Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TARİHTEN SAYFALAR - Bir İslâm Vatanı Olan Osmanlı Topraklarında, Hıristiyanlığı Ve Bizans’ı İhyâya Kalkışan Fener Rum Patrikleri’nin Âkıbeti - Ömer Öngüt
Bir İslâm Vatanı Olan Osmanlı Topraklarında, Hıristiyanlığı Ve Bizans’ı İhyâya Kalkışan Fener Rum Patrikleri’nin Âkıbeti
TARİHTEN SAYFALAR
Hakan Yılmaz
1 Eylül 2004

 

Bir İslâm Vatanı Olan Osmanlı Topraklarında,
Hıristiyanlığı ve Bizans’ı İhyâya Kalkışan
Fener Rum Patrikleri’nin Âkıbeti

 

Osmanlı Devleti’ni İslâm’ın emir ve hükümleri doğrultusunda idâre eden ve hâkimiyetleri altına giren her beldede adâleti hakkıyla gözeten Osmanlı pâdişahları; bu hasletleri nedeniyle, dînin esaslarına riâyet noktasında niyetleri hâlis, azîmleri yerinde ve her tabakadan insana adâletle davranan yüksek ve müstesnâ şahsiyetler olarak târihe geçmişlerdir. Onların İslâm topraklarında yaşayan zımmîlere hakk ve adâletle muâmele etmeleri de, hiç şüphesiz ki yine ilâhî hükmü tatbik husûsundaki azîm ve gayretlerinden ileri gelmiştir.

Nitekim Allah-u Teâlâ’nın;

“Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasak etmez.

Şüphesiz ki Allah adâletli olanları sever.” (1)

Fermân-ı ilâhî’si mûcibince, İslâm topraklarında yaşayan zımmîler hem mal ve can güvenliğini temin, hem de inanç ve ibâdetlerini yerine getirebilme hakkını elde etmişler; Osmanlı hânedânı da onlara verilen bu haklara tam mânâsıyla riâyet etmişlerdir.

Nitekim Fâtih Sultan Mehmed İstanbul’u fethedince, İslâm’ın zımmîler hakkındaki hükmünü hakkıyla yerine getirmiş; Galata hristiyanlarına verdiği “Emânnâme”sindeki; “Kendülerin âyınları ve erkânları ne vechile cârî olagelürse, yine ol üslûb üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler... Kiliselerin alub mescid itmeyim, bunlar dahî yeni kiliseler yapmayalar!” (2) ahdi gereğince, rum patriğinin ve patrikhânenin de İstanbul’da kalmasına müsaâde etmişti.

Kudüs’teki yetkilerinin elinden alınmasından korkarak, huzûruna gelip kendisinden emân dileyen Rum patriği Etnasios’a verdiği “Emânnâme”deki şu sözleri, onun bu hakları Allah ve Resûl’ünün hükmü doğrultusunda verdiğini açıkça göstermektedir:

“Bi-izni’llâhi Te’âlâ Hazret-i Resûl hurmetiyle makâm-ı Kostantîniyye feth-u fütûh oldukda, Kudüs-i şerîf’de olan rûmların patriki Etnasiyûs-nâm râhib rızâsıyla gelüb, âsitâne-i se’âdetüme yüz sürüb, hatt-ı hümâyûnları ibrâz idüb ve recâ eyledi... İmdi, kadîmden Hazret-i Resûl-i Ekrem Hazretleri’nün -sallallahu aleyhi ve sellem- ve Hazret-i Ömer ibn Hattâb Hazretleri’nün -radıyallâhu teâlâ anh- ve selâtîn-i mâzıyye’den sadaka ve ihsân ve fermân olunan hatt-ı hümâyûnları mûcebince, cenâb-ı celâletüm dahî sadakâ ve ihsân ve fermân-ı âlî-şânum olmuşdur.” (3)

O’nun zımmîlere tanıdığı bu haklar, Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğu üzere; ancak İslâm’a ve müslümanlara karşı ihânette bulunmadıkları, gizlice veya açıktan bir düşmanlık yapmadıkları sürece geçerliliğini korumuştur.

Bir İslâm vatanı olan Osmanlı topraklarında, İslâm’ın zımmîlere tanıdığı haklar çerçevesinde, kendi ülkelerinde bile görmedikleri bir adâletle yaşayan; “Dinde zorlama yoktur.”(4) hükmü gereğince, İslâm’ı kabule zorlanmayıp kendi inanç ve ibâdetlerini sürdürebilme hakkına kavuşan hristiyan zımmîler, patrikleri başta olmak üzere; din, vicdan, mal ve can güvenliklerini sağlayan bu geniş müsâmahayı hep kötüye kullanmışlar, sıkıntılı ve zorlu günlerinde düşmanları ile işbirliği ederek, Osmanlı’yı her fırsatta arkadan vurmuşlardır.

Bu ihânetlerin ilk örneği; din ve devlet düşmanlarının Osmanlı’yı içten ve dıştan el birliğiyle yıkmak istedikleri bir dönemde tahta geçen ve bunu önlemek için çok sayıda kişiyi îdâm ettiren Sultan Dördüncü Murad Hân (1612-1640) zamânında ortaya çıkmıştır. Ordusunun başında Bağdat seferi’ne çıkmış olan Dördüncü Murad Hân Bâbil mevkiinde bulunduğu sırada; pâdişâhın yokluğunu fırsat bilerek, ortodoks tebayı isyâna kışkırttığı tespit edilen Rum patriği Kirilos Lukari, pâdişâhın yerine vekâlet eden Mûsâ Paşa’nın emriyle, 1634’te Rumeli Hisarı’na gönderilerek burada îdâm edilmiştir.

Osmanlı’nın tanıdığı geniş hak ve hürriyetlerle şımarak, ihânet ve nankörlüğe cür’et eden bu arsız kâfirlerden ikincisi; Dördüncü Mehmed döneminde Fener Rum patrikhânesi’nin başında bulunan patrik üçüncü Parthenios’tur. Osmanlı’nın mâlî ve idârî yönden büyük bir buhran yaşamasını ve içte ve dışta patlak veren isyanlarla uğraşmasını fırsat bilen Eflâk voyvodası Kostantin, Osmanlı’ya karşı küstahça ve isyankâr bir tavır takınmış; Parthenios da bu durumdan ümide kapılarak, din-i İslâm’ı yıkma ve hristiyanlığı dünyaya yayma hayâliyle ona gizli bir mektup yazıp, onu Osmanlı’ya karşı iyiden iyiye kışkırtmaya kalkışmıştı. Netîcede mektubu götüren ulak yakalanmış ve patriğin bir vatan hâini olduğu ortaya çıkmıştı.

Devrin târihçisi Nâimâ, “Târîh-i Nâimâ”da bu hâdiseden şöyle bahsetmiştir:

“İstanbûl’da rûm patrîki olan müfsid; Eflâk voyvodası olub, Kostantîn-nâm pelîde ilkâ-yı fesâdı mütezemmin, ağzıyla memlû’ gönderdiği varaka-i bâtıle tutulub hıyâneti zâhir olıcak, kendüye gösterilüb suâl olundukda, cevâbında: ‘Beher sene sadaka tahsîli içün bu mâkûle kâğıd gönderegelmişizdür!’ deyû ikrâr etmeğin Parmakkapu’da selb olundu.” (5)

Çünkü Parthenios, mektubunda Kostantin’i devletin yıkıma hazır olduğunu söyleyerek açıkça tahrik ediyor ve İslâm topraklarını kendi sapık dindaşlarına peşkeş çekmeye çalışıyordu.

Nâimâ, Parthenios’un “Varaka”sında yazılı olan satırları bize şöyle nakleder:

“Mel’unun kâğıdında olan mazmûn bu ki;

‘Müddet-i devr-i İslâm tamam olmağa az kalmışdır. Velvele-i dîn-i isevî tekrar âlemgîr olacakdır. Âna göre tedârükde olasız! An-karîb (pek yakında) cümle vilâyetler mesîhîler eline girüb, ashâb-ı sâlib ve nâkus (haç ve çan ashâbı) tamâmen memâlike (memleketlere) mâlik olsa gerekdür!’ demiş.” (6)

Osmanlı topraklarında İslâm dînini söndürüp, kendi dînini ihyâ etmeye kalkışan Parthenios’un hâinliği ortaya çıkıp da, içinde serbestçe ve rahatça yaşadığı toprakları Osmanlı’nın ezelî düşmanlarına peşkeş çekmeye kalkıştığı sâbit olunca; Köprülü Mehmed Paşa’nın emriyle, 1657 yılı Nisan ayında Parmakkapı’da asılmıştır.

Öte yandan Parthenios’un tahrikiyle, Rumlar’ın yeniçeri kılığına girerek İstanbul’da büyük bir fitne çıkarmayı plânladıkları söylentileri saraya kadar ulaşınca, Köprülü’nün emriyle patrikhâne bir gün ansızın basılmış ve gerçekten de söylentileri doğrulayacak bâzı delillerle karşılaşılmıştır.

Nâimâ’nın ifâdesiyle;

“Bundan mâ’adâ İstanbûl’da vâkı’ olan fitnelerde ve ahrâklarda, metin ve tûvâna kefereler dolama ve fes geyüb, yeniçeri kıyâfetine girüb yağmâ ve talân ve ümmet-i Muhammed’e izrâr ve ihânete cür’et etdükleri, ulu katda gâyet şüyû’ bulmuş idi. Bi-tarîk-ı ahz olundukda, menzilî bi-üslûb kırk-elli kat dolama ve fes ve yeniçeri üsküfi çıkub, bu kelâmı tasdîk itmiş; aslı tefahhus olundukda, Fener kapûsunu bekleyen çorbacı neferâtınındur deyû def’-i töhmet itmişler.” (7)

Hâdiseye karıştığı tespit edilen Rumlar idâm edilmiş; böylelikle Köprülü Mehmed Paşa’nın aldığı doğru kararlar ve sağlam tedbirler neticesinde, devlet büyük bir uçurumun eşiğinden geriye dönmüştür.

Osmanlı’nın başına en büyük belâyı açan üçüncü hâdise ise, Sultan İkinci Mahmud’un pâdişahlığı döneminde (1808-1839) ortodoks patriği olan ikinci Ghrighorius’un tahrîkiyle patlak vermiştir. Yunanistan’ı Osmanlı topraklarından kopararak, bağımsız bir hristiyan devleti kurmak için ayaklanan Rum çetelerine gizliden gizliye para ve silâh yardımı yapıp, Mora isyânını açıktan açığa kışkırttığı tespit edilen bu nankör kâfir; 22 Nisan 1821 günü, hristiyanların kutsal saydığı paskalya gecesinde, resmî elbisesiyle birlikte patrikhânenin orta kapısında asılmıştır.

İhânet ve nankörlüğünün bedelini canıyla ödeyen bu aşağılık kâfir, küstahlık ve cür’etkârlıkta o kadar ileri gitmişti ki, gizli mektupları yakalanınca; “Bizans kartalı uçacak, âyin tamamlanacak, Türkler İstanbul’dan kovulacaktır! Bu gerçekleşinceye kadar bu kapı kapalı kalacaktır!”(8) safsatasını sayıklayıp durmaktan çekinmemiştir. Bu kapıyı bugün ısrarla, hâlâ kapalı tutmaları, bu kâfirlerin kin ve küfürlerinde ne kadar azîmli olduklarını açıkça göstermektedir!

İkinci Mahmûd Hân’ın emriyle, boynuna iliştirilen yaftaya; “Allah tarafından müeyyed ve bekâsı Âyât-ı Kur’âniyye ile sâbit bulunan dîn ve devlete ettiği hıyânetten ötürü ibret-i âlem olsun deyû îdâm edildiği”(9) yazılan ve taraftarlarına ibret olsun diye, patrikhâne kapısında günlerce asılı bırakılan hâinin cesedi; daha sonra, hâinlikte aşırı giden zorbalara tatbik edilen yöntemle boğazdan denize atılmıştır. Bir müddet sonra Rus gemicileri, bu hâinin denizde yüzen leşini görmüşler ve gemilerine yükleyip kendi ülkelerine götürmüşlerdir.

Bu arada Rumlar’dan para alarak, Mora isyânını el altından destekleyen, bir çok sâdık devlet adamını haksız yere öldürterek, müslüman kanıyla ellerini kirleten Hâlet Efendi (ö.1822) adlı hâini de unutmamak gerekir. İhâneti ortaya çıkınca İkinci Mahmud’un emriyle idâm edilerek belâsını bulan bu vatan hâini yüzünden, Rumlar on binlerce mâsum müslümanı katletmiştir.

Hâlet Efendi o zaman küffârla işbirliği yaptığını gizlemişti. Bugün ise, ona taş çıkartırcasına, küfrü hoş gördüğünü ve küffârla işbirliği yaptığını açıkça ilân eden öyle “Hâlet Efendi”ler türedi ki; şâyet bunların da önüne geçilmezse, vatanı binbir türlü hâlete sürükleyecekleri açık bir gerçektir!..

Yunanistan’ın Osmanlı topraklarından kopup, bağımsızlığını ilân etmesiyle sonuçlanan Mora isyânından sonra, patrikhâne rahat durmamış; Osmanlı topraklarında yaşayan Rumlar’ı devlete karşı ard arda kışkırtmaktan başka hiçbir işe yaramamıştır. Patriklerin dışarıdan destekli olarak başına buyruk tavırlarla hareket etmeleri, Osmanlı İslâm devleti’nin yıkılışını daha çok hızlandırmıştır.

Bunların en mühim örneklerinden biri İkinci Abdülhamid Hân döneminde, 1904 yılında ortaya çıkmıştır. Devletin meşgul olduğu mâlî kriz ve siyâsî çalkantıları fırsat bulan Fener Rum patriği, o güne kadar Osmanlı kanunlarına bağlı olan patrikhâneyi “Bizans kanunu” adını verdiği bir kanunla yönetmeye başlamış; böylelikle Osmanlı hükümetine karşı isyan bayrağı çekerek, Bizans’ı ihyâ yönündeki gizli niyetini ortaya çıkarmıştır.

Sultan Abdülhamid Hân bu “Bizans kanunu” safsatasını işitince oldukça hiddetlenmiş ve derhâl saray baş kâtibini çağırtarak, Fener Rum patriğine hitâben şu fermânı yazdırmıştır:

“Rûm patrikhânesi meclîs-i muhtelitinde cereyân eden daâvîne (dâvâlara) ‘Bîzâns kânûnu’ nâmıyle bir kânûnu tatbîkin ru’yet olunduğu haber alınmış olub, ilk def’â olarak vâsıl-ı sem’î hümâyûnu olan (kulaklarına giden) bu ‘Bîzâns kânûnu’ şa’yân-ı istiğrâb bulundu. Bâb-ı memâlik-i şâhânede pâdişâh-ı devlet-i âliyye-i Osmâniyye’nin pây-i tahtında, kavâniyye-i mevzû’un (eksi kanunların) devlete tebâa-i reâyâ ve cüdâ kânûnu olamayacağı ve buna böyle bir isim verilemeyeceği, bu dürlü şeylere kat’iyyen meydân verilmemesi, pâdişâhımız Efendimiz’in emir ve irâdeleri gereğindedir!” (10)

Buradan da açıkça anlaşılıyor ki; patrikhâne İslâm’ın gösterdiği müsâmahaya hiçbir zaman lâyık olamamış, dâimâ hristiyanlığı genişletme ve Bizans’ı ihyâ etme hayâlleriyle yaşamıştır. Bu niyetlerinin değiştiği sanılmamalı, vatanı muhâfaza için gerekli tedbirler alınmalıdır.

Hülâsa-i kelâm; Fâtih Sultan Mehmed Hân başta olmak üzere, Osmanlı pâdişahları İslâm’ın zımmîler hakkındaki hükümleri doğrultusunda geniş haklar verdiği ve patriğin ve patrikhânenin İstanbul’da kalmasına müsaade ettiği hâlde, bu müsâmahaya alçaklık ve hâinlikle karşılık veren bu nankör kâfirler; asırlar boyunca gâile çıkarmaktan ve Osmanlı Devleti’nin başına belâ olmaktan başka bir işe yaramamışlardır.

Bugünkü Fener Rum patriği de, konuşmalarında Bizans’ı ihyâ ve İslâm diyârında hıristiyanlığı yayma gâyesi peşinde koştuğunu ele vermekte, isminin başına “Yeni Bizans Ekümeniği” sıfatını eklemekten çekinmemektedir. Bugün din ve vatan hâinleriyle açıkça işbirliği yapan sefîh ümerâdan ve âhir zaman ulemâsından yüz bularak, atını serbestçe ve rahatça oynatabilen; hıyânetini ve fitnesini açıktan açığa yürütmekten çekinmeyen bu adama karşı da çok dikkatli olmak, sinsi icraatlarına karşı uyanık davranmak gerekir.

 

Patrik Ghrighorius’un, Rus Çarı Nikola’yı Türkler’in Mâneviyâtına Karşı Kışkırtan Çirkin Sözleri:

Sultan İkinci Mahmud’un emriyle, 1821’de patrikhânenin orta kapısında asılan patrik Ghrighorius, Rus çarı Aleksandr Nikola’ya gönderdiği gizli mektubunda; ona İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türk milleti’nin mânevî bağlarını kopararak, gücünü ortadan kaldırmak için yapılması gerekeni şöyle telkin ediyordu:

“Türkleri madden ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetlidirler; gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden ve pâdişahlarına olan itâat duygularından ileri gelmektedir. Türkler zekîdirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idâre edecek reislere sâhip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Türkler’in evvelâ itâat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalayıp, din sağlamlığını zayıflatmak lâzımdır. Bunun da en kısa yolu, onları millî geleneklerine ve mâneviyâtlarına uymayan hâricî fikir ve hareketlere alıştırmaktır.

Mâneviyâtları sarsıldığı gün, Türkler’in çok güçlü ve kalabalık kuvvetler karşısında kendilerini zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve artık onları maddî vâsıtaların üstünlüğü ile de yıkabilmek mümkün olacaktır. Bu sebeple Osmanlı devleti’ni yıkmak için, harp meydanlarındaki zaferler tek başına kâfî değildir. Yapılacak olan; Türkler’e bir şey hissetirmeden, bünyelerindeki bu tahribâtı tamamlamaktır.” (Rus sefîri İgnatiyef’in “Hâtırat”ından naklen.)

 

(1) Mümtehine (60): 8

(2) Biblioetheque Nationale; Turc Ancien, nr: 130, 8a yp.

(3) Başbakanlık Osmanlı Ar; Kilise defteri, Kamâme, nr: 8.

(4) Bakara (2): 256.

(5-6-7) Nâimâ, “Târîh-i Nâimâ”, c. 6, s. 264.

(8) Yusuf Turgut; “Karadeniz Haber Gazetesi” (makâle)

(9) “Osmanlı Târihi”, c.4, s. 207.

(10) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrâde Husûsî, nr.: 13.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR