu görüşüne inandırmıştı. Her şeyi yaratan Allah’ın bir oğul edinmeye ihtiyacı yoktu. Ondan önce gelenler gibi İsa da bir peygamberdir.
Hepsine Allah’ın selâmı olsun. Müslüman olunca kendimi iyi ve güvenli hissediyorum. Nihayet nereye âit olduğumu bildim. Müslümanlar yaratıcının önünde secde ediyorlar. Çünkü onun eşi ve benzeri yoktur. Allah birdir, bütün müslümanlar kardeştirler ve kardeşce yaşıyorlar. Allah’a şükür önceleri bu insanların (hıristiyanların) hep gösteriş ve şov yaptıklarını hissederdim. Politikacılar bile hıristiyanlık dinini bir ticaret sembolü yapmışlar. Okullarda baş örtüsü yasağında, okuduğum zaman sorardım kendime acaba bunların başka problemleri yok mu?Başını örten kadınlar Allah için örtüyorlar, politika için değil. Burada kötü olan nedir?
İslâm yolunda bana yardım eden kardeşlere tekrar içten teşekkür ederim. Allah’ımız cümlemizi korusun, selamete erdirsin ve imanımıza güç katsın, kuvvetlendirsin.
•
Laura Aktuğ (ABD):
1972 yılında Meksika’nın Acapulco şehrinde dünyaya gelmiş. Koyu katolik bir aileden geliyor. Kilise eğitimi görmüş. Mimarlık okumak için Meksika’nın Amerika sınırındaki Tijuana şehrine geliyor. Dönem tezi için öğretmeni Ortadoğu mimarisini veriyor. Araştırma yaparken internetten sınırın diğer tarafındaki San Diego şehrindeki camiyi buluyor. Tezini hazırlamak için camiden mimari, din, kültür, yemek türleri, gibi konularda bilgi alması gerekiyor. Aynı zamanda kilise eğitimi aldığı için, içinde hıristiyanlığa karşı bir rahatsızlık var ve bir dini arayış içinde. Sınırı geçip San Diego şehrindeki Hazret-i Ebu Bekir Camii’ne geldiğinde içeride şu an tam olarak hatırlayamadığı bir ezan veya Kur’an-ı kerim sesi duyuyor ve ağlamaya başlıyor. Onu bu hâlde gören İslâmi okulun müdürü Hannan hanım kendisine yaklaşıyor. Bir süre sonra kendisine istediği kaynakları buluyor, aynı zamanda arapça alfabeyi öğretiyor ve Kur’an-ı kerim’i hediye ediyor. Namaz ilgisini çektiğinden namazın nasıl kılınacağını gösteren resimli bir kitap veriyor ve Hakikat Yayıncılık’ın Türkçe Namaz Rehberi’ni görüyor ve caminin içindeki kitapçıdan bu kitabı alıyor. San Diego’daki Göktuğ ismindeki kardeşimiz bu hanımın elindeki kitabı görünce “Türk müsünüz?” diye soruyor. Meksika’lı olduğunu ve İslâmiyet’e ilgi duyduğunu görünce hidayetine vesile olmak için bir çaba içine giriyor. Hazret-i Allah’a bu hanımın müslüman olması için duâ ediyor. Kısa bir süre sonra Laura şehadet getiriyor, İslâmiyet’e giriyor ve Göktuğ kardeşimizle evleniyor. Örtünüyor, namazlarını düzenli bir biçimde kılmaya başlıyor. Müslüman hanımlarla arkadaşlık kurarak, derslere toplantılara katılıyor. Bu arada okuldaki öğrencilerin, ailesinin baskılarına göğüs geriyor. Ailesi kızlarını San Diego’dan kaçırıp Acapulco’ya geri götürmek istiyorlar. Ancak kızlarının istikamet üzere olmasıyla muvaffak olamıyorlar. Laura, önceki evliliğinden olan oğlunu sünnet ettiriyor, çocuklarına namazı, İslâmiyet’i öğretmeye başlıyor. Çocukluk arkadaşı olan Los Angeles şehrindeki ünlü bir modacı Laura’nın eliyle müslüman oluyor. Katolik eğitimi aldıklarından dolayı, Meryem sûresi, Âl-i imrân sûresi gibi sûreleri okuyunca çok etkileniyorlar. Bu arada Meksika’da diğer müslüman ailelerle tanışıp, birbirlerine destek oluyorlar. Meksika hükümetinin verdiği bursla mimarlık eğitimine devam ediyor ve Türkiye’de Sultanahmet, Selimiye gibi camilerin maketlerini yapıyor. Meksika hükümeti bir sergide bu eserleri sergiliyor. Üniversitedeki öğretmeni Laura’ya Ortadoğu mimarisi tezini verirken sadece arapları müslüman zannettiği ve onları da teröristlikle bağdaştırdıkları için bu tezi kendisine vermekte tereddüt geçiriyor. Takdir-i İlahi Laura’nın hidayetine vesile olan da bu tez oluyor. Bugün Göktuğ kardeşimizin teşviği ile Laura hanımın çocukları da kendi okullarında İslâmiyet’i tebliğe başlamışlar.
•
Yusuf (İngiltere):
Selamun Aleyküm,
“Selâm olsun hidâyete tâbi olanlara.”
Eski ismim Jarrad Bhalle. Yirmi üç yaşındayım. Henüz on dört yaşındayken budist sporlarına olan merakım beni budizm meditasyonuna itiyordu. Bu sayede bir süre meditasyonla ilgilendim. Bu süre zarfında müslüman arkadaşlarım da vardı ama İslâm’ı yaşamadıkları için ilk etapta İslâmiyet merakımı celbetmedi. İslâmiyet’i bize fanatik bir din olarak tanıttıkları için ürküyor ve biraz uzak durmaya çalışıyordum. Tabi ki bu arada yaşantım çok kötüydü. Eğlence düşkünüydüm. Çünkü bizim kültürümüzde eğlenmek ve içmek çok normaldir. Bunları yapmasam âilem ve arkadaşlarım tarafından tuhaf karşılanırdım. Yirmi yaşına kadar hayatım bu şekilde geçti. 11 Eylül ikiz kule olaylarıyla ilgili olarak bir müslüman arkadaşım bana İslâmiyet’i sordu. İslâmiyet hakkında hiçbir bilgim yoktu, daha sonra arkadaşım bana İslâmiyet’i anlatmaya başladı. Daha sonra İslâmiyet’teki Hazret-i İsa’dan, Hazret-i Musa’dan, Hazret-i İbrahim Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’den bahsetti. Ben o zamana kadar İslâmiyet’in çok değişik bir din olduğunu düşünüyordum. Arkadaşım anlattıkça annemin dini olan hıristiyanlığa çok benzer tarafları olduğunu anlamaya başladım. Arkadaşım anlattıkça daha çok merak ediyor, arkadaşıma daha çok soru soruyor, sordukça heyecanlanıyordum. Aslında hıristiyanlığı da bilmiyordum, daha sonra hıristiyanlık ve yahudilik kitapları okumaya başladım ve üç dini araştırmaya başladım. Kur’an-ı kerim’i okumaya başladım. Kur’an-ı kerim’de, Allah-u Teâlâ’nın insanlığa hitap şeklinden çok etkilendim. Çünkü âyetle hem uyarıyor hem de müjde veriyordu. Kur’an-ı kerim’deki bu denge benim çok hoşuma gitti. Üç dini araştırdığım için kafam çok karışmıştı, bu sırada müslüman bir arkadaşım bana “müslüman olmayan cehenneme gidecek” dedi. Bu beni çok korkuttu. Bu sırada üniversitede okuyordum. Arkadaşımın yanından ayrıldım ve bir odaya gidip Rabb’ime yalvardım ve ağlayarak “Allah’ım bana doğru yolunu göster” diye duâ ettim. Bu arada arkadaşlarım beni çok endişeli gördüler ve çok koyu hıristiyanken İslâm’la şereflenmiş bir genç İngilizle tanıştırdılar. O benim endişelerimi biliyordu. Onun anlatışı beni etkiledi ve İslâmiyet’e iyice yaklaştım.
Bu esnada hıristiyanlığın içindeki problemleri ve çelişkileri öğrendim, İslâmiyet’i öğrendikçe daha fazla sevmeye başladım, benim problemimim aslında İslâmiyet hakkında bilgisizlik olduğunu anladım. Daha İslâmiyet’i kabul etmeden, şu anda kendisine bağlı olduğum Şeyh Ömer Efendi’nin tasavvuf kitaplarını okudum, sonunda İslâmiyet hakkında yeterli bilgiye sahip oldum ve Allah’ın tek dini olan İslâmiyet’i kabul ettim.
•
Abdülcelil (ABD):
Selamunaleyküm.
Müslüman olmadan önceki ismim Jordan Richter. 1997 senesinde kelime-i şehadet getirerek müslüman oldum. Bunun öncesinde yahudiydim. Florida’nın Miami şehrinde dünyaya geldim ve henüz 10 yaşındayken Kaliforniya eyaletine taşındım. Müslüman olmadan önce profesyonel olarak skateboard sporu ile uğraşıyordum ve dünyanın dört bir yanına seyahat etme imkânım olmuştu. Birçok Amerika’lı gibi benim hayatım da partiler ve uyuşturucu ile geçiyordu. 22 yaşına geldiğimde arkadaşlarımın yaptıklarından farklı olarak değişik bir arayışa yönelmiştim. Çeşitli dinleri inceledim. Hiçbirşey bana bir anlam ifade etmedi. Daha sonra Malcolm X filmini gördüm ve bu filim benim dikkatimin İslâmiyet’e yönelmesine sebep oldu. Böyece İslâmiyet’i öğrenmeye başladım ve Allah’a beni doğru yola hidayet etmesi için duâ ettim. Birgün evimin yakınlarında zenci Amerika’lı birkaç müslümanla tanıştım. Bana İslâmiyet hakkında tebliğ verdiler ve beni camiye dâvet ettiler. İslâmiyet’in verdiği mesajın açıkca doğru olduğu inancı yanında müslümanların gördüğüm birlik ve dayanışması beni gerçekten etkiledi ve şu anda müslüman olarak söyleyebilirim ki hayatımda başıma gelen en güzel hadise budur. Allah hepimizi doğru yol üzere muhafaza buyursun. Amin.
•
Yusuf İslâm (İngiltere):
1. Yeni bir din aramaya sizi sevk eden neydi?
Katolik bir Hıristiyan olarak yetiştirildim. Küçüklüğümden beri Teslis inancı aklıma ters düşüyordu. Devamlı doğruyu bulma çabası içerisindeydim, çeşitli yerlere yaptığım seyahatlerimde devamlı arayış içerisindeydim.
2. Neden İslâm’ı seçtiniz?
Tek bir tanrının benim yaratıcım oluşu, onun ve benim arama aracı sokmadan dua edebilme imkânım, verdiği mesajdaki açıklık ve netlik İslâm’ın gerçek din olduğunu anlamamı sağladı.
3. Yeni bir din aramaya sizi sevkeden neydi?
İslâm bana kim olduğumu, neden yaşayıp neden öleceğimi anlattı. Bana gerçek ihtiyaçlarımı öğretti. Beni gerekli olduğunu sandığım lüzumsuz madde mantığından uzaklaştırdı. Ve anladım ki gerçekten onlara ihtiyacım yokmuş. Ve bana gerçek rolüme konsantre olmamı sağladı.
4. Yakın aileniz ve çevreniz Müslüman oluşunuzu nasıl karşıladılar?
Kardeşlerimin anlaması zor oldu, benim bir dönemden geçtiğimi sandılar, daha sonra Hazret-i Allah tarafından annem ve babam da İslâm’ı kabul ettiler.
5. İslâm’ın kendi içindeki bölücülerin ve bunların ürettiği problemlerin farkında mısınız?
Her şeyde olduğu gibi insanlar doğru yoldan sapınca bölücülük ve çatışmalar ortaya çıkar. Bu bizim iman gücümüzün imtihanıdır. Biz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in doğru yol olduğunu biliyoruz. Bu yoldan sapanlar kör olur. Birbirimize yardım etmek hepimizin vazifesidir, fakat bir insanın kalbinin açılması Hazret-i Allah’ın elindedir.
6. Müslüman olduktan sonra aradığınızı buldunuz mu ve arayışınızın sona erdiğini düşünüyor musunuz?
Aradığımı bulduğumdan kesin olarak eminim, ama arayışımın bittiğine inanmıyorum. Şimdi arayış kendi içimde, kendimi eğitmeye ve Hazret-i Allah’a ve onun sevgilisi Resulullah Aleyhisselâm’a yaklaşmaya çabalıyorum.
•
Enrique Hernandez Paez (ABD):
54 yaşında. Daha önce koyu bir katolik ve ailesi kilise yönetiminde görevli. 20 yıl önce İslâmiyet’i merak etmiş ve Meksika’da mutasavvıf bir cemaate katılmış. Birçok kitap okumuş. Mexico City’de İslâmiyet’i öğrenmiş ve Kur’an’ın meâlini okumuş, zikirlere katılmış. Daha sonra Amerika’nın San Diego şehrine gelerek buradaki müslümanlara katılmış. Eski katolik olmasına rağmen kendisine destek olmuş ve müslüman hanımlarla derslere katılmaya başlamış. Enrique kardeşimizin Melik ismindeki oğlu 9 yaşında ve medrese eğitimine devam ediyor.
•
Akif isminde mühendis bir kardeşimiz Medine-i münevvere’de İngiliz mühendislerle beraber çalışıyordu. Onlara İngilizce kitabımızı vermiş, onlar da bu kitabı okumuşlar. “İslâm bu mudur, yoksa onların yaşayışı mıdır?” diyorlar. “İslâm bu kitaplarda gördüğünüz gibidir.” karşılığını alınca, bir mühendis hemen o anda iman ediyor, diğerleri de büyük tesir altında kalıyor ve hemen tedkike başlıyorlar.
•
Londra’da mukim bulunan Ufuk Hanım anlatıyor:
Bir kaç yıl önce yarım günlük işimden trenle evime dönerken koridorun karşı tarafında oturan genç bir adam "Bir şey sorabilir miyim?" diye eğildi. "Siz Muhammed'in dininden misiniz?"
11 Eylül olayının gündemde olduğu o günlerde doğal olarak bu adamın müslümanlar için olumsuz şeyler söyleyeceğini düşündüm, içim sıkılarak ona bakıp bekledim.
Benim yerimde kim olsa görünümünden onun İslâm’ı seçip üstelik tasavvufa gönül bağladığını anlayamazdı. Bu adam yolculuğumuzun geri kalan zamanında; İslâm'ı tanıyınca mesleği olan avukatlığı bıraktığını, daha basit bir iş seçtiğini anlattı. Sonra kendinden geçercesine Allah-u Teâlâ’nın 99 İsm-i şerif'inin güzelliklerinden, Türkiye'ye, Hindistan'a, ve daha birkaç İslâm ülkesine yaptığı seyahatleri ve oralardan aldığı feyizleri anlattı durdu.
Tren benim durağıma yaklaşırken kalkıp ona "Bu benim durağım, iniyorum, selamünaleykum" dediğimde heyecanla ve can-ı gönülden "Allah'a emanet ol" dedi. Bu kardeş, materyalist değerlerin alabildiğine hükmettiği bir sistemin inancını terkedip İslâm'a sığınan binlerce gençten birisi idi.
•
Londra, 7 Ocak 2002, 11 Eylül olayının yankıları artarak devam ediyor. Ünlü gazeteci Giles Whittell The Times gazetesinde bir makale yazdı. İslâm’ın çevresindeki bütün olumsuz intibalara ve medyanın dayanılmaz gücüne rağmen İngiltere’de müslüman olanların sayısının hızla artmasını değerlendirirken; bu kesimi “Affluent Young White Britons” “Refah içinde yaşayan Genç Beyaz İngilizler” olarak tanımladı.
Whittell’in ısrarla üzerinde durduğu nokta, İslâm’ı tercih eden bu gençlerin hepsinin de çok iyi tahsil görmüş, üst seviyeli ailelerin çocukları olduğu idi.
Whittell halk arasında şok tesiri yapan bir liste hazırlamış listenin başında Lord Birt’in oğlu Jonathan Birt var. Jonathan Birt maddi değerleri açısından oldukça yüksek standartlı bir geleceği terkederek ve kendisine "British Islam" (İngiliz İslâm’ı) adında bir doktora konusu seçti.
Listedeki ikinci sırayı alan "Labour Party" İsçi Partisi eski Bakanlarından milletvekili Frank Dobson’un oğlu Joseph Dobson. Orijinal ismini muhafaza ettiği hâlde kendisine Ahmed denilmesini tercih eden Dobson, Hakikat Dergisi için hazırladığımız sorulara samimiyetle ve uzun uzun cevap verdi, dergimize oldukça ilgi gösterdi ve bize her zaman yardımcı olmaya hazır olduğunu biz sormadan teklif etti.
Kendisinin uzun açıklamalarına rağmen, Türkiye’ye daha önce gezmek için gelen, Türkiye, Türk insanı ve İslâm üzerine ilginç fikirleri olan Dobson’la söyleşimizi kısaca anlatacağız.
Sizi yeni bir inanç aramaya sevkeden ne idi?
"Ben aramadım iman beni buldu" diye cevap verdi. 16 yaşındayken Fobson’un bir arkadaşı kendisine İngilizce bir Kur-an’ı kerim meali verir, okuyup İslâm hakkında kendi kararını vermesini teklif eder.
"Batı kültürünün ve Hıristiyanlığın aksine İslâm’ın kadına verdiği değeri şaşkınlıkla idrak ettim ve bu beni çok etkileyen konulardan biri oldu."
"Beş yıl boyunca İslâm içinde dolaşan araştırmam devam ederken İncil’i yeni şuurumla tekrar okudum ve anladım ki İncil Hazret-i Allah’ın ilhamını almış olduğu hâlde insanlar tarafından karmakarışık edilmiş bir kitaptı."
Dobson uzun araştırmalardan sonra 21 yaşında iken şehadetini getirdi.
Ahmet Dobson “Kur-an’ı anlamak Batı’da yetişenler için çok daha kolay ve mantıklı, Batı insanı Kur’an’ı tarafsız olarak okuduğunda onu diğer kitaplardan daha kolay anlaşılır buluyorlar. Demek istiyorum ki mantığa uygun, onda birbiri ile çatışan saçmalıkları bulamazsınız. Hıristiyanlar ‘Dinin mantıkla ilgisi yoktur, O sadece inançtır.’ derler, fakat bu batının materyalist düzeninde yetişen bir insana ‘Noel Baba’ya inanmak zorundasınız’ demek kadar anlamsız benim için. Kaldı ki İslâm ve Kur’an gerçekten hem mantığa hem kalbe hitap eden bir ilim ve irfan hazinesidir. Bu benim neden 15000 İngiliz’in İslâm’ı seçtiği konusundaki kesin inancımdır.”
Dobsonla uzayan sohbetimizden kısaca özet bir cümlesini enteresan bulduğumuz için yazalım:
“Ben bütün Osmanlı Sultanlarının sufi olduklarını hayretle öğrendim. Ve son derece acı bulduğum durum, tamamen İslâm’ın mahsülü olan bir zamanların muhteşem imparatorluğunun yuvası olan Türkiye bugün kendi dinini küçümsüyor.”
•
Aynı kesimden olan ve babasının “Anglo Establishment”in en önemli adamı olması nedeniyle ismini açıklayamayacağımız Yahya …. da diyor ki “Hiçbir kutsal kitap yaratıcının birliğini Kur’an-ı Kerim kadar güzel ifade edemez. Yahya Londra’nın en hatırı sayılır ailelerinden birinin yetiştirdiği bir çocuk olarak büyümüş ve babasının sosyal pozisyonu gereği ailecek hiçbir dini yaşamamaları gerekiyorken (büyük bir ihtimalle babası masondur.) Yahya “Teology” (Dinler Bilgisi) ve “Comperative Religion” (Dinler Mukayesesi) üzerine master ve doktora yaptı ve 28 yaşında İslâm’ı seçti.
Yahya diyor ki, “İslam is pure monotheism" (Sadece İslâm tek tanrıya ikna eder). “O; saf bir manevi sistem kurmuştur. Diğer dinlerin aksine, sadece İslâm kültürünün içinde birbirini destekleyip doğrulayan ve günümüze kadar sağlam kalmış olarak gelen bir ilim ağı vardır ki bu alimden alime dökülerek gelir. Ve İslâm içinde tasavvuf denilen öyle bir cevher de var ki, işte o benim gibi İngilizleri cezbediyor.”
•
Aynı kesimden Cambridge Üniversitesi mezunu Lucy Bushill Matthews de neden İslâm’ı seçtiğini şöyle anlatıyor: “Dinsiz olarak yaşarken, bütün dinleri çok iyi öğrenip, neden dinsiz olmayı tercih ettiğimi kolay savunabilmek için hepsini araştırırken Kuran’ın ağına yakalandım ve O’na karşı koyamadım.”
•
The Times yazarı Whitthell makalesini şöyle sonuca bağlamış, Bu yeni müslümanların ortak tezi: “Hıristiyanlık da İslâm gibi hasret olduğumuz maneviyata kılavuzluk yapıyor olsa bile entellektüel nedenlerden dolayı Hıristiyanlığı terkedip İslâm’ı tercih ettik. Bunun basit mantığı da şu ki; daha tatmin edici ve kafa karıştırmayan bir alternatif varken neden teslis inancı ve ‘günahla doğma’ gibi mantık çelişkileri ile karmaşaya düşelim?”
Müslüman olmadan önce İrlandalı bir Roman Katolik olan Batool Al-Toma şimdi Leicester’deki “New Muslims Project” (Yeni Müslümanlar Projesi)ni idare ediyor. Al-Toma’nın bir sözü: “Bugün nüfusu 2 milyarın üzerinde olan ve artışı süratle devam eden İslâm’ın kendini sunmaya ihtiyacı yoktur; Bunu anlamak için tarihe bakınız.”
•
Avrupalıların kendi dinleri olan Hıristiyanlığa büyük bir ilgisizlikleri ve değer vermeyişleri var. Tabii ki bunun sebebi aradıkları huzuru bulamayışları ve hem de madde esiri oluşlarından kaynaklanıyor. Bundan sonraki gelecek nesil de Hıristiyanlıkla hiç mi hiç ilgilenmeyeceğe benziyor. Kendilerini bile tatmin etmeyen, kendilerinin bile değer vermediği bozulmuş bir dinin İslâm’la yoğrulmuş, şüheda diyarı olan vatanımıza yerleştirilmeye çalışılması bizleri derinden üzmüştür. Bizi bu konuda aydınlatan, dinimizin ve vatanımızın müdafiliğini yapan, gerçekleri net olarak ortaya koyan “HAKİKAT Aylık İslâm Dergisi”ne teşekkürlerimizi arzeder, Cenab-ı Allah’tan tevfik ve inayet dileriz.
Şu bir gerçektir ki yeni nesil genellikle dinsizliği tercih ediyor. İslâm’ı da ekseriyetle medyadan tanıdıkları için İslâm’a karşı ürkek bir tavırları var; ve fakat İslâm gerçek yönüyle takdim edildiği zaman ilginç, enteresan, İslâm’ı biz böyle bilmiyorduk gibi sözlerle karşılaşıyoruz. Bu yüzden elimizdeki Nur’u Almanca Kur’an-ı Kerim olsun, Almanca İlmihal olsun, hastahanelere, hapishanelere, kütüphanelere, üniversitelere, yani gerekli olan umumun istifade edeceği yerlere her halükarda bu kitaplar bedava verildi, verilmeye de çalışılıyor. Şu ana kadar aldığımız cevaplarda hep memnuniyetlerini dile getirdiler, teşekkürlerini izhar ettiler. Oluşan münasebetlerde ve karşılıklı müzakerelerden sonra varılan intibalara göre İslâm’a karşı ne kadar duyarlı oldukları ortaya çıkıyor.
Bundan böyle Allah-u Teala’nın izn-i keremi ile din yalnız Allah’ın oluncaya kadar İslâm’ın gerçek yüzünü yaşamaya yaşatmaya çalışacak, bu uğurda ilmi olarak yayımlanan ve çıkacak kitaplarımızı en ücra köşelere ulaştırmaya çalışacağız. Bu insanlığı boğan sahte sehâvetten gerçek Nur’a ulaşmaları için.
•
Salih (Almanya):
Bismillahirrahmanirrahim
Arkadaşım bana İslâm yolunu anlattı ve "İslâm Allah-u Teala’nın Hükümleri" adlı bir kitap hediye etti. Bana anlatılanlar ve hediye edilen kitap gayet mantıkî ve makbul görünüyordu ve bu nedenle arkadaşımın beni mescide davetine hemen icabet ettim. Orada bana biraz İslâm'dan bahsettiler ve Kur’an-ı Kerim’in Almanca Meali'ni hediye ettiler. Mescidi ziyaretimden çok haz duydum ve ondan sonra her zaman oraya gitmek için çaba sarfediyordum.
Artık imanım gittikçe kuvvetleniyordu. Arkadaşım bana İslâm'dan bahsetmeden önce de birazcık tanrıya inanıyordum, tabii ki bu inancım hıristiyanların inandığı gibiydi. O zaman bir tek ilahin olduğunu ve bu bir tek ilahin da Allah-u Teâlâ olduğunu bilmiyordum. Okul testlerinden önce iyi not alabilmek için ve her şey yolunda olsun diye dua ediyordum. Bazen de kendi kendime "Ölümden sonra ne olacak" diye düşüncelere dalıyordum ve dini inançların sebepsiz olmadığını düşünüyordum, yani bunun bir manası olmalıydı. Arkadaşlarımla gezerken ve bu hususta sohbet ederken "Belki de bu nedenle Allah bana dikkat çekti ve o biricik doğru yolu gösterdi." diye düşünüyordum.
Bu gün elimden geldiği kadar, gücümün yettiği kadar bu yolda yürümeye çalışıyorum. Kitap okuyorum ve hatta İhlas-i Şerif ve Fatiha-i Şerif gibi sureleri de ezberledim. Kardeşler bana bu hususta hep yardımcı oldular. Ailem bu yol hakkında hiçbir şey bilmiyor, ben her şeyi gizli yapıyorum. Annem bir defasında o kitabı odamda buldu ve bana bunu niçin okuduğumu sordu. Ben de okulda İslâm hakkında bir mevzu işliyorum ve bu kitabı da okuldan aldık dedim.
Yeme içme ve davranış hususunda problemlerim var. Hıristiyanlıkta bir şey bulmadım fakat İslâm’ın doğru yol olduğunu anladım. Buna İslâm kardeşliği ve İslâm’ın getirdiği delillerle vakıf oldum. İlerde İslâm’ı daha çok öğrenmeye niyetliyim, namazımı tam olarak kılabilmeyi ve bu yola daha da adapte olmayı diliyorum. Henüz bir müslüman ülkesinde bulunmadım fakat en iyi intibalarım kardeşlerin anlattığı kadarıyla Türkiye hakkındadır. Bu yaz o Allah dostunu ziyaret etmeye niyetlendim, fakat ailemden dolayı buna daha nail olamadım.
•
Can (Almanya):
Bismillahirrahmanirrahim
Yaklaşık üç sene önce Nasra ile tanıştım. Nasra 8 sene önce ailesi ile birlikte Almanya'ya gelmiş müslüman bir Arap kızıdır. Onunla telefonlaşıyorduk ve İslâm hakkında sohbet ediyorduk. O zamanlar İslâm hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Benim kanaatim sadece medyada anlatılanlar doğrultusunda idi, ne Allah’a inanıyordum ne de başka bir dine. Maalesef Nasra da bana fazla bir şey öğretemiyordu, sadece "Eğer benimle evlenmek istiyorsan sünnet olmak, namaz kılmak gibi yapılması gereken şeyleri yapman lazım" diyordu. Ben de niçin müslüman olmam gerektiğini soruyordum, şayet müslüman olursam bu da seninle evlenmek istediğim için değil diyordum, beni mutmain edemedi.
Yan işim vasıtasıyla Murat kardeşle tanıştım. O bana İslâm’ı ve neden doğru yolun bir olduğunu anlattı. Fakat bunların hepsini anlamak bana oldukça zor geliyordu. Görmediğim bir şeye nasıl inanmalıydım? Bir zamanlar herhangi bir kimsenin söylemiş veya bir kitapta yazmış olduğu şeye nasıl inanmalıydım?
Murat kardeş bir gün beni mescide davet etti, orada diğer kardeşlerle tanıştım. Bir yabancıya karşı gösterilen yakınlık ve sıcaklık karşısında çok etkilendim. Böylece İslâm’ı derece derece öğreniyordum ve İslâm’ın manasını anlıyordum, aynı zamanda bir müslümanın bedenen ve ruhen ne derece temiz ve pak olduğunu ve gerçek inancın her şeye nasıl tesir ettiğini anlıyordum. Bu nedenle müslüman olduğumu düşünüyorum. Daha iyi bir insan olmak için de Kur’an-ı Kerim’e göre yaşamayı arzu ediyorum. Zira orada bizim için iyi olan şeyleri gördüm, bunlar beni mutmain etti.
Hazret-i Allah’a olan inancım zaman zaman farklı oluyor. Türkiye'de iken, kardeşlerle beraber düzenli bir şekilde namazımı kılarken imanım çok kuvvetli idi ve geri dönmek istemiyordum.
Mescidde iken, kardeşlerle beraber namaz kılarken imanı çok güçlü bambaşka bir insan oluyorum. Fakat dışarda beni yolumdan alıkoyacak şeylerle karşılaşıyorum.
Burada birçok insan benim neden müslüman olduğumu anlamıyor.
Çoğu zaman bir İslâm ülkesine gitmeyi ve orada yaşamayı arzu ediyorum, yalnız bunun üstesinden gelmenin kolay olmayacağını da düşünüyorum.
Çok defa şöyle düşünüyorum: "Nasra’ya olan sevgimden dolayı mı müslüman oldum, sadece onu ikna etmek için mi birçok şeyi yaptım mesela sünnet olmak gibi? Onsuz ne yaparım? İmanım yine de böyle kuvvetli olur mu?"
Çok düşünüyorum, fakat çoğu zaman her şeyi doğru yapmak ve gerektiği gibi uymak zor geliyor, bir müslümanın doğuştan itibaren yetiştirildiği gibi 27 yaşında yaşam tarzını değiştirmek hiç de kolay değil.
Üç senedir içki içmiyorum, sigara içmiyorum, temiz olmayan şeyleri, yani domuz eti ve domuzdan elde edilen katkıları ihtiva edebilecek gıda maddelerinden yemiyorum. Bunlardan vazgeçmek bana zor gelmedi.
Almanya'da müslümanca yaşamak gittikçe zorlaşıyor olsa da gücümün yettiği kadar bu yolda kalabilmeyi diliyorum.
•
Almanya’dan Mustafa Macit İsimli Arkadaşımız Anlatıyor:
“Freiburg Üniversitesi, kütüphane sorumlusu Prof. Dr. Raffelt’e Almanca Kur’an-ı kerim Meali ve İlmihal takdim edildi. Uzun bir incelemeden sonra kütüphanenin oryental bölümüne koyacaklarını ve bu külliyattan daha Almancaya çevirilen kitapları beklediklerini bildirdiler.
15.04.2004 tarihinde Freiburg Hapishanesine Hakikat Yayıncılık’a âit olan 40 adet “Kalplerin Anahtarı Külliyatı" ile birlikte kitapçıklar hediye edildi. Hiçbir İslâmi kitaba sahip olmayan cezaevi yetkilisi kitaplar için çok teşekkür ettiler. Bir sinek dahi giremeyen o cezaevine kapılar açılıp bu nurlu kitaplar içeri girdiğini gördüğüm zaman aklıma o ifşaat gelmişti. Abdulkadir Geylani Hazretleri şöyle beyan etmişti: “Bütün kapalı kapıların kanatları uçuşur, bütün yönler açılır.” O büyük iki kapı açıldı ve nur içeri girdi. Allah’ımıza hamd-ü senâlar olsun.
Görevli bayan Moyer’e kitaplar teslim edildi.
Tahminen 55 yaşlarında bir Almanın beyanı.
“Ben diplomatım. Çok İslâm ülkelerinde gezdim ve görev yaptım, hâlâ da yapıyorum. İslâm’ı ve müslümanları küçük gören Almanlar ve Avrupa Birliği bilsin ki, İslâm temizlik dinidir. Çünkü Muhammed’den (s.a.v) beri müslümanlar taharet ediyor, temizleniyorlar. Ama bu hıristiyan alemi hâlâ tuvalet kağıdı kullanıyorlar. Bunlar beni üzüyor. Çünkü müslümanlar ve İslâm onların bildiği gibi değil.”
Almanya’nın Wuppertal şehrinin üniversitesinde görevli olan bir Profesöre Almanca Kur’an-ı Kerim Meali ve İlmihal teslim edildi. Çoktan beri İslâm’ı inceleyen bu Alman Profesör kitapları beğendiğini ve ayrıca kendi için de satın aldığını, okuyacağını söyledi ve kitapları üniversitenin görevlilerine teslim ettiğini bildirdi.
Gece saat bir sularında takside müşteri beklerken kapı açıldı. Tahminen 40 yaşlarında bir Alman bey arabaya bindi. Arabanın önünde her zaman duran Almanca Kur’an-ı kerim meali ve İlmihali gördü, bu kitapların nasıl kitap olduğunu sordu. Anlatınca hem ağlıyor hem kitapları yüzüne gözüne sürüyordu... “Yıllardır beklediğim kitap bunlar” dedi. Bana sarılıyor kitapları öpüyor öpüyordu. Sanki çölde kalan birinin suya kavuşması gibi seviniyor, ağlıyordu... Hemen kitapları aldı, bağrına basarak gözden kayboldu, arkasından baka kalmış, Allah’a nasıl şükürde aciz olduğumuzu gözlerimle görmüştüm.
Bir Alman bayan öğretmen İslâm’ı tanımadığı için yardım istedi. Ona Almanca İlmihal hediye edildi. Şimdi onu okuyarak öğrencilerine ders anlatıyor. (Waldkirch)”
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’i olan kitabı Kur’an-ı kerim’inde şöyle buyuruyor:
“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)
Fethullah Gülen ise kendi kitabında şöyle söylüyor:
“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel Barışa Doğru: 131. sh)
Oysa bir insan Allah-u Teâlâ’ya iman edip Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmedikçe hiçbir zaman iman sahibi olmaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
“Lâilâhe illallah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” demek Tevhid’in iki rüknünden biridir. Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan kişi müslüman sayılmaz.
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’ı dost edindi. Adını adı ile andı. Onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tuttu. Ona imanı, Tevhid’in iki rüknünden biri yaptı. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirdi. Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını belirtti.
Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez. Kâfir de Allah’a inandığını söylüyor. Ama Peygamber’imize inanmadığı için imanı makbul değildir. Allah’a inandığını söylüyor ama O’nun gönderdiği peygamberine "Ben senin peygamberini kabul etmiyorum!" diyor.
Oysa Allah-u Teâlâ ona iman ve itaat etmeyi katiyetle emrediyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Resul’üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”(Enbiyâ: 107)
“Allah’a ve Resul’üne itaat edin.” (Enfâl: 1)
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.” (Nisâ: 80)
“Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.” (Mücâdele: 20)
Bu Âyet-i kerime’ler mucibince Resulullah Aleyhisselâm’ı inkâr eden kâfir olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde şöyle buyurmaktadır:
“Muhammed Allah’ın Peygamber’idir. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” (Fetih: 29)
Allah-u Teâlâ’nın ferman-ı ilâhîsi budur.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise; müslüman sıfatından başka bir sıfatı asla kabul etmeyeceğini ferman buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)
Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Cennete sadece müslüman olan girer.” (Buhârî)
Ve bu hoşgörü toplantılarında hiçbir zaman hiçbir papaz ve hiçbir haham Resulullah Aleyhisselâm’a inandığını söylemiş, İslâm dinini de kabul etmiş değildir. İsa Aleyhisselâm’dan sonrasını kabul etmediklerini her fırsatta dile getirmektedirler.
Bunların hoşgörüsünden murad; “Bizim küfrümüzü hoş görün” mânâsına gelir.
Bunların küfrünü hoş görüp, Resulullah Aleyhisselâm’a imana lüzum görmeyenler; “Bu tavır benim şahsi yapımla ilgili değildir, ben inancımın gereğini yerine getiriyorum.” diyor.
İslâm inancı ise Hazret-i Allah’ın beyanı olan Kelamullah’ında açık ve kesindir:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
Bir kimse küfrünü ilân ettikten sonra o kimseye; “Bizim kardeşimizdir.” derse, küfür kardeşliğine iştirak etmiş olur.
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Ve Hazret-i Allah; Kelâm-ı kadim’i, Beyân-ı hâkim’inin Tevbe: 23, Nisâ: 144, Âl-i imrân: 28, Nisâ: 139, Mümtehine: 1, Mâide: 80-81-82, Mücâdele: 14-15, Bakara: 120, Mümtehine: 13, Bakara: 217, Bakara: 105, Âl-i imran: 100-101-102, Âl-i imrân: 118-119-120, Tevbe: 28, Tevbe: 95, Enfâl: 73, Âl-i imrân: 179, En’âm: 125, Yunus: 100, En’âm: 121 ve buna mümasil birçok Âyet-i kerime’lerinde küfrü ve kâfirleri hoş görmeyi kesinlikle yasaklamış, onlarla kurulacak dostluğun vehametini, zararını beyan etmiş, âkıbetlerinin büyük bir azap olduğunu haber vermiştir.
İslâm’ın kitabındaki Âyet-i kerime’ler bunlardır. Onların kitabında bu Âyet-i kerime’ler yok mu?
Bunların müdafiliğini yapan buna göre yapsın.
Mahmutçulara gelince;
Onlar kendilerini İslâm’ın ön safında zannederler, İslâm dininin öncüleri olarak görürler.
Ve fakat küfrünü resmen ilân eden birine “Biz sizi seviyoruz” diyerek “Bu benim kardeşimdir!” demek isterler, onları kardeş kabul ederler. Böylece küfre kaydıklarını da bilmezler.
Bunun delilini mi istiyorsunuz?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Biz derdik ki; “Bu kadar İslâm cemaati var, bunların hepsi de mi küfrü hoş gördüler? Çünkü hiçbir sesleri çıkmıyor. Küffar iman binamızı tutuşturmuş, vatanımızı istilâ ediyor, memleketimizde güna gün yayılıyor, fakat İslâm’ım diyenlerden hiçbir ses çıkmıyor.” diye hayret ederdik.
Güya tenkit ediyorlar ancak hemen arkasından “Biz sizi seviyoruz.” diyorlar.
Bu yazıdan görülüyor ki, onlara kardeş oluyorlar. Bir taraftan küfrünü örtüyorlar, diğer taraftan destek veriyorlar. Hem de kendilerini müslüman zannediyorlar. Meğer bunlar da onlardanmış, küfrü hoş görenlerdenmiş.
Allah-u Teâlâ’nın:
“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256
Ferman-ı ilâhi’sine rağmen küfrü hoş gördüğünü ilan eden,
“O peygambere uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’raf: 158)
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine isyan ederse, ona içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin: 23)
Emr-i ilâhi’sine rağmen Resulullah Aleyhisselâm’ı inkâr etmeyi hoş gösteren,
“Peygamber’e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.” (Nûr: 56)
Hükm-ü ilâhi’sine rağmen “Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” diyen bu hoşgörücülere “Biz sizi seviyoruz.” diyerek kardeş kabul ediyorlar. Böylece “Kişi sevdiğiyle haşrolunur.” (K. Hafâ) Hadis-i şerif’inin hükmüne giriyorlar.
Bu kadar aleni küfre karşı hiç kılları kıpırdamıyor. Onlara karşı mücadele etmek şöyle dursun, onları kardeş kabul ediyorlar. Onun için meğer bunlar da onlardanmış.
İşte siz de görün. İkisini de size sunuyorum.
Ey halk! Kararınızı siz verin. Bunların içyüzünü görün ve kararınızı verin. Bunların kim olduğunu bilin.
Bunlar şuursuz takımındandır.
Seneler evvel altmış yaşlarında bir zât-ı muhterem geldi. “Benim niçin geldiğimi biliyor musunuz?” dedi. “Hayır!” dedim.
“Ben İstanbul’da H. Mahmud Efendi’ye mensubum. Bizim her yerde Kur’an kurslarımız var. Büyük toplu cematimiz var ve fakat boş boş, içi boş! Bir ihvanınızın edebine bakıyorum, bir de bizim topluluğun hâline bakıyorum ruh yok. Kalıp var, ruh yok. Himmet edin diye size geldim.” dedi.
Bunun sebeb-i hikmetini izah edelim:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere tâbi olun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Bunlar bu emr-i ilâhiyi dinlemiyorlar. Bu emr-i ilâhiyi dinlememek demek inkâr etmek demektir. Her fırsatta para topluyorlar, haram işliyorlar. Zira Âyet-i kerime mucibince para toplamak haramdır. Haram yemek içeriyi tahrip eder, kötülüğe tahrik eder. Helâl yemek ise ibadet ve taatla nur olur, o nurdan hikmet husule gelir.
Bunların bu hale gelişlerinin başlıca sebebi budur.
Küffar iman evini tutuşturmuş, imanı kökten yok etmek istiyor. Bunlar ise İslâm gibi görünüp, küffara hizmet edenlere “Bu benim kardeşimdir!” diyorlar.
Şimdi anladık ki meğer o da onlardanmış.
Buna da âmil haram lokmadır.
Kıyafetine baksan tıpkı müslüman gibi görünüyor. Fakat içleri boş, kovuk gibi. Ruhları ölmüş.
Onlar kendilerini İslâm’ın ön safında zannediyorlar. İlahi hükmün yanında zannın hükmü yoktur.
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarının tamamını bilmektedir.” (Yunus: 36)
Eğer bizi öğrenmek istiyorsanız;
Biz “Ülâike hizbullah” Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulan Hazret-i Allah’ın ve Resul’ünün partisindeniz. Halk partisi ile işimiz yok.
Hani bir tabir var. Halka verir talkını, kendi yutar salkımı. Bunlar o kabildendir. Gerçek müslüman bunu yapar mı?
Bir insanın müslüman olabilmesi şehadet kelimesinden başlar.
Bunlar kimi aldatmaya çalışıyor!
Biz Allah-u Teâlâ’nın hükmünü beyan ediyoruz. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar zâlimlerdir.” buyuruyor. (Mâide: 45)
En büyük “Küfrü hoşgörücü”nün muhtereminiz olduğunu yeni öğrendik. Kardeşiniz olduğunu yeni bildik. Onun safına dahil olduğunuzu, Allah-u Teâlâ’nın en büyük düşmanının sizin en büyük dostunuz olduğunu da gördük.
Dinden çıkanlara siz hiç hayret etmeyin!
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
Bu kuru gürültüye bakmayın!
İkinci Hadis-i şerif’te ise:
“Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak. Bir fırka müstesnâ diğerleri hep ateştedir.
- Onlar kimlerdir yâ Resulellah?
Benim ve ashâbımın yolunda olanlardır.” buyuruluyor. (Ebu Dâvud)
Şu şu şu zümreler böyle kaydı.
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar. Fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır). Nitekim onlar, okun avı delip geçtiği gibi DİNDEN ÇIKACAKLAR, BİR DAHA DA ONA DÖNEMEYECEKLERDİR.
İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Nitekim Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz insanların asırlardır hiç değişmeyen ve bugüne kadar devam edegelen hâl ve siretlerini üç sınıf halinde beyan etmiştir.
Buyururlar ki:
“Kalpler, kap durumundadır. Onların en hayırlısı, en anlayışlı olanlarıdır. İnsanlar üçe ayrılır:
Allah’ı bilen âlimler,
Kurtuluş yolunda ilim öğrenenler,
Basit, âdî kimseler ki; bunlar her çağıranın peşine takılır, her esen rüzgâra kapılırlar, ilmin nûru ile aydınlanmazlar ve sağlam bir dala da yapışmazlar...
Âlimler zaman devam ettiği müddetçe diri olarak yaşarlar... Ancak ilim, (âhir zamanda) onu taşıyanların ölmesiyle sönüp gidecektir. Bununla birlikte yeryüzü, ilâhî hükümleri ayakta tutan kimseden de hâlî kalmaz. Bu kimseler, ya halkın arasında bilinip tanınır, veyâ Allah-u Teâlâ’nın ilâhî delil ve hüccetlerini korumak için gizli kalırlar. Onların nerede bulunduğunu Allah bilir. Çünkü onların sayıları az, kıymetleri ise çok yüksektir. Zâtları gizli, fakat hâl ve hâtırâları gönüllerdedir. Allah-u Teâlâ hüküm ve hüccetlerini onlarla korur. Tâ ki onları, onlardan sonra gelenlere emânet etsin ve kendileri gibi olanların kalplerine nakşetsin. Bu şekilde ilim, onların içlerine tam mânâsıyla sirâyet eder.
Neticede yakîne kadar ulaşırlar. Öyle bir hâle gelirler ki, mülâyim kimselerin sert gördükleri dahi onlar için yumuşak olur. Gâfillerin ürktüğü şeylerle onlar ünsiyet ederler. Bedenleriyle dünyâda bulunurken, ruhlarıyla âlî makamlarda seyrederler. İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın kulları içinden seçtiği dostları, yeryüzünde dinine dâvet ve irşad için vazifelendirdiği kullarıdır.” (Ebû Tâlib el-Mekkî, “Kûtu’l-Kulûb”, c.1, s.134’den naklen.)
Arapça, Boşnakça, Almanca, İngilizce, Fransızca. 5 ayrı dil üzerinde kitaplarımız var.
Bu kitaplar vasıtasıyla insanlar irşad ve ikaz ediliyor ve birçokları küfürden nura, yani İslâm'a dönüyorlar.
Boşnakça İlmihali Bosna'da, Sancak'ta, Arnavutluk'ta, Mekodonya'da yaygın.
Ve derler ki:
“Eğer bu kitap bize yetişmeseydi, Vehhâbiler bizi istilâ ediyordu.
Bu kitap bizi Vehhâbilikten kurtardığı gibi, İslâm'ın gerçek hükümlerini öğrenmiş olduk.”
Ve ayrı ayrı teşekkürnameleri var.
Onların elinde böyle bir kitap olmadığını, bunu kaynak tuttuklarını, bununla amel ettiklerini arzettiler.
(Sancak’tan gelen resmi tebriknamenin Türkçesi:)
Esselamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berakatühü
Çok Değerli ve Saygı Gösterdiğimiz
Şeyh Hacı Ömer Efendi
Sancak Diyanet İşleri Başkanlığı (Sancak Meşihatı) adına ve İslâm Akademisinin Dekanı Müftü Hacı Muammer Efendi Zukorliça ve Gazi İsa Bey Medrese’sinin müdürü (Yeni Pazar) Hacı Mevlüd Efendi Dudiça ve Pedogoji ve medresedeki (lise) hocalar ve diğer ulemâlar adına ve kendi adıma size oy birliği ile tebriknameyi sunuyoruz.
Ve can-u gönülden bu mübarek Ramazan-ı şerif günlerinin nurunu duâ ile büyük Allah c.c’na duâda bulunuyoruz. Bugünleri afiyetli, sağlıklı, rahatlıkla geçiriniz. Size ve sizin çalışanlarınıza.
Ve Allah’ın verdiği hediye olan bu gelecek günlerde (Ramazan) sizin yaptığınız hayırlı işlere hediye olsun. Amin.
Allah verdiği hediyeleri size de versin.
Mahsus Selâm.
Sizin değerinizi bilen
Hacı Bahriyaçoroviç
Boşnakça İlmihalimiz için gelen tebrik ve teşekkür mektuplarından bazıları
Vehhabiler hemen hemen bütün dünya müslümanlarını istilâya kalktılar. Kendi akıllarına göre.
Bu kitapta bunların müslüman olmadığını izah ve ispat ettik ve bunu bütün dünyaya duyurmaya çalıştık.
İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini isimli eserimizde geçen bazı bölümler:
Yerin Dibine Batırılmaya Müstehak Olan Cehennem Ehilleri, İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini, Her İsim Bir Dindir, İbn-i Teymiyye, Muhammed bin Abdülvehhâb, Abdülaziz bin Muhammed bin Suûd, Suûd bin Abdülaziz, II. Abdülaziz bin Suûd, Bugünkü Durum, Nûr-i Muhammedî -s.a.v-, Muhammed Aleyhisselâm ve Allah Katındaki Yüce Mertebesi, Muhammed Aleyhisselâm ve Peygamberler Arasındaki Yeri, İlâhi Hükümler, Ümmî Peygamber, Salâvât-ı Şerife, Ahlâk-ı Resulullah -s.a.v-, Sevgi ve Muhabbet, Saygı ve Hürmet, İtaat ve Teslimiyet, İnkâr ve Muhalefet, Şeytan Taraftarları, İki Hasım Zümre’nin İki Abdullah’ı, Bâtılın Yok Olup Gitmesi, Geçmiş Ümmetlerden İbret, Ümmet-i Muhammed, İslâm’a En Zararlı Üç Şey, Öğüt ve İkazlar, Tevbeye Dâvet, Suûdi Arabistan’da Haksız Yere Yapılan Katliam, Kalpleri İdrakten Çevrilenler.
Bu kitap İngiltere'de, ABD'de de yaygın.
Oralara takımlarla kitaplar alınıyor ve onlarda bunlar mevcut.
İngiltere'de günagün müslümanlık yayıldığı gibi, ABD'de de hâkeza....
Almanya'daki ve Almanca konuşan diğer gayr-i müslimler bu kitapla irşad ediliyor ve bu kitabı okuyup müslüman olan çok sayıda insan var.
Her yerde temsilcimiz var. Fransa'da, Almanya'da, ABD'de, İngiltere’de, Belçika, Hollanda, Avusturya her yerde...
Bu mümessiller vasıtasıyla bu kitaplar o devletlere yayılıyor.
İslâm hakikatleri, iman nuru gayr-i müslim ülkelerde neşrediliyor.
Saâdet ehli saâdetini görsün, felâket ehli de felâketini görsün ve gidecekleri yeri bilsin.
Cennet Allah-u Teâlâ’nın mümin kullarına, bir imtihan sahnesi olan dünyada samimiyetle inanıp salih ameller yapmaları, haram ve günahlardan sakınmaları karşılığında vâadettiği zevk ve sefâ yeridir, mükâfat yeridir.
Sırat köprüsünden selâmetle geçildikten sonra müminler gruplar halinde cennete doğru sevkedilirler. İlk olarak Allah-u Teâlâ’nın biricik Habib-i Ekrem’i Muhammed Aleyhisselâm cennete girer.
Müminler etrafları meleklerle dolu olduğu hâlde, en izzetli bir hâlde, dolunay veya parlak yıldızlar gibi ışıklar saçarak cennete doğru yürürler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Rabb’lerine karşı gelmekten sakınanlar bölük bölük cennete götürülürler.” (Zümer: 73)
Cennete yaklaştıkça oranın nefis kokusunu için için duyarlar, her nefes alıp vermede şevkleri ve ümitleri bir kat daha artar. Gözler görmedik, kulaklar işitmedik, beşer gönlünden geçmedik şeyler görürler. Oraya geldiklerinde cennet kapıları açılır. Kendilerine Rabb’leri tarafından cennet kapılarının açılması müminler için ne büyük bir ikram-ı ilâhîdir.
Her şey onların bekledikleri şekilde gerçekleşmiştir. Melekler müminleri selâm ve övgü ile, müjdelerle ve ayakta karşılayacaklardır.
Her bir grup kendilerine uygun düşen grupla beraber olacaktır. Böylece fevc fevc, bölük bölük cennete götürülürler.
Cennetin genişliği yerle göğün genişliği kadardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Rabb’inizin bağışına ve Allah’tan korkanlar için hazırlanmış, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” (Âl-i imrân: 133)
Cennet son derece büyüktür. Milyarlarca insanları ilelebed barındırıp, huzur ve sükûna, rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır.
Cennet, nimet yurdudur. Göz nereye baksa nimet görür. Her kim nereye baksa nimete bakar. Herkes kendilerine verilen nimetleri seyreder. Hiç kimse hiçbir şeye hasret kalmaz.
Hem bedenî, hem de rûhî bakımdan son derece güçlü ve kabiliyetli olacaklardır.
Müminler cennette bütün nimetlerin üstünde, mekândan münezzeh olarak Allah-u Teâlâ’yı zaman zaman görme saâdetine nâil olacaklardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb’lerine bakarlar.” (Kıyâme: 22-23)
Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u Teâlâ’yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar. O’na bakmaya devam ettikleri sürece hiçbir şeye iltifat etmezler. Cennet, bu nimetin yanında bütün şâşâsı ile sönük kalır.
Kadın, erkek herkes her cuma Allah-u Teâlâ’nın dâveti üzerine O’nun yüce ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi net olarak görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile sevinçle karşılar.
Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhîsini şân-ı ulûhiyetine layık bir şekilde göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Çok merhametli bir Rabb olan Allah’tan onlara söz olarak selâm gelir.” (Yâsin: 58)
Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ’nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.
Müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevazu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedi olarak kalacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip sâlih ameller işleyen ve Rabb’lerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet halkıdırlar. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” (Hûd: 23)
Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları nisbetinde cezalarını çektikten sonra imanları sebebiyle cennete gireceklerdir. En son müslüman da cehennemden çıktıktan sonra, cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere ebediyen kâfirlerin üzerine kapanır.
Cennet her yanı ve her nimeti ile kudret eliyle hazırlanmıştır. Tecellîlerin ardı-arkası olmadığına göre cennette her an yepyeni bir hayat, taptaze bir güzellik, bambaşka bir manzara mevcuttur.
Orada çalışmak, yorgunluk, bıkkınlık, usanmak, uyumak, yıpranmak, yaşlanmak, hastalanmak ve ölmek yoktur. Bir kere oraya girdikten sonra çıkmak da yoktur.
Allah-u Teâlâ kullarına olan lütuf ve ihsanlarının bir nişanesi olarak müminleri yine kendileri gibi mümin olan zürriyetleri ile cennette bir arada bulunduracaktır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İman edenleri ve kendilerini iman ile takip eden zürriyetlerini kavuştururuz.” (Tur: 21)
Bir baba ile evlât arasında dünyada olduğu gibi ahirette de şefkat ve merhamet bulunacaktır. İnsanın âilesi, çocukları ve yakınları ile bir araya gelip sohbet etmesi, halleşmesi nasıl ki bir bahtiyarlık ise cennette de bu böyledir.
Cennete girmeye lâyık görülen müminler, salih ameller işlemiş olan ata, ana ve ninelerini, eşlerini, çocuklarını ve yakınlarını da yanlarına alacaklar.
Henüz büluğ çağına ulaşmadan ölen çocuklar babalarının imanı sebebiyle onlarla birlikte bulundurulurlar.
Cennet sakinleri Allah-u Teâlâ’nın misafirleridir. Hane sahibi misafirin rahatını temin ettiği gibi, Allah-u Teâlâ da misafirini akla-hayale gelmeyen nimetleriyle taltif ederek rahatlarını temin edeceğini beyan buyurmuştur.
Orada ölümden, cennetten çıkarılmaktan, her türlü üzüntü, korku, yorgunluk, zahmet ve diğer musibetlerden emindirler.
Cennette hiçbir şeyin eksikliği hissedilmez. Hiç kimse nimetlerin kesintiye uğramasından veya gelmemesinden endişe etmez. Meyve çeşitlerinden neyi isteyecek olsalar, diledikleri şekil üzere hemen kendilerine hazır edilir.
Onların yiyip içmeleri bir ihtiyaçtan dolayı olmayacaktır. Onlar ölümsüz bir hayata mazhardırlar. Cennet nimetleri o kadar çoktur ki, herkese fazlasıyla bahşedilecektir. Herkes nâil olduğu nimetle bahtiyardır.
Cehennemliklerin ölmek isteyip de ölememelerine karşılık, onlar da ölümsüz olarak, arzularına kavuşmanın zevki ile ebediyen yaşayacaklar.
Cennet sakinlerinin yüzlerinde sevinç ve mutluluk parıldar, nurları yüzlerine vurur. İnsanın her arzu ettiği şey ancak cennette bulunur.
Artık ne ölecekler, ne de oradan çıkarılacaklar, en güzel yerde en güzel hayatı yaşayacaklar.
Müminler cennette diledikleri gibi yaşarlar aslâ ölmezler, sağlıklı olurlar aslâ hastalanmazlar, bolluk içinde yaşarlar aslâ sıkıntı çekmezler. Orada ne korkarlar ne de üzülürler. Orada çalışmak, yorgunluk, durgunluk, bıkkınlık ve usanmak yoktur.
Yorgunluk ve usanç gelmeyeceği için uykuya da ihtiyaç duymazlar.
Cennet sakinleri zaman zaman bir araya gelirler, birbirleriyle sohbet edip dünyadaki hâl ve ahvallerini anarlar. Aralarında herhangi bir ihtilaf ve düşmanlık yoktur. Darlık ve sıkıntı, elem ve keder nedir bilmezler.
Cennetlerde yüksek binalar, bahçelerle çevrili köşkler vardır. Bu köşklerin bazıları altın ve gümüşten, bazıları da inci ve yakuttandır. Müminler istedikleri odalarda istirahat ederler.
Cennette hem dünya kadınları hem de huriler bulunacaktır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar için orada tertemiz eşler vardır.” (Bakara: 25)
Bu nezih hanımların hayız nifas gibi halleri yoktur. Çocuk doğurmazlar. Sümkürme, tükürme, ağız kokusu gibi her türlü rahatsız edici şeylerden arınmışlardır. Kıskançlık, geçimsizlik gibi şeyler olmadığı gibi, erkekler de öyle tertemizdirler.
Bu temizliğin derecesini gerçek mânâda dünya ölçüleri ile kaleme dökmek elbette ki imkânsızdır.
Tatlı bakışlarını yalnız eşlerine dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, hatırlarından bile geçirmezler. Ayrıca bakanın bakışlarını da kendilerine çekerler. Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.
Aynı yaşta aynı gençliktedirler. Büyük küçük bütün cennet halkı otuzüç yaşında olacaktır. Kadınların ise onaltı yaşında olacakları rivayet edilmektedir.
Cennetlik kadınlarda kin, haset, kıskançlık gibi kötü huylardan hiçbiri yoktur. Ahlâk-ı hamidenin üstün sıfatları ile sıfatlanmışlar, aynı zamanda eşlerinin memnun olacağı güzellikteki simâlara sahip olacaklardır.
Dünyada iman edip sâlih amel işleyen ve cennete girmeyi hak eden eşler, cennette de yine beraber olurlar.
Cennette evlenmemiş bekâr hiç kimse kalmayacaktır. Her mümine ameldeki derecesine göre en az iki kadın verileceği gibi birçok da huriler verilecektir. Çoğu için sınır yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz onları ceylan gözlü hurilerle evlendirmişizdir.” buyuruyor. (Tûr: 20)
Hurilerin vasıfları anlatılmakla tükenmez.
Cennette ayrıca Vildan ve Gılman isminde erkek hizmetçiler vardır. Allah-u Teâlâ onları hurilerden ayrı olarak cennet halkına hizmet etmeleri için yaratmıştır. Gerek güzellikleri, gerekse elbiselerinin güzelliği ile sanki dizilmiş, saf ve düzgün inciler gibidirler.
Cennette köşklerin, tahtların, halıların, ipekli elbiselerin yanında cennet sakinleri ziynet olarak; altın, inci ve gümüşten bilezikler, yüzükler de takınırlar.
Kur’an-ı kerim’de cennetlerden sözedilirken altlarından ırmaklar aktığından haber verilmektedir.
Cennette müminlerin yalnız lezzet almak için içtikleri sular, ballar, sütler, şaraplar vardır.
Cennette ırmaklardan başka ayrıca pınarlar ve çeşmeler de fışkırır.
Orada gece ve gündüz yoktur, hep aydınlıktır. Sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar soğuktur. Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgar eser.
İnsana huzur veren gölgelerde, ağaçlar altından akan pınarlar başında ve arzu ettikleri meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.
Cennette meyveli-meyvesiz ağaçlar, asmalar, palmiyeler, her mevsim yetişen ve yeme yasağı bulunmayan en güzel meyveler bulunur.
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar. Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyvelerle merzuk olmaları, sırf lezzet almak, zevkyâb olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.
Âyet-i kerime’de:
“Verdiğimiz bu rızıklar tükenecek değildir.” buyuruluyor. (Sâd: 54)
Cennet sakinleri yiyip içtikleri hâlde tabii ihtiyaçlarını gidermezler. Yedikleri şeyler hafif misk kokulu bir geğirme ve terleme ile dışarı atılır.
Cennet nimetleri duyduğumuz, okuduğumuz, hatta aklımızdan geçenlerin de fevkinde güzelliktedirler. Dünyadakilere hiç benzemezler, sadece isim benzerliği vardır. Beklenilmeyen anlarda peşi peşine takdim edilir, her defasında yeni bir şekil arzeder.
Her şey cennet sakinlerinin arzusuna ve gönlüne göre olur. Orada bir misafir gibi bulunmazlar. Ki, gönlünden geçeni istemekten utansın. Onların her türlü rahatları temin olunmuştur.
Cennette gece ve gündüz olmayıp müminler nur içinde bulunacaklarsa da, dünyadaki âdetleri üzere muayyen vakitlerde yemekleri hazır olacaktır.
Orada insanın iştahını açan kuş etleri de vardır.
Ateşten kendilerine elbise biçilmiş olan cehennemliklerin elbiselerine karşılık, cennetliklere de son derece kıymetli ve değerli elbiseler giydirilir.
Elbiseleri ipekten olduğu gibi yatakları ve perdeleri de ipektendir.
Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
Diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler. Taraf-ı ilâhiden kendilerine ikram ve ihsan olunan güzelliklere zevkle baktıkları gibi, oturdukları yerden kâfirlerin nasıl azap ve işkence gördüklerini de seyrederler. Çünkü o azaplardan kurtulduklarını görmek, sevinçlerini daha da artırır.
Bu nefis tahtların ve koltukların yanısıra ayrıca kişilerin üzerine oturup koltuğunda dayanacakları döşekler, yastıklar ve halılar da mevcuttur.
Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. Ruhen ve cismen nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.
Cennette her nefsin iştiha duyduğu nimetler ve gözlerin lezzet aldığı manzaralar mevcuttur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Canlarının çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey orada vardır.” (Zuhruf: 71)
Her nimet orada en güzeliyle mevcuttur. Hepsi de ayrı ayrı lezzetlerde, türlü türlü güzelliklerdedir.
Bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurmaktadır:
“Salih kullarım için cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin gönlünden bile geçirmediği nimetler hazırladım.” (Buhâri. Tecrîd-i sarîh: 1720)
Allah-u Teâlâ bunları herkesten gizlemiştir. Değil hepsini, bir tanesini bile bilen yoktur, yalnız kendisi bilir. Bu hazırlananların ötesinde istenecek bir şey yoktur.
Hiç kimse iyilikleri sebebiyle cennete giremez. Oraya Allah-u Teâlâ’nın lütfu ve ihsanı ile girilir. Şu kadar var ki derecelere salih amellere göre nâil olunur.
Cehennem; dünya hayatında ömrünü inkârlarla, isyanlarla, günahlar ve sapıklıklarla geçirenler için hazırlanmış korkunç bir azap yeridir.
İmanları ve iyi amelleri ile sevap kazanıp mükâfatı hak edenlere cennetin yolu açıldığı gibi, inkârları ve yaptıkları kötülüklerle günaha girip ceza görecek olanlara da cehennemin kapıları açılacaktır.
Sayıları tamamlanıp bir araya geldikleri zaman topluca cehenneme itileceklerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz.” buyuruyor. (Meryem: 86)
Ateşin önlerinde yanmakta olduğunu ve içine muhakkak düşeceklerini gördüklerinde, artık kaçıp kurtulacakları bir yer bulunmaz.
Cennet hizmetçileri cennetlikleri bekledikleri gibi, cehennem bekçileri de cehennemlikleri beklerler.
Cehennem kapıları daha önce kapalı olup, bunlar geldiklerinde ardına kadar önlerinde hemen açılır.
Cehennemin her kapısında son derece sert tabiatlı, güçlü kuvvetli ve sayılamayacak kadar çok miktarda merhametsiz zebaniler bulunur.
Zebaniler onları perçemlerinden ve ayaklarından sımsıkı bağlayıp, hakaret ve tehditlerle, dağları bir anda toz edebilecek güçteki darbelerle ateşe sürerler. Onlar o gün cehennem ateşine şiddetle ve zorla atılırlar. Zebaniler ateşe girinceye kadar enselerine vururlar.
Allah-u Teâlâ cehennemliklere şiddetli azaplar tattırmak için cüsselerini enine ve boyuna büyütür.
Cehennem üstüste yedi tabaka hâlindedir, her birinin ayrı ayrı kapısı vardır.
Cehennemlikler küfür ve isyanlarına, işledikleri suça göre sınıf ve derecelere ayrılırlar. Ayrıca sapıklığın da sınıf ve derecesi farklı farklıdır. Âsiler layık oldukları dereceye göre kendilerine âit olan kapılardan girerler ve orada yerleşirler.
Cehennemin yedi kapısı olduğunu beyan eden Âyet-i kerime’de işaret buyurulduğu üzere cehennemin yedi tabakası olduğu anlaşılmaktadır. Bu tabakalar üstüste olup, üstten aşağıya doğru inildikçe ateşin şiddeti de artar.
Uçsuz bucaksız derinlikte olan cehennemde hiçbir beşerin hayal bile edemeyeceği her türlü azaplar mevcuttur.
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Cehennem sakinleri ateş deryası içinde boğulurlar. Yedikleri ateş, içtikleri ateş, giydikleri ateş, yatacak yerleri ateştir. Ateş orada ıstırap kaynağı olarak her yerdedir.
Âyet-i kerime’de:
“İnkâr edenlere cehennem ateşi vardır!” buyuruluyor. (Fâtır: 36)
Vücutlarına ateşten çiviler batırılır, ateşten makaslarla dudakları kesilir. Ölmemelerine rağmen, zebaniler onları ateşten tabutlara koyarlar.
Cehennem ateşi bizim bildiğimiz dünya ateşi gibi değildir. Dünyada en şiddetli azap bu ateşin azabı olduğu için cehennem ateşi onunla tarif olunmuştur.
Cehennem ateşi dünya ateşinden yetmiş misli daha yoğundur. Bu kızgın ve koyu ateş hiçbir ışığı göstermez. Cehennemin en üst tabakasında azab çekenler bile dünyadaki ateş gibi ateş bulsalar, çektikleri ıstıraptan kurtulmak için bu ateşe gönüllü olarak katlanırlar, rahatlamak için oraya hücum ederlerdi.
Cehennem ateşi derileri, etleri ve kemikleri hep yiyip tükettikçe, kendilerine yeni başka bir deri ve kemik verilir, cehennem alevi daha da alevlenir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde cehennemin kıvılcımlarını büyüklükte muhteşem saraylara, çokluk ve çabuklukta ise sarı develere benzetmektedir. Kıvılcımları ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu kim bilir nasıl olur?
Alevler yükselip de üstünden dumanlar çıktığında onun şiddet ve kuvveti üç kola ayrılır. Bu dumanın gölgesi ne gerçek gölgeliktir, ne de kişiyi alevin kucağından korur. Bu cehennemî bir gölgedir, kızgın ve bunaltıcı bir gölgedir. Nefesleri keser, insanı ateşle dağlar. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hayırlıdır.
Allah-u Teâlâ cehennemliklerin sonsuz olarak azap tatmaları için etlerini ve derilerini yenisi ile değiştirecektir.
Deri bedenin en hassas kısmı ve ateşten en çok etkilenen bölümüdür. Derinin devamlı yanması sebebiyle zamanla fazla bir acı hissedilmez olur. Allah-u Teâlâ’nın yanan deriyi piştikçe değiştirmesiyle azaba duyarlılığı devam eder. Böylece azap devamlı yenilenir. Cismi etkileyen acının, ruhu da etkileyeceği şüphesizdir.
Cehennemde son derece sert tabiatlı, güçlü-kuvvetli ve sayılamayacak miktarda merhametsiz zebâniler bulunur, azaplara nezaret ederler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz de zebânileri çağıracağız!” buyuruyor. (Alâk: 18)
Allah-u Teâlâ onlara ne emrederse ona koşarlar, bir göz kırpması kadar bile emr-i ilâhiden geri durmazlar. Hiçbir emri sonraya bırakmazlar, hemen ifaya çalışırlar.
Cehennemliklere âit, onları dövmek için zebânilerin ellerinde özel kamçılar da azap çeşitlerinden birisidir.
Cehennemden kaçıp kurtulmak istedikleri zaman, zebâniler üzerlerine musallat olurlar, ellerindeki kamçılarla topuzlarla vura vura tekrar iâde ederler.
İnsanı sıkacak, üzecek, bunaltacak ne varsa hepsi orada vardır.
Ateş dalgaları, iğrenç kokular, yürekleri parçalayan acı çığlıklar, vahşi hayvanlar arasında; katran gömlekler içinde; demir topuzların, kırbaçların, halka ve zincirlerin tazyiki altında kıvranıp dururlar.
Cehennemlikler her bakımdan hor ve hakir kılınırlar. Gömlekleri var katrandan, yüzlerinde perde var ateşten.
Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin dibinde yetişir ve ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan yemek zorunda bırakılacaklardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Zakkum ağacı cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Meyveleri şeytanların başları gibidir.” (Saffat: 64-65)
Bu ateşten ağaçlar onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak için yetişir ve çoğalırlar.
Cehennemlikler takatlerinin de üstünde bir açlığa mübtelâ olup, başka yiyecek bulamayınca; ister istemez, bu ağaçtan bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar. Fakat açlığa hiç faydası olmaz, çünkü çok yerlerse, o nisbette açlık hissederler.
Zehir gibi zakkumu yiyince bu sefer hararetleri dayanılmaz bir dereceye ulaşır. Suya ihtiyaç hissedince, zebâniler onları gayet sıcak suyun bulunduğu yere götürürler.
Hararetleri nisbetinde ondan içerler ve yedikleri zakkumla karıştırırlar. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
Cehennem sakinlerine, azabın hararetinden ciğerleri yandıkça; kendilerine kaynar suyun yanında, kan ve irin içirilir. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
Gönüllerini ferahlatacak, içlerini serinletecek bir şey bulamayacakları gibi, beslenecekleri rahat bir içecek de bulamayacaklar.
O mülevves suları yutmaya kalkışacak, fakat kokusundan ve pisliğinden dolayı tiksinecek, zorla ve zorlamayla içecekler.
Cehennem azaplarından birisi de ölüm azabıdır. Ölüm sebepleri her taraftan kendisini kuşatır. Kıl ucuna varıncaya kadar bütün bedeni ve organları acı duyar, fakat ölemez. Çünkü azabını çekecek ve tamamlayacaktır. Ölüp de hiçbir zaman o azaplardan kurtulamayacaktır.
Cennetlikler cennette nasıl ki ebedileşirlerse, cehennemliklerden küfür ve nifak üzere ölen azgınların cezası da öylece sonsuza kadar uzanıp gidecektir.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar orada sonsuz çağlar boyunca kalacaklardır.” buyuruluyor. (Nebe: 23)
Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer, ne de biter.
Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun hafifletilmez.
Hiç ara verilmeden devam edecek azaplar karşısında kurtuluşa ermeyi istemeye mecalleri kalmayacaktır.
Cehennemlikler için en acı şey cennet saâdetinden ve Allah-u Teâlâ’yı görmekten mahrum kalmaktır.
Dünyada marifetullahtan mahrum kaldıkları gibi ahirette de Cemalullah’tan mahrum olmakla da kalmazlar cehennem azabı ile cezalandırılırlar.
Cehennemlikler birbirini kovalayan, akla hayale gelmeyen öyle azaplar çekmektedirler ki, onlardan kurtulmak için alevlere sığınıp sarılırlar.
Âyet-i kerime’de:
“Bunun arkasından da daha çetin bir azap vardır.” buyuruluyor. (İbrahim: 17)
Cehennemde sayılamayacak kadar ateşten dağlar, vâdiler, nehirler, hendekler, kuyular, zindanlar, fırınlar vardır. Her birinin azabı diğerlerinden çok daha katmerlidir.
İnsana ateşten daha fazla azab verecek olan hayvanlar da vardır. Cehennemliklerin üzerlerine kışkırtılarak salınırlar. Katır büyüklüğündeki yengeçler, deve gibi büyük yılanlar ve akrepler onlara hiçbir zaman rahat vermezler. Göz kapaklarını, dudaklarını, vücutlarının en hassas yerlerini ısırıp kemirerek uğuldaşırlar. Zehirleri çok şiddetli ıstırap verir.
Cehennem ehli ayrıca çok şiddetli soğuklarla da azab olunurlar.
Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun hafifletilmez. Nice yorucu şeyleri yapmaya mecbur edildikleri, nice azap zincirleri taşıdıkları, cehennemin yüksek ve alçak yerlerine çıkıp indikleri için yorulurlar, takattan kesilmiş bir hale gelirler.
Dünyada iken şer kapısını açıp onun tellâllığını yapan, kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran küfür liderleri; kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?” (İbrahim: 28)
Öncekiler ve sonrakiler hepsi birleşirler. Hep beraber cehenneme girdiklerinde birbirlerinden son derece nefret duyarlar, birbirlerine lânet yağdırırlar.
Saptırıcı önderlerle onlara şuursuzca uyan şakşakçılar bir araya gelince husumet ve karşılıklı tartışmalar başlar.
Münafıklar kâfirlerin en murdarı, en habisi oldukları için ebedî ikâmetgahları da cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Şüphesiz ki onlar bunu hak etmişlerdir. Çünkü onlar İslâmiyeti karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.
(20 Temmuz 2004, Yeni Şafak)
Fransa'da olsun, İngiltere'de olsun, Amerika'da olsun, İslâmiyet çığ gibi yayılıyor. Bunlar ise buradaki müslümanları kâfir yapmaya çalışıyor.
Çünkü İslâm dini münevver bir dindir, adalet dinidir, son dindir, ilâhî hükümdür.
Aşk ile iştiyak ile din-i islâm'a her gün iştirak var.
Ey iman şerefi ile müşerref olanlar, bu pisliğin neresine özeniyorsunuz?
Bizatihi Allah-u Teâlâ bunları bize Âyet-i kerime'lerinde pis, murdar olarak tanıtıyor.
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
Vereceği birkaç kuruş için imanını mı değiştiriyorsun? Bu surette ebedî cehenneme müstehak oluyorsun. Neden? Kâfir olarak öldüğün için.
(18 Ekim 2004, Yeniçağ)
(23 Ekim 2004, Güneş)
(8 Ekim 2004, Hürriyet)
(19 Ekim 2004, A.Vakit)
(10 Ağustos 2004, A. Vakit)
(20 Ekim 2004, A. Vakit)
(30 Ağustos 2004, A. Vakit)
(23 Eylül 2004, A. Vakit)
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120)
Bir Âyet-i kerime’ye bak; bir de bunların icraatına!
(Ekim 2004, Zaman)
(6 Ekim 2004, A. Vakit)
(18 Ekim 2004, Hürriyet)
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları tarafından yayınlanan “Küresel Barışa Doğru, Kozadan Kelebeğe-3” isimli eserin 131. sayfası
(5 Ekim 2004, Sabah)
(Beyan Dergisi, Ağustos 2004 sayısı)
(19 Ekim 2004, Yeniçağ)
(21 Ekim 2004, Hürriyet)
(24 Ekim 2004, Yenişafak)
Avrupa’da çıkan karikatürlerde Türkiye’yi enik yerine koyuyorlar. (Stern)
(19 Ekim 2004, Vatan)
(11 Ekim 2004, Yeniçağ)