Resulullah Aleyhisselâm’ın İstanbul’un fethinden sekiz asır önce; "Ne güzel kumandandır!" buyurarak müjdelediği(1) ve gerek İslâm târihinin, gerekse Osmanlı târihinin yetiştirdiği en büyük kumandanlardan biri olan Fâtih Sultan Mehmed Hân (1432-1481); 29 Mayıs 1453 Salı günü diyâr-ı Rûm’un en gözde ve kutsal şehri olan Kostantîniyye’yi tekbîr ve ezân sesleri arasında fethetmiş, 1 Hazîran 1453’te Ayasofya’yı kiliseden câmiye çevirmiş ve bütün bunları yaparken İslâm’ın izzet ve şevketini cihâna duyurmayı, küffârın zillet ve acziyetini yüzlerine vurmayı hedeflemişti.
Hristiyan âlemi, şanlı fethin üzerinden asırlar geçtiği hâlde İstanbul’un ellerinden çıkmasını bir türlü hazmedememişler; Bizans’ı yeniden ihyâ etmek için, o günden bugüne çeşitli entrikalar çevirmişlerdir. Bugün "Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü" adı altında, hristiyanlığı yaymaya çalışan misyonerlerin yaptıkları sinsi icraatlar da, hristiyanların asırlardan beri sürdürdükleri bu gâye ve gayretin bir netîcesidir.
Gerek dünyanın, gerekse İslâm diyârının çehresinin tamâmen değiştiği; fitnenin, fesâdın ve küfrün alabildiğine yayıldığı bu devirde, İslâm diyârını ve müslümanları kâfirlere peşkeş çekmeye çalışan bâzı din ve vatan hâinleri, küfürlerini örtbas etmek için hem Fâtih’in hristiyanlara geniş haklar tanımasını dillerine dolamışlar; hem de papanın ve rum târihçilerinin uydurduğu "Fâtih hristiyan oldu!" yalanını, yaptıklarının doğruluğuna delil göstermeye kalkışmışlardır.
Bir İslâm hükümdârının hristiyanlığa gâlip gelip de, kutsal şehirlerini ellerinden almasını, bununla kalmayıp en kutsal mâbedleri olan Ayasofya’yı câmiye çevirerek, bir İslâm mâbedi yapmasını bir türlü kabullenemeyen papa Gennadius; çâresiz kalınca, Fâtih’in zımmîler hakkındaki ilâhî hükmü yerine getirip de 1453 yılı Temmuz ayı ortalarında, hristiyanların can ve mal güvenliğini te’min eden bir ferman yayınlatmasını fırsat bilerek, "Fâtih hristiyan oldu!" yalanına sarılmıştı. Papa bu yalanını pekiştirmek için Fâtih’in dilinden uydurma bir mektup bile yazmıştı. Sözkonusu mektup 1475 yılında Trivesto’da basılmış, ancak bir süre sonra bu iddiânın yalan olduğu anlaşılmıştı.
Fâtih Sultan Mehmed’in yahudi ve hristiyanların din, vicdan, mal ve can güvenliklerini te’min için yayınladığı bu ferman, tamâmen İslâm’ın zımmîler hakkındaki hükümlerine göre tertip edilmiş karşılıklı bir sözleşmeden ibâretti. Hattâ bundan dolayı bu belgeye "Emânnâme" denildiği gibi; "Ahidnâme" de deniliyordu.
Nitekim Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadîs-i şerîf’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Dikkat edin!.. Kim antlaşma yapılan bir zımmîye zulmedip, gücünün üstünde bir şeyle yükümlü tutarsa, veya hakkını tam olarak vermeyip, gönül rızâsı olmaksızın ondan bir şey alırsa, kıyâmet gününde ben onun hasmıyım!" (2)
İslâm hükümdârının zimmeti altına girdikleri için "Zımmî" diye adlandırılan bu kimselerin, İslâm Hukûku’na göre malları, canları ve namuslarına dokunulmadığı gibi; inanç hürriyetleri de tam mânâsıyla garanti altındadır. İbâdetlerine müdâhale edilmez, ancak yeni ibâdethâne açmalarına ve kiliselerde çan çalmalarına izin verilmez. Nitekim Fâtih "Emânnâme"de; "Çan ve nâkus çalmayalar ve kiliselerin mescid etmeyim, bunlar dahî yeni kiliseler yapmayalar." diyerek buna işâret etmiştir.(3) Bugünkü münâfıklar ise hem kendilerini Fâtih’e benzetiyorlar, hem de kiliselerin açılması için küffâra destek veriyorlar!
Açıkça görüldüğü gibi; Galata zımmîlerine gönderilen "Emânnâme"nin içinde, Fâtih’in bunlar gibi dinleri birleştirmek istediğine, hristiyanları dost edindiğine, kucakladığına ve taltif ettiğine dâir en küçük bir ibâre dahî bulmak mümkün değildir. Zîrâ bunlar ancak münâfıkların yapacağı işlerdir. Fâtih Sultan Mehmed Hân onlara bu hakları ancak, İslâm’ın zımmîler hakkındaki hükmüne riâyet eden gerçek bir mü’min olduğu için vermiştir.
Hükümdarlığının yanısıra aynı zamanda usta bir şâir de olan Fâtih Sultan Mehmed Hân, "Avnî" mahlâsıyla fevkalâde güzel şiirler yazmış; küçük bir "Dîvân"da topladığı(4) bu şiirlerinde, "İ’lâ-yı Kelimetullâh" yönündeki niyet ve gayretini güzel bir üslûpla açıklamıştı.
Küfürlerini örtbas edebilmek için, Fâtih Sultan Mehmed Hân gibi büyük bir İslâm hükümdârını dillerine dolamaya ve kendileriyle aynı kalıba sokmaya cür’et eden bu küfür hizmetkârlarına, bu eserinde en güzel cevâbı Sultân’ın bizzat kendisi vermektedir.
Nitekim bu şiirlerinden birindeki ifâdesine göre; onun niyeti Allah-u Teâlâ’nın "Câhidû fi’llâh: Allah yolunda cihâd edin!"(5) emr-i şerîf’ini yerine getirmek; gâyesi ise, İslâm dîni’ne hizmet etmekti.
O bunu "Dîvân"ında şöyle dile getirmişti:
İmtisâl-i câhidû fi’llâh olupdur niyyetüm,
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm.
Sultan Mehmed Hân’ın bu gayreti, Allah-u Teâlâ’nın dînini yüceltme ve Tevhîd esâsını dünyânın dört bir yanına yayma gayretiydi.
Fazl-ı Hakk-u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile,
Ehl-i küfrü serteser kahreylemekdür niyyetüm.
Allah erlerinin himmetiyle yürüyen Fâtih Sultan Mehmed Hân’a Allah-u Teâlâ öyle bir azîm ihsan buyurmuştu ki, küfrü ve küfür ehlini yeryüzünden tamâmen silmek istiyordu.
Enbiyâ-vü evliyâya istinâdum var benüm,
Lûtf-i Hakk’dandur hemân ümmîd-i feth-u nusretim.
O fethettiği yerleri Hakk’ın lütfu, enbiyâ ve evliyânın himmet ve tasarrufu sâyesinde fethettiğini çok iyi biliyordu. Bu himmet ve tasarruf sâyesindedir ki, Hakk’ın yardım ve desteğini dâimâ üzerinde buluyordu.
Nefs-ü mâl ile n’ola kılsam cihânda ictihâd?
Hamd-ü li’llâh var gazâya sad-hezârân-ı rağbetüm.
İslâm topraklarını Roma’ya kadar genişletme azmi; onun fethe duyduğu rağbetin ve bitmez-tükenmez isteğin en bâriz örneğidir.
Ey Mehemmed! Mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile,
Umaram gâlib ola a’dâ-yı dîne devletüm.
Nitekim Resulullah Aleyhisselâm’ın fetihle ilgili şanlı müjdesi onun eliyle gerçekleşmişti. Allah-u Teâlâ onun destek ve mûcizesiyle, onu din düşmanlarına her defâsında gâlip getirmişti.
İşte Fâtih’in küfre ve küfür ehline karşı takındığı tavır bundan ibârettir. İslâm’ın hüküm ve esaslarına imân ve riâyet eden gerçek bir mü’minin sergileyeceği tavır da bundan başkası değildir. Münâfıklara gelince; onların işi küfre hizmet etmek ve İslâm yurdunu küffâra peşkeş çekmektir.
Fâtih’in "İ’lâ-yı Kelimetullâh" uğrundaki doyumsuz fetih arzusu, kendisine İstanbul’un fethinden sonra eski Roma’yı da fethedip, oradaki "Büyük kilise"ye İslâm sancağını dikmeyi istetecek kadar büyüktü.
Nitekim papalık Fâtih’in bu arzusunu sezmiş, hattâ Roma’nın bağışlanması için ricâda bulunmak üzere kendisine bir elçi heyeti dahî göndermişti. Bu elçilerin arasında bulunan bir Fransız kardinali, Roma’ya dokunmaması için Fâtih’in huzûrunda yalvar-yakar olunca, yüce Pâdişâh o an gönlünden kopup gelen ruhî bir coşkunluk ve îmân gücü ile haykırıp; "Roma’nın kurtulması şöyle dursun, senin kendi büyük kilisenin kulelerine dahî İslâm sancağı dikeceğim!" demiştir.(6)
İstanbul’un fethinden sonra dilinden dökülen şu cümleler de, onun hristiyanlığı kökünden yoketme yönündeki gâyesinin açık bir ifâdesidir:
"Şu parlak zafere nâiliyyetimden dolayı Allâh’a hamdediyorum. Fakat şuna da duâ ediyorum ki; Cenâb-ı Hakk hıristiyanlığın makâmı olan eski Roma’yı da fethetmeyi bana nasîb eylese, işte o zaman ölürsem rahat öleceğim!" (7)
Peygamberî müjdeye mazhar olan, bu sözleriyle yüreğindeki doyumsuz fetih arzusunu açıkça ortaya koyan bu büyük İslâm hükümdârına, bu çirkin ve mesnetsiz iftirâları atmak ancak münâfıkların işidir. Halbuki onun yegâne arzusu ve ümîdi Kelimetullâh’ın yükselmesi, İslâm’ın cihâna bütünüyle yerleşmesi ve küfrün ve kâfirlerin yeryüzünden silinip gitmesiydi ki; bu rivâyet ve deliller bunu açıkça göstermektedir.
Tursun Bey’in "Târîh-i Ebu’l-Feth"inde kaydedildiğine göre; Fâtih Sultan Mehmed Hân Trabzon üzerine sefere çıktığında, şehre arkadan ulaşmak için ordusuyla birlikte dağlık ve ormanlık bir arâzîden geçiyordu. Yol geçişe uygun olmadığından, bâzen baltacılar önden yol açıyorlardı. Yolun hiç bulunmadığı kayalık ve dağlık bir yerde, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın atı kaydı ve sarp bir yere doğru yuvarlandı. Fâtih, o an bir kayaya tutunmaya çalışırken elleri sıyrıldı ve kanamaya başladı.
Trabzon Rum imparatorluğu ile akrabâlık bağı kurmuş olan Uzun Hasan, daha önce annesi Sâra Hâtun’u, bu seferden vazgeçmesi için Fâtih’e elçi olarak yollamıştı. Fâtih’in içine düştüğü bu zor ve kötü durumu fırsat bilen Sâra Hâtun, tam zamânı olduğunu düşünerek;
"Ey oğul! Han oğlu hansın, bir ulu hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kal’a için bunca meşakkat niye?" dedi.
Elleri sıyrıklarla dolu olan Fâtih, o an güçlükle doğruldu ve Sâra Hâtun’a hayretle bakarak şöyle dedi:
"Ey koca analık! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz dîn-i İslâm’ın kılıncıdır? Sen zanneyleme ki, bizim çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki, bütün gayretlerimiz Allâh’ın dînine hizmet ve insanların hidâyete kavuşmasına vesîle olmaktır. Yarın huzûr-u Hakk’a vardıkda, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı teblîğ ve ta’zîze imkân varken, zahmete katlanmayıp da ten rahatını tercîh edersek, bize gâzî denmesi yalan olmaz mı? Ehl-i küfrün üzerine İslâm’la gitmez, onların azgınlıklarına mânî olmaz isek, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!." (Târîh-i Ebu’l-Feth)
Fâtih Sultan Mehmed Hân 1453 yılında Temmuz ayında, hristiyan zımmîlere vermiş olduğu "Galata Emânnâme"sinde; İslâm’ın emirleri doğrultusunda, can, mal, inanç ve ibâdet hakkı tanırken; küfrün yayılmasını önlemek için kilise açmalarını, çan çalmalarını ve orduya asker olarak alınmalarını da yasaklıyordu:
"Ben ulu pâdişâh ve ulu şehinşâh, Sultan Mehmed bin Sultan Murâd Hân’um; yemîn ederüm ki, yeri ve göğü yaradan Perverdigâr hakkı içün ve Hazret-i Resûl Aleyhissalâtü Vesselâm’ın pâk ve münevver, mutahhâr rûhu içün ve yedi mushaf hakkı içün ve yüz yirmi dört bin peygamber hakkı içün ve dedem rûhu içün ve babam rûhu içün ve benim bâşım içün ve oğlancıklarımun bâşı içün ve kuşanduğum kılıç hakkı içün; şimdiki hâlde Galata’nın halkı ve merdüm-zâdeleri atebe-i ulyâma, elçileri Bâyilân ve falan ve fülân cevâbla kale-i mezkûrenin miftâhını gönderüb, bana kul olmağa itaat ve inkıyâd gösdermişler; ben dahî üzerlerine askerimle varup, kal’alarını yıkub harâb itmeyim.
Buyurdum ki; kendüleri ve malları ve rızklaru ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bi’l-cümle metâ’ları ve avratları ve oğlancıkları ve kulları ve câriyeleri kendilerinün ellerinde mukarrer ola, mütecâviz olmayım ve üşendirmeyim. Ânlar dahî rençberlik ideler, gayrı memleketlerüm gibi deryâdan ve karadan sefer ideler, kimesne mâni’ ve müzâhim olmaya; muâf ve müsellem olalar ve ben dahî üzerlerine şer’î haracı va’z idem, sâlbesâl edâ ideler gayrılar gibi ve ben dahî, bunların üzerlerinden nazar-ı şerîfim diriğ buyurmayub, bunları kayırayım; gayrı memleketlerim gibi. Ve kiliseler ellerinde ola ve okuyalar âyinlerince, ammâ çan ve nâkus çalmayalar ve kiliselerin mescid etmeyim, bunlar dahî yeni kiliseler yapmayalar. Ve Cinevîz bezirgânları karadan rençberlik idüb geleler ve gideler, gümrükleri âdet üzre vireler; ânlara kimesne taaddî etmeye. Ve buyurdum ki; ellerine doğancı ve kul konmıya ve buyurdum ki yeniçeriliğe oğlan almayım ve bir kâfiri rızâsı olmadan müslimân itmeyeler. Ve kendüleri arasında her kimi ihtiyâr iderlerse, maslahatları içün kethüdâ nasbedeler ve kale-i mezkûr halkı ve bezirgânları angaryadan muâf ve müsellem olalar. Şöyle bileler, alâmet-i şerîfeme îtimad kılalar.
Tahrîren fî evâhir-i Cemâziye’l-ûlâ, Sene 857.
(Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın 1453 yılı Temmuz ayında, Galata’daki hristiyanların şahsında, zımmîlere verdiği emânnâmenin orjinal nüshası: Biblioetheque Nationale'dadır. Turc Ancien, nr.130, 7a-8b yp.)
(1) Ahmed bin Hanbel, Müsned; c.4, s.335.
(2) Ebû Dâvud, İmâret: 33.
(3) Biblioetheque Nationale, Turc Ancien, nr.130, 7a-8b yp.
(4) Millet ktp. Al Emîrî bl., Manzûm Eserler kısmı.
(5) Hacc: 78
(6) İ. H. Dâhiçmend, "İzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi" c.1, s.137
(7) Z. N. Aksın, "Osmanlı Târihi", c.1, s.143.