Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
GÜNDEM - Hasletleri Kaybolan Bir Millet Musibetlere Hazır Olmalıdır - Ömer Öngüt
Hasletleri Kaybolan Bir Millet Musibetlere Hazır Olmalıdır
GÜNDEM
Uğur Kara
1 Haziran 2004

 

Hasletleri Kaybolmuş Bir Millet Musibetlere Hazır Olmalıdır!

 

Saldırı Altındayız:

Burnumuzun dibinde; ABD-İsrail ikilisinin akıl almaz saldırılarını; işkence-yakma-yıkma-katletme gibi sınır tanımaz zulümlerle taçlandırdığı bir ortamda kendimize sormamız gereken bir soru var:

"ABD bize de saldırır mı?"

Bu soruyu şu şekilde -daha gerçekçi bir yaklaşımla- sormak da mümkün:

"Dünyayı büyük bir kaos ve savaş ortamına sürüklemek isteyen, gözü dönmüş bir avuç insan(!) ‘ABD silahı’nı bize doğrultur mu?"

Bu soruların çok net bir cevabı var:

Bu silah zaten bizim de üzerimizde ve daha ötesi halihazırda ABD bize saldırıp duruyor.

Bu saldırılar henüz askeri boyuta taşınmış değil, ancak asimetrik savaş dedikleri, özellikle terör, finans ve medya silahları kullanılarak icra edilen saldırılarla netice almaya çalışıyorlar.

 

Saldırganlar Zaaflarımızdan
İstifade Ediyor:

Bilgi ve haberleşme teknolojilerinin akıl almaz boyutlara ulaştığı günümüzde bu tür saldırıların boyutunu ve zararlarını küçümsememelidir. Ancak unutulmaması gereken önemli bir nokta var ki, güçlüden güçsüz ülkeye yönelen bu tür asimetrik tehditler muhatap ülkenin zaaflarından yararlanmak suretiyle icra edilebilir.

Türkiye’nin ekonomik, toplumsal, yönetimsel hemen her alanda birçok zaafının bulunduğu; özellikle medya sektöründe birçok nüfuz casusunun köşe başlarını tuttuğu; küresel sömürge güçlerinin gönüllü işbirlikçisi gibi hareket eden gizli cemiyet üyelerinin medya, ticaret, üniversite gibi birçok sahayı adeta işgal ettiği; gerek soy gerekse inanç olarak kendisini küreselcilere yakın hisseden vatandaşlarımızın bu saldırılara gönüllü destek verdiği reddedilemez gerçeklerdir.

 

Zaaflarımızın Sorumluluğu
Yine Bize Aittir:

Türkiye’ye yapılan saldırılara kızıp, saldıranlara küfürler savurmak işin kolaycı yoludur. Esas üzerinde kafa yorulması gereken; "Türkiye neden bu tür saldırılara hedef olmasını kolaylaştıran bu kadar zaafın hepsini birden üzerinde taşımaktadır?" sorusudur.

Bu zaafiyetimizin sorumlusu herkesten önce biziz, kendimiziz. Herkes kendi payına düşen özeleştiriyi yapmalıdır. Saldıran belli, üzerimizde almak istediği neticeler belli. Biz ise kafamızdaki çengellere takılmış kalmışız. Düşman da bizi sallayıp duruyor. Bu fitne ve saldırıların bertaraf edilebilmesi, özellikle yönetim kademesinde yaşanan gerginliklerin tedavi edilebilmesi için kullanılması gereken reçetelerin hiçbirisi muhatapları tarafından kullanılmadı. Devlet kademesinin bir tarafı "Hoşgörü, diyalog" fitnesinin tesirinde almış başını gidiyor, diğer bir tarafı İslâm’a kin ve düşmanlık besleyen, İslâm’ı yok etmeye çalışan güruhun elinde oyuncak olmaya devam ediyor. Bu gidiş iyi bir gidiş değil. Bu sebeple bu noktada okuyucularımıza naçizane şu ikazda bulunmak isteriz ki: Bizi bekleyen fitne, fesat ve tehlikelere bulaşmayalım. Şeytanın ve küffarın elinde oyuncak olmayalım.

Millet olarak atalarımızın mirasını tepe tepe kullanıyoruz. İlahî yardım ve destekle yürüyoruz. İç yıkmak istiyor, dış yıkmak istiyor, dünya yıkmak istiyor; hâlâ ayaktayız. Bunu kimse kendisine maletmesin. Bu Hazret-i Allah’ın açık bir lütfudur. Atalarımızın cihad meydanlarına giderken yaptıkları duaların kabülüdür. Onlar savaş meydanlarına giderken geride kalanları Hazret-i Allah’a emanet eder öyle giderlerdi. Hâlâ bu dualar hürmetine nasipleniyoruz. Hazret-i Allah’ın bu millete yine büyük vazifeler yükleyeceğine dair umudumuz devam etmekle beraber bu isyan ve azgınlığımızın cezasının da olduğunu bilmemiz lâzım. Herkes kendi fitne çukurunda kalmakta ısrar ediyor. Bunun sonu pek hayra alemet değil. Taraf tutulacak zaman değil. Bu fitnelere bulaşacak zaman değil. Siyasete bel bağlayacak zaman değil.

İslâm görüntüsü sebebiyle birçok kimse Erdoğan’a ümit besliyor. Ancak Erdoğan’ın kafası çok karışık. Ne yaptığını bilmiyor. “Biz geldik ekonomi düzeldi” havasında. Fakat ekonomik göstergeler başka şey söylüyor. “Komşularımızla iyi geçineceğiz, AB’ne gireceğiz“ diye taviz üstüne taviz veriyor. Halk onu kendinden gördüğü için kalkanlarını indirdi, küffardan gelen sinsi saldırılara karşı korumasız kaldı. "Küreselleşeceğiz, modern dünyanın onurlu bir parçası olacağız." havasında, ancak küreselleşmenin Türkiye gibi ülkeleri ezerek tamamlanacağını göremiyor. "Reelpolitik" diye diye kendini ABD’ye kaptırdı gidiyor. ABD’nin kullanıldığını, savaş ve kan banyosunun artarak devam edeceğini göremiyor. İsrail ülkesi ile şu anki yönetimi ayırmak gerektiğini söylüyor, Amerikan yahudilerinden ödül alıp Japonya’da "İsrail devlet terörü yapıyor" diyor fakat küresel kaosun bir yahudi operasyonu olduğunu, İsrail hükümetinin bunun bir parçası olduğunu algılayamıyor. Kürtlere sahip çıkma hevesinde Kuzey Irak’taki ikinci İsrail’e fazla ses çıkartmıyor. Aklına eseni yaptıkça iktidar oldum, gücüm çoğaldı, küresel aktör olacağım zannediyor, ancak toplumsal ve yönetimsel fikir ve gönül birliği olmadan hasımlarla dolu bir dünyada at koşturamayacağını farkedemiyor, küffarın sahte sözlerine aldanıp umut bağlıyor. Türkiye’ye nefes aldıran Irak ve Kıbrıs gibi konular bile Erdoğan’ın istediği gibi neticelenmediği için rahatız.

Özetle stratejik analiz yetersizliği ve kararlarda isabet beceriksizliği sebebiyle duvara doğru hızla yol alıyoruz.

Bu sözlerimiz siyasete gönül bağlamış, ümit beslemiş okuyucularımıza ağır gelebilir. Sevgi gözü kör etmesin. Bizim vazifemiz görebildiğimiz hakikatleri duyurmaya çalışmaktır. Daha önceki yazılarımız okunduğu zaman bu niyetimiz ve gayretimiz çok daha iyi anlaşılacaktır.

Gönül isterdi ki; burada sadece dünya meselelerinde analizler yapalım, ABD’nin niye Samsun ve Trabzon’da üs istediğini, Türkiye üzerinde ne gibi planları olduğunu, bizi nasıl bir ülkeye dönüştürmek istediğini irdeleyelim. Ancak maalesef bu kadar önemli meselelerimiz arasında bizi iç kavgalarımıza boğup atını oynatmaya çalışıyor, biz de bu oyuna geliyoruz ya, söyleyecek söz kalmıyor.

 

Manevî Zaaflarımız Ülke Yönetimini
Dış Etkilere Açık Hale Getiriyor:

Bazı köşe yazarlarının “Türkiye, Türkler’e bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir.” dediği gibi, Türkiye Türkler’e bırakılmıyor.

Peki biz bu kadar aciz miyiz? Dünya tarihinden çıkardığınız zaman kocaman bir boşluk kalacak kadar tarih yazmış bir millet kendini yönetmekten aciz mi? Bazı mütefekkirlerin söylediği gibi “Sömürmek için değil, yönetmek için fetihler yapmış”, Asya’da, Çin’de, Hindistan’da, Rusya’da, Afrika’da, Avrupa’da ülkelere hükmetmiş, milletleri yüzyıllarca adaletle yönetmiş bir millet kendi iktidarını ele alamayacak kadar, kendi halkına adalet götüremeyecek kadar aciz mi?

Evet aciziz. Çünkü fitne ve fesat her tarafımızı sarmış; dinimizi, itikadımızı, ahlâkımızı, hemen bütün hasletlerimizi, her şeyimizi kaybetme noktasına gelmişiz.

Önceki yıllarda düşman sinsice içimize sızıp, sinsi taktiklerle icraatını yürütüyordu. Artık o devirler kapandı. Düşmanımızın, düşmanımızın içimizdeki uzantılarının, düşmanımızın sinsi planlarının ve bize nasıl husumet beslediğinin iyice ayyuka çıktığı bu devirde biz hâlâ birbirimizle uğraşıyorsak, devlet-millet kaynaşmasını beceremiyorsak kimsede suç bulmayalım.

 

İnsan Formüle Edilemez:

İnsan ve insan topluluklarının iki temel unsuru vardır. Birisi maddî, diğerî manevî unsurdur. İnsan da böyledir, millet de böyledir. Manevî unsur en az maddi unsur kadar elle tutulur gözle görülür bir şeydir. İhmal edilmesi mümkün değildir. Hazret-i Allah insana kendi sıfatlarından cüz’î parçalar vermiştir. Bu sebeple insan formüle edilemez. Tarife sığmaz. Bu sebeple Hazret-i Allah’a varan yollar mahlûkatın nefesleri adedincedir.

Kendisini bilelim, emirlerini tanıyalım diye Hazret-i Allah’ın taktığı ilahi nimetleri gayrı yollarda harcayan insan ahlak ve adalet sahibi olamaz. İnsanlığa ahlâk ve adalet taşıyamaz.

İnsan formüle edilemediği için, tarih de formüle edilemez. İnsan formüle edilemediği için sosyoloji de formüle edilemez. İnsan formüle edilemediği için felsefe de formüle edilemez. Bu sebeple bu ilim dalları hakkında “Bilim midir, değil midir?” diye tartışılmış, hâlâ da tartışılmaktadır.

İnsan formüle edilemez derken; insan davranışları hakkında, eldeki verilerle yola çıkarak tahminde bulunmak zordur, eldeki verilerle toplumların, milletlerin alacağı şekli tahmin etmek de zordur. Ayrıca insan Hazret-i Allah’ı bilmek için var olduğundan insanı, tarihini yönlendiren Hazret-i Allah’ın takdiri vardır, O’nun kudreti vardır. Ve bu kudret hiçbir şeyle sınırlandırılamaz. Bununla beraber Hazret-i Allah’ın adetullahı vardır, yaratmasını sebeplere bağlamıştır. Böylece kendisini gizler. İnsan bu gizliliğe vakıf oldukça aşk ve şevk ile Yaratanı’na yönelir. Tarih boyunca peygamberler ve tasavvuf ehli erenler vasıtasıyla bu gizlilik tarif edilmiş, bu gizliliğin ilmi taliplilerine talim edilmiştir.

Bu gizli ilmi tahsil eden, insanın temel unsurlarını, beden, ruh ve nefsi tanıyan, öncelikle kendi nefsini yani kendisini ıslah etmeye çalışan insanlar ve milletler gerçek medeniyetin sahibi ve kurucusu olmuşlardır. Bunun ikinci bir yolu yoktur. Bu tahsili yapmayan insanların, milletlerin kurduğu medeniyetler sahte medeniyetlerdir. Bütün adalet ve ahlak kaideleri -bugün Irak’ta açıkça görüldüğü gibi- insanları kandırmak için çirkin ruha giydirilen iğreti elbiselerdir.

“Batı Medeniyeti kendinden olmayan insanlara huzursuzluktan başka bir şey getirmemiş, kendi insanına getirdiği huzur ise bazı maddi isteklerin tatmin edilmesinden öteye geçememiştir.

Bunun en büyük sebebi Batı insanının vitrine hitap eden zihin yapısıdır. Bu haliyle Batı insanının sinema artistlerinin ışıltılı dünyasına benzer ışıltılı bir dünya tesis ettikleri, içe nüfus edemedikleri görülür. Görünen yüz, düşünme kabiliyetinden yoksun kalabalıkların imrendiği bir yüz iken, görünmeyen arka yüzde cinnet geçirmiş, buhranlara ve bunalımlara düşmüş bir insan vardır. Üstelik insanların kendisini seyretmediği bu arka yüzü ile başbaşa kaldığında dünya üzerinde büyük katliamların, soykırımların, sömürülerin müsebbibidir.

Bugün Batı Toplumu cinnet geçirmektedir. Uyuşturucu ve cinsel sapıklık girdabında boğulmakta, gittikçe azalan genç nüfus gayesiz hayatlarında kendilerini tatmin uğruna her türlü sapıklığa meyletmektedir. Aile kurumunu yıktıkları için nesli kesilmeye başlayan ve gittikçe yaşlı bir halk haline gelen bu ülkeler yokoluşa doğru giden bu yoldan büyük bir ürküntü duymaktadırlar.” (Hakikat, Aralık 2001, sh: 39-40)

 

Türk Milleti Yaratılışın
Asli Sebeplerine Riayet Ettiği İçin
Muvaffak Olmuştu:

Türk milletinin İslâm tarihinde olsun İslâm tarihinden önce olsun dîni inançları incelendiğinde bu hakikatle karşılaşılır. Batılı insanlar kendi pagan (putperest) köklerine bağlı olarak nerede putlu medeniyet varsa (Yunan, Mısır) onlara ilgi duymuş, nerede gösterişli putlar inşa edilmişse oralara hayranlık beslemiştir.

Türk tarihinde böyle putlu medeniyetler yoktur. Atalarımızın her millet gibi yoldan saptığı devirler illaki olmuştur. Ancak genel olarak, özellikle yönetim kademesinde hakikate ve hakikat ehli erenlere tabiyetin izlerine rastlanır. Bu yöneticiler tâbi olmakla kalmamış; halkını, kavmini hak ve hakikate, gerçek dine davet etmişlerdir. İslâm’a geçişte de böyle olmuştur. İslâm’a tabi olmada yaşanan bu vakıa gibi, İslâm tarihinde Asr-ı saadetten sonra Osmanlı ile ikinci bir devir açmaya muvaffak olmamızda da bu tarihi altyapının, kültür mirasımızın büyük payı vardır. Ne zamanki bu durumun tersi yaşanmıştır; o zaman bu millet fetret devrine girmiştir. Bu millet yaklaşık 200 yıldır bir fetret devri yaşamaktadır.

 

Biz Böyle Değildik:

Bugün yaşadığımızın sıkıntıların ve devlet yapımızı zayıflatan sebeplerin hepsinin temelinde yatan gerçek, millet olarak yukarıda izah edilen fetret devrini yaşamamızdır. Dolayısı ile fikir ve gönül birliğine sahip olamayışımızdır. Biz millet olarak bu birlikteliğe sahip olamadığımız için içimizdeki yabancı unsurlar ve kendisini bu yabancı unsurlara menfaatleri uğruna satmış soysuzlar bizi esir almıştır.

Halbuki bir zamanlar durmak bilmeyen, yayından fırlamış bir ok gibiydik; öyle bir ok ki gidiyor, gidiyor, gidiyordu... Zaptedilmez bir küheylan gibiydik; yorulmak bilmeden koşuyor koşuyor koşuyorduk... Kasırga gibiydik önümüze çıkanlar devrilmek zorunda kalırdı, eser eser eserdik. Öyle bir ok ki, hedefini seçerdi, zalimleri arar bulurdu. Öyle bir kasırga ki, dostunun yanında birden seher yeline dönerdi. Gözümüz her zaman ufuklardaydı. Geriye bakmaya fırsatımız bile yoktu. Hasımlarımız bile bizi hayranlıkla seyreder, gıpta ederdi:

“Deviren, kırıp döken, silip süpüren yaman bir kasırgayı seher yeli gibi yumuşaklaştırmak mümkün müdür? Korkunç dalgalarını kabarta kabarta yürüyen bir denizi birden sakinleştirmek kabil midir? Yıldırımı güle çevirmek imkânı var mıdır? İnsanlar ve hatta tabiat bu sorulara: ‘Hayır, hayır, hayır’ demekte tereddüt etmez, değil mi?.. Halbuki ben kasırganın seher yeline, coşmuş denizin sevimli bir göle, yıldırımın güle inkılâb ettiğini gördüm!

Türk’ten bahsediyorum. Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya, korkunç bir denize ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türk, dost yanında ve silâhsız kalmış düşman karşısında bir seher yelidir, berrak bir göldür. Gönül açan bu yeli kasırgaya, göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize, ıtrında asalet uçan bu gülü yıldırıma çevirmek tabiatı da inciten bir gaflet olur.” (1544-1595 yılları arasında yaşamış İtalyan şairi Tasse’nin Haçlı seferlerine methiye düzen ‘Kurtulan Kudüs’ isimli eserinde hakikati teslim eden satırları. Tarihte Türkler İçin Söylenen Büyük Sözler, sh: 9)

“İnsanları yükselten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur, kadının iffetli olması. Bu iki meziyetin yanıbaşında her iki cinsi, kadınla erkeği şereflendiren tek bir fazilet vardır: Vatana -icabında her şeyi tereddütsüz feda edecek kadar- bağlı olmak. Bu meziyetler ve bu fazilet en büyük kahramanlığı; hayatın elemine, kederine karşı fütursuz kalmayı ve ağır hadiselerin acılarına göğüs görmeyi doğurur. İşte Türkler bu çeşit kahramanlardandır ve ondan dolayı Türkler öldürülebilirler, lâkin mağlup edilemezler.” (Napoleon Bonapart, Tarihte Türkler İçin Söylenen Büyük Sözler, sh: 15)

İffeti kaldırmaya, yıkılan çürüyen Avrupa’ya benzemeye çalışıyoruz. Ne kadar kötü ahlaki sıfat varsa millet olarak üzerimizde taşıyoruz. Öyle anlaşılıyor ki bu günah ve kabahatlerimizin cezasını çekeceğiz. Gerek harp ateşi, gerek isyan ateşi. Hazret-i Allah’tan dileğimiz odur ki cezamızı hafif kılsın, bizi küffara çiğnetmesin. Amin.


  Önceki Sonraki