Milletçe çok yıprandık ve birçok hasletimizi kaybettik. Bu hasletlerimizin geride kalan birkaç kırıntısı ile ayakta durmaya çalışıyoruz. Ancak bu birkaç kırıntıyı da elimizden almaya çalışıyorlar. Birçok değerimize hayasızca ve pervasızca saldırıyorlar. Bu milletin son dayanma gücünü yıkmaya, geride kalan birkaç ümit pırıltısını da söndürmeye çalışıyorlar.
Aile kurumu mütemadiyen saldırıya uğruyor. Ahlaksızlık ve hayasızlık elden geldiğince yayılmaya çalışılıyor. Televizyonlarda gayr-i meşru işlerin reklamını yapan onlarca program-dizi arasında aile ve toplum değerlerini yücelten bir iki istisna da bu saldırıdan nasibini alıyor. Aile babası veya annesi rolü ile öne çıkan oyuncuların özel hayatlarındaki gayr-i meşru işleri bu uğurda hadsizce kullanılıyor. Bütün bunlar sorumsuz yayıncılığın daha ötesinde saldırı ve yıkım niyetleri taşıyan bir iradeye işaret ediyor.
Milli değerlerimizin ve direncimizin simgelerine yapılan saldırılar bunlarla sınırlı değil. Bizim için çok büyük manevi ve sembolik değeri olan her şeye saldırıyorlar. Çanakkale Savaşı’nı bile sıradanlaştırmaya, hatta iç çatışma konusu haline getirmeye çalışıyorlar. Burada yaşanan harikulade haller hurafe olarak yaftalanıyor, rehberlerin yalanları olarak lanse ediliyor. Üstelik bunu büyük gazetelerden birisi “Bu ne saygısızlık” diye birinci sayfadan koca manşetle duyuruyor. İşin trajikomik bir tarafı da bu saldırı “Özel haber” spotu ile veriliyor. “Özel haber”in “Özel Fotoğrafçısı” ise Garbis adında bir Türk vatandaşı. Bu garabet türban tartışmalarında en provakatif çıkışları yapan bazı rektörlerin hıristiyan asıllı olmasını hatırlatıyor.
Bütün bu yıkımlar yarın ekonomik ve siyasi badirelerle birleştiğinde bu ülkenin hali nasıl olacak, hesap eden var mı? Bütün bunların milletin direncini ve temelini sarstığını gören var mı? Daha ötesi hangi Batı ülkesinde müslüman asıllı bir vatandaşı böyle milli ve manevi değerleri aleyhinde konuşabilir, yayın yapabilir? Bırakın müslüman asıllı bir vatandaşı kendi vatandaşı bunu yapar mı? Yapmaz. Böyle milli ve sembolik değeri olan bir konuda zaten yalan yazamaz. Hele yıpratıcı ve tahrip edici bir üslup kesinlikle kullanamaz.
Bütün bunlara sessiz kalmanın vebalini kim ödeyecek? 250 bin şehidin ahını almaya kimin cesareti var? Yarın metanet ve fedakarlık gereken bir günde bu millet ümitsiz ve inançsız bir şekilde teslim bayrağını çekerse ne yapacaksınız?
Aklımızı başımıza alalım.
Bu saldırılardan daha vahimi bütün bu hayasızlıklara ses çıkartmayışımızdır. Peki bunun neticesinde geldiğimiz durum nedir?
Alman büyükelçi Karadenizi adım adım gezip Kars’ta “Karabağ”ın Ermenilere bırakılmasından, Kars’ın Ermeni haritalarında Ermeni toprağı gösterilmesinden dem vuruyor. Arkasından utanmadan “AB yolunda biz dostuz” partalları kesiyor. Hemen akabinde yahudi asıllı Amerikan elçisi yine Karadenizi geziyor, “Yakın gelecekte PKK’ya operasyon olacağını sanmıyorum.” diyor.
Ağzı olan konuşuyor, dili ile sokuyor, zehirini akıtıyor. Bizden çıt yok. Tutturmuşuz “Avrupa Birliği” diye, ne isterlerse yapıyoruz. Her türlü tavizi veriyoruz. Küffara tevazu üstüne tevazu gösteriyoruz, eteklerini öpüyor, ayaklarına yüz sürüyoruz. Bu kadar alçaklık olur mu? Biz bu kadar karaktersiz bir millet miyiz? Asla!
Canı isteyen vuruyor; içten vuruyor, dıştan vuruyor. Bizim basın buna çanak tutuyor. Hükümet beyaz bayrağı çekeli çok olmuş. Teslim olmuş!..
Sık sık duyduğumuz bazı tanımlamalar vardır. Çok zaman bunların üzerinde fazla durmayız. Oysa bu tanımlamalarda çok derin gerçeklerin ifadesi vardır. Özellikle geçen yüzyılın ikinci yarısında çok kullanılan tanımlardan birisi “Küçük Amerika”dır. Bu kelime Amerika’nın ekonomik ve teknolojik inkişafına bir hayranlık ifade ettiği kadar Amerikan kültürünün işgalini meşrulaştıran zehirli bir oktur; kültürümüzün göğsüne saplanan. Bir trajediyi tanımlar; Amerika’daki azınlık iktidarının benzerini ifade eden...
“Beyaz Türkler” tabiri de bunun gibidir. Amerika’da “Zenciler”e yapılan ikinci sınıf muameleyi ve ülkenin gerçek hakiminin beyazlar olduğunu biliriz. Türkiye’deki Zenciler Türkler’dir, Anadolu’nun saf ve temiz insanıdır. Beyazlar ise İstanbul’un Şişli, Nişantaşı gibi semtlerinde ikamet eden gayr-i müslimler, yahudilikten dönme sabetaycılar ve benzerleridir.
Bu grupların Türklere ve Türkiye’ye olan sevgileri bir yazarın dediği gibi; çiftlik sahibinin sığırlarına olan sevgisi gibidir. Özellikle İslâm dini’nden hiç hoşlanmazlar. İslâm dini’ne olan düşmanlıklarını mütemadiyen sinsice, değişik kılıflar altında sürdürürler. Körükörüne Avrupacı, Amerikancı, hatta İsrailci bir politikayı medya vasıtası ile Türkiye gündeminde tutanlar bunlardır. Medyadaki etkinlikleri sayesinde kendilerine benzettikleri birçok Türk vardır. Memleket hiçbir Batı ülkesinde olmadığı kadar dış etkilere açıktır. Adeta sömürge ülkesi gibidir.
Komün hayatı yaşayan bu grupların özellikle medyadaki hakimiyetleri trajikomik olaylara da sahne olmaktadır. Yurtdışında yaşayan bir aile üyesinin evliliği birçok gazetede günlerce sayfa sayfa haber olabilir. Veya “Plajlar halka açıldı, vatandaş denize giremedi.” gibi Beyaz-Zenci zihniyetinin yansıdığı haberlerle karşılaşabilirsiniz.
Bu trajikomik durumları kendi üslubuyla hicveden Serdar Turgut’tan bazı satırlar:
“Can çekişen Beyaz Türkler'in son kalesi
… Laila türü ayakta sallanma mekanları zamanında sezonu açtıkları İstanbul'da, Sushi yenilecek mekanların sayısı azalmadığı, borsa yükselişini sürdürdüğü ve ithal şarap bulunabildiği sürece kendi düzenlerinin sarsılmadığını sanarak mutlu olan Beyaz Türkler, temelden gelen büyük değişimi çok uzun süre anlayamadılar.
… Bu grubun bir türlü tam kavrayamadığı ama içgüdüleri ile daha yeni yeni hissetmeye başladığı ise şudur: Türkiye'nin söylemi artık Beyaz Türklerin elinden tamamen çıkmıştır.
Bugüne kadar 'Öteki Türkiye' olarak bakılan, varlıkları unutulmaya çalışılan insanlar artık bu ülkenin söylemini tamamen ellerine geçirmişlerdir.
Bunun ne anlama geldiği, başlayan sürecin sonunda bir zamanlar ülkeyi ellerinde oynatan Beyaz Türkler'in sadece hükümet tarafından sınırları belirlenen özel ulusal parklarda yaşamaya mahkum olup olmayacakları bir süre sonra net olarak ortaya çıkacaktır.
Ama şimdi önemli olan, bu sürecin başladığını ve bunun da geri dönüşü olmadığını tespit etmektir.
… Gerçi Beyaz Türkler artık can çekişmektedirler ama savaşarak da mağlup olacakları kesindir.
Örneğin alın son YÖK tasarısı sürecinde olanları.
… Ve aslında Beyaz Türkler'in yeni yerleşecek olan sisteme, yani Öteki Türkiye'nin kamu hegemonyasına karşı tepkileri şu Popstar yarışmasında çok daha net ortaya koyulmaktadır.
Bu yarışma can çekişmekte olan Beyaz Türkler'in son mücadele kalesi haline dönüşmüştür, oylamalardan çıkan sonuç budur.
… Ama görmedikleri şudur ki sonuna kadar direnip kendilerinden gördükleri genci star seçtirseler de, bu sadece bir kendini aldatma zaferi olacaktır.
Çünkü yeni Türkiye'nin gerçek starı Selçuk'tur ve de artık değiştirilmesi maalesef mümkün olmayan bir gerçekliktir.” (Akşam, 4 Haziran 2004)
Görülmektedir ki küçük bir grup yıllar yılı Türkiye’yi kendi çiftliği gibi görmüş, tabir caizse tepe tepe kullanmıştır. Hatta bundan daha ötesi Amerika’nın bu ülkeye nüfuz edebilmesi için gönüllü olarak hizmet etmişlerdir. Bu işteki muvaffakiyetlerinde en büyük kolaylığı ise yüzlerine geçirdikleri “Müslüman Türk” maskesinden görmüşlerdir. Birçok kimse, hatta kendi içlerinden bazıları artık bu durumun değişmesi gerektiğini söylüyor, yazıyor. Çünkü bu ahlaklı bir davranış değil. Şüphesiz bunlar içinde samimi olarak İslâm dinine intisap edenleri de çıkmıştır. Ancak tarihi gerçekler göstermektedir ki bunların sayısı yok denecek kadar azdır. Nitekim bunların çoğu İslâm dinini ve Türk örfünü kaldırmak için gösterilen gayretlere katkıda bulunmaktan geri kalmamıştır.
Bir memleket üzerinde kimin hakimiyeti varsa her şeyiyle kendi kültür ve yaşayışlarını da bütün bir memleketin yaşayışının yerine koymaya çalışır. Ahlak anlayışları medyaya yansır, böylece millet dejenere olur. Hemen bütün televizyon programlarının Türk aile hayatı ve kültürü ile alakasız olmasının bir sebebi de budur.
Bu ahlak anlayışında yahudilikten gelme bazı durumların da tesiri vardır. Tahrif edilmiş bugünkü Tevrat’ta geçen peygamberlere zina isnad eden -hatta ensest ilişkiye girdiklerini iddia eden- cümleleri, talmutlardaki daha acayip ifadeleri okuyup üstüne bir de Soner Yalçın’ın dönmeleri anlatan “Efendi” kitabındaki mum söndü tartışmalarını eklerseniz ne demek istediğimizi daha iyi anlarsınız. Bir Türk’ün kültür genleri ile bir yahudinin kültür genleri farklıdır. Yahudi kültür geninde; bulunduğu toplumu tahrip etme, dejenere etme vardır. Bu kültürün devamı olan anlayış ve grupların özüne bu genler yerleşmiştir: Dejenere et, tahrip et, kendi hegemonyanı sağlamlaştır.
Nitekim Türkiye’de ahlaksız neşriyat yıllar yılı kademeli ve bilinçli bir şekilde bugünkü seviyesine getirilmiştir:
“Türkiye’deki ahlaksız neşriyatın hangi aşamalardan geçtiğini düşündüğünüzde dahi nasıl bilinçli bir alıştırma politikası izlendiğini görebilirsiniz. Bir zamanlar Şey, Tan gibi gazeteler neşredilerek bu dejenerasyon başlatılmış, bu işi yapanlar toplumun tepkisi ile karşılaşmışlardı. Bu süreci gözler önüne sermek için bir çok örnek verilebilir. Ancak bu gaye ile bile olsa bu örnekleri yazmak abes duruyor. Şu kadar söyleyelim: Çok değil onbeş yıl önce yaşadığınızı ve birdenbire bugünkü neşriyat ile karşılaştığınızı düşünün. Bu bile hangi noktaya geldiğimizi göstermeye yeter.” (Hakikat, Şubat 2004, sh: 39)
Bu grupların Türk ekonomisi, Türk siyaseti, Türk medyası üzerindeki etkisi o kadar büyüktür ki yıllar yılı Türkiye Amerika’nın küçük bir kopyası gibi kalmıştır. Yani görünüşte bir Türk devleti, ancak derininde ibrani tesirinde bir devlet. İşte Türkiye’deki gerçek “Derin devlet” budur. Gerek kendi kapalı komün hayatlarından gelen birlikte hareket etme alışkanlıkları, gerekse Mason teşkilatları vasıtasıyla yapılan organizasyonlar sebebiyle daima birbirlerini kollamışlar, kendi yerlerine ve daha pekçok devlet kademesine kendilerinden birisini geçirmek için hususi gayret sarfetmişlerdir. Bugün üniversiteler başta olmak üzere birçok kurumun yönetiminde gizli cemiyet üyeliği ve soydaşlık en büyük referans olarak devam etmektedir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi “Küçük Amerika” tanımlamasında esas itibariyle Amerika’daki azınlık yahudi iktidarına bir gönderme vardır. Yıllar yılı hem bizimle dalga geçmişler, hem de icra-i hükümet eylemişlerdir. Nitekim yahudiler olsun, Amerika olsun bu memleketi sahipleniyorlar. Kendi malları gibi görüyorlar. Aynı Amerika’daki gibi kendi politikalarını rahatça uygulatabileceklerini zannediyorlar. (En azından yakın zamana kadar böyle düşünüyorlardı.) Fakat unutulan bir şey var: Bu memlekette Amerika’dan daha çok vatanperver var: Gerektiğinde malından, gerektiğinde canından geçmeye hazır.
Bir milletin hayat damarlarınının yabancı addedilebilecek kişilerin elinde olması çok tehlikeli bir durumdur. Böyle bir milletin âkıbeti tehlikede demektir. Böyle bir millet esir ve perişan olabilir ya da uç noktalara savrulabilir.
Mehmet Akif Ersoy 1915 yılında hükümet görevlisi olarak Almanya’ya gitmiş, oradaki tesbitlerini kaleme aldığı mektubunda şöyle söylemişti:
“...Berlin’de nereye gittim ise karşıma Yahudi çıktı. Ticaret Yahudilerde, büyük mağazalar kâmilen Yahudilerde, ithalat-ihracat yine kâmilen Yahudilerde. Fabrikalar keza. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi? Yirmi seneye varmayacak Almanlar Yahudilerden intikam almaya başlayacaklardır. Çünkü bütün Almanlar bu Yahudilerin yanında köle misali icrayı meslek eyliyorlar. Bir intikam birikimi içlerinde büyük bir baskı halinde devam ediyor.” (Mehmed Emin Erişirgil, “İslâmcı Bir Şairin Romanı Mehmed Âkif”)
Bunları yazıyoruz ki durumumuzu bilelim. Bilgi en büyük güçtür. Bilmezsek bu komedi sahnelenmeye devam eder.
Bildikten sonra alınacak tedbirleri konuşabiliriz. Zaten bilmezseniz tedbir de alamazsınız.
Alınacak tedbirlere dair dünyada örnekler de var. Mesela Putin çok siyasetli hareket ediyor. Rusya’nın hemen her şeyi peşkeş çekilen çoğu yahudi asıllı oligarkları sıkı kontrol altında tutuyor. Medyada, ekonomide tekelleşmelerine, hele hele siyasete müdahale etmelerine kesinlikle izin vermiyor. Bununla beraber doğruca ticareti ile uğraşanlara da ilişmiyor.
Binaenaleyh “Küçük Amerika” olmak istemiyor, “Büyük Türkiye” hayalimizi hayata geçirmek istiyorsak bunların kritik görevler ifa eden devlet memuriyetlerindeki, medyadaki hakimiyetleri son bulmalıdır. Bu gruplar, ticaretini düzgünce yapsın ancak “Medya”da söz sahibi olmasın, siyasete müdahale etmesin, hele hele dinimize, milli değerlerimize hiç ilişmesin. Bu konuları biz bize konuşalım, icabediyorsa tartışalım. Aile içinde tartışma da olur, ancak hepsi ailede kalır.
Bizim ailemiz onun bunun ağzında, bütün değerlerimiz orta malı oldu.