Kâfirler için en acı gün gelmiş çatmış bulunuyor. Herkes kendi şerrine, günahına ve sapıklığına uygun bir sıra içinde bulunur.
Cehennemin her kapısında son derece sert tabiatlı, güçlü kuvvetli ve sayılamayacak kadar çok miktarda merhametsiz zebâniler bulunur. Taraf-ı ilâhîden zebânilere emrolunur:
“Tutun onu! Hemen bağlayın!” (Hâkka: 30)
Ellerini ensesine bağlayın ki rezil rüsvay olsun!
“Sonra atın onu cehenneme!” (Hâkka: 31)
Sıcağında yansın. Çünkü o oraya müstehak olmuştu, onun son durağı cehennemdir.
“Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!” (Hâkka: 32)
Allah-u Teâlâ: “Tutun onu!” buyurduğu zaman yetmiş bin melek birden onun üzerine yüklenir, her biri boynuna zinciri geçirmek için çalışır.
Bu arşın meleklerin arşınıyladır.
“Çünkü o ulu Allah’a iman etmezdi.” (Hâkka: 33)
İmansızlık iliklerine işlemişti. Değil iman etmek, Yaratıcı’sının adını bile duymak istemezdi.
“Yoksulu doyurmayı teşvik etmezdi.” (Hâkka: 34)
Kendisi fakir-fukarayı gözetmediği gibi, başkalarını da teşvikte bulunmazdı, başkalarının onlara yemek vermesinden hoşlanmazdı.
“Bugün onun için candan bir dost yoktur.” (Hâkka: 35)
Ne bir acıyanı bulunur, ne de elinden tutanı bulunur. Cehennem ile kendisi arasında hiçbir engel kalmaz.
“Ancak günahkârların yediği, kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.” (Hâkka: 36-37)
Sadece kanlı irinle de kalmayacak, her türlü mülevves şeyleri yemek zorunda kalacaklardır.
Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur’an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.
Şayet o, Kur’an-ı kerim’e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.
Kur’an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb’inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm’a izafe edilmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur’an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür.” (Hâkka: 38-39-40)
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin “Dikkat edin!”mânâsına geliyor. Gerçekten onu seven şereflidir, amma onu sevmeyen şerefsizdir. Çünkü ona o şeref ve izzet Hakk’tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, din kurucu bölücülerle, türemelerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder. Kahrından ötürü de ona çok şiddetli bir azap ile azap eder.
“O bir şâir sözü değildir.” (Hâkka: 41)
Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin, hükümlerine kulak verin. O ne şiirdir ne de nesirdir. Hiçbir şiirin ve nesirin Kur’an-ı kerim’deki fesâhat ve belâğata erişmesi mümkün değildir.
“Ne de az inanıyorsunuz!” (Hâkka: 41)
İlâhî beyanlarını tasdik etmiyorsunuz, böylece de iman şerefinden mahrum oluyorsunuz..
“Bir kâhin sözü de değildir.” (Hâkka: 42)
Kâhinlerin sözleri tutarsızdır, gerçekten uzaktır, zandan ibarettir.
“Ne de az düşünüyorsunuz!” (Hâkka: 42)
Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.
Allah-u Teâlâ burada ona şâir ve kâhin diyenlere cevap veriyor ve onu lütfuyla yâd ediyor.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şâir ve kâhin olmadığını, bizzat Zât-ı akdes’i tarafından indirilen Kur’an-ı kerim’i neşretmek için, emirlerini tebliğ etmek için seçtiği, sevdiği bir peygamber olduğunu beyan buyuruyor.
“Kur’an âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.” (Hâkka: 43)
Muhammed Aleyhisselâm onu olduğu gibi bildirmekle vazifeli ve çok şerefli bir peygamberdir. İşte Kur’an-ı kerim’in hakikati budur.
Bu sözleri kendinden uydurup katsaydı, Allah-u Teâlâ onu muhakkak yok edeceğini beyan ediyor.
“Eğer o Peygamber, bize karşı bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı; elbette biz onu kuvvetle yakalardık, sonra da kalp damarını koparırdık.” (Hâkka: 44-45-46)
O vakit ona değer vermek şöyle dursun, onu hemen helâk ederdik.
“Sizden hiç kimse onu koruyamazdı.” (Hâkka: 47)
Böyle bir durumda hiçbiriniz onunla bizim aramıza giremez, azabımı ondan savamazdı. Fakat o böyle bir şeyi hayalinden bile geçirmedi, ilâhî hükmü olduğu gibi tebliğ etti. Doğruluk ve güvenirliliği gün gibi ortadadır.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı saâdet’ten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir.
“Doğrusu o (Kur’an) takvâ sahipleri için bir öğüttür.” (Hakkâ: 48)
Kur’an-ı kerim’den faydalanabilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Her şeyden önce Hazret-i Allah’tan korkan, Âyet-i kerime’ler okunduğu zaman imanları artan müminler ondan faydalanırlar. Onun hidayeti ile yollarını bulurlar, dünyâ saâdetine âhiret selâmetine ererler.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Kur’an-ı kerim’in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki bu Kur’an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür.” (Târık: 13)
Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nûru ile aydınlanmaktır.
Allah’tan korkmayanlara gelince, onların kalpleri katılaşmış, kararmış, o nûru göremez olmuş, gaflet içinde kalmışlardır.
“Bununla beraber biz biliyoruz ki, içinizde onu yalanlayanlar vardır.” (Hâkka: 49)
Kur’an-ı kerim’in Allah kelâmı olduğunu bildiği halde; işine gelmediği, menfaatine ters düştüğü için bazı hükümlerini inkâr ve iptal etmeye kalkışmaktadırlar. Değil bir hükmünü, bir harfini bile inkâr eden dinden çıkar.
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenler işte bunlardır.
“Muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür (bir iç yarasıdır).” (Hâkka: 50)
Kur’an nûrunun etrafa yayıldığını, beşeriyetin nurlanmaya başladığını gördükçe içleri yandığı gibi; âhirette Kur’an nûruyla münevver olanların aldıkları mükâfâtı görünce, ebedi bir pişmanlık içinde kalırlar.
“Ve kesinlikle o, şüphe olmayan bir gerçektir.” (Hâkka: 51)
Yalanlayanların yalanlamalarına, hükümlerini çürütmeye çalışmalarına rağmen hakk’al-yâkin bir kitaptır. Kendisinde aslâ kuşku ve tereddüt bulunmayan doğru ve gerçek haberdir.
“Öyleyse yüce Rabb’inin adını tesbih et!” (Hâkka: 52)
O’nu şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih et.
Hâkka Sûresi’nin, "Kur’ân’ın Bir Şâir ve Kâhin Sözü Olmadığını" Beyân Eden Âyet-i Kerîme’leri, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-i Çok Etkilemişti:
Hâkka sûre-i şerîf’inin 40. 41. ve 42. Âyet-i kerîme’leri, müslüman olmadan önce Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-in kalbinde derin izler açmış; gönlünde İslâm’a karşı çok büyük bir meyil ve hayranlık uyandırmıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- bu ânı şöyle anlatır:
"Müslüman olmadan önce, Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet ve kötülük etmek niyetiyle evden çıkmıştım. Harem-i şerîf’e vardığımda, baktım ki o benden önce gelmiş namaz kılıyordu. Usulca gittim ve arkasına dikildim. Hâkka sûresi’ni okumaya başladı. Kur’ân’ın etkileyici üslûbuna hayran kaldım. Kendi kendime Kureyş’in dediği gibi; ‘Bu adam olsa olsa bir şâirdir!’ diye düşündüm.
Tam o sırada; ‘O bir şâir sözü değildir! Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 41) Âyet’ini okudu.
Bu defâ içimden; ‘Şâir değilse kâhindir!’ diye geçirdim.
Hemen; ‘O bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!’ (Hâkka: 42) Âyet’ini, ardından da sûreyi sonuna kadar okudu.
Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı; işte o günden sonra İslâm sevgisi gönlümde yer etmeye başladı." (Ahmed bin Hanbel, Müsned.)