Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)
Resulullah Aleyhisselâm’ın âlemlere rahmet olarak geldiği milâdi altıncı asırda, dünyanın üzerini kara bulutlar kaplamıştı. İnsanlık âlemi; zulüm, istibdat, cehalet ve sefalet içinde inliyordu.
Cehâlet karanlığı, ilim ve faziletin aydınlığını alabildiğince bastırmıştı. İnsanlar ne okuma yazma ile ilgileniyorlar, ne de başkalarından bir şey öğrenmeye gayret ediyorlardı. Okuma yazma bilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdı.
Şirk ve putperestlik almış yürümüştü. Dinsiz milletler; taştan ve ağaçtan, altın ve gümüşten veya diğer maddelerden yaptıkları, çeşitli yüz ve vücut hatlarına sahip heykellere tapıyorlardı. Her tip ve her boyda putlar vardı. Mekke putperestliğin merkezi haline gelmişti. Kâbe’nin içinde üçyüzaltmış kadar put vardı.
Ayrıca Taif’de Lât, Nahle vâdisinde Uzzâ, Mekke ile Medine arasında Kudeyt mevkiinde Menât putları vardı. Kâbe’nin içindeki putlardan en önemlisi ise Hübel’di.
Hıristiyanlık dini bozulmuş, tek Allah’a inandıklarını söyleyen hıristiyanlar; tanrının bir de oğlu olduğunu, üçüncü tanrının da Ruhül-kuds olduğunu iddiâ ediyorlardı. Yahudiler ise Allah’a insanî sıfatlar yakıştırıyorlar, icabında insan kılığına girdiğini, Üzeyir adında bir oğlu olduğunu söylüyorlardı. Ayrıca ateşe tapan Mecusîler, yıldızlara tapan Sâbiiler de vardı. Kısacası tek Allah’a inanmanın dışında, ne kadar çok inanç ve ibadet şekli varsa, hepsi o çağın insanlarında mevcuttu.
Sosyal durum ise yürekler acısı idi. Arabistan halkı çok çeşitli kabilelere ayrılmış bulunuyordu. Bir hükümdara baş eğip itaat ederek toplu bir millet haline gelememişler, esaslı bir devlet kuramamışlardı. Devlet anlayışı kabile gelenekleri arasında kaybolup gitmişti. Durumlarını düzeltecek, geleceklerini emniyet altına alacak kanunları da yoktu. Kabileler arasında kan dâvâları yüzünden iç harplerin ardı arkası kesilmek bilmezdi. Birbirleri ile uğraşmaktan başka işleri yoktu.
Nesilleri tüketip bitiren kan dâvâları itiyat halinde idi. Savaşlarda, baskınlarda esir edilen insanların diri diri yakıldığı olurdu. Hasımlar birbirini ele geçirdikleri takdirde kafa taslarını kadeh gibi kullanarak içki içeceklerine yemin ederlerdi. İnsanları işkence ile öldürmekten zevk alınırdı.
Mülk birkaç zengin arasında dağıtılmıştı. Halkın geri kalan kısmı, hiçbir şeye sahip olmamaları yüzünden sefalet içinde kıvranıp duruyorlardı. Açlıktan hurma çekirdeklerini yerlerdi. Hayvan leşlerini bile yemek mecburiyetinde kalırlardı.
Kim daha güçlüyse başkasının hakkına tecavüz eder, malına ve mülküne konardı.
Evliliğin sınırı yoktu, bir kişi on veya daha fazla nikâh yapabilirdi. Üvey anne ile evlenmekten çekinmezlerdi. Bunun yanında boşanma ise çok yaygındı. Fahişeliğin her çeşidi almış yürümüştü.
Kadın erkeğin malı durumunda idi. Önce babasının, evlendikten sonra kocasının, kocası ölünce de oğlunun esiri idi. Ölen bir adamın kadınları, vârisler arasında hayvanlar gibi taksim olunurdu.
Çıplaklık ayıp sayılmıyordu. Ulu orta çıplak dolaşırlar, açıkta çıplak yıkanırlar, kadın-erkek Kâbe’yi çıplak tavaf ederlerdi.
Kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vahşet gösteren ve bundan acı bile duymayan âileler vardı. Kimisi başkalarına gelin gitmesinler diye, harplerde esir düşüp câriye olmasınlar diye, âileye yük olmasınlar diye öldürür; kimisi de çocuklarını putlara kurban ederdi.
Ölenin mirasından kadın ve çocuklara pay verilmezdi. Ayrıca âilede en güçlü kişi, ölenin bütün mirasına el koyardı.
Allah-u Teâlâ:
“Doğrusu siz O’nun yol göstermesinden önce sapıklardan idiniz.” (Bakara: 198)
Âyet-i kerime’si ile onların sapıklıklarını vasıflandırmıştır.
Yalnız Araplar değil, insanlık âlemi maddî mânevî ıstıraplar içinde idi. Arabistan’ın iki büyük komşusu olan Bizans ve İran, korkunç bir uçuruma doğru sürükleniyordu. Hülâsa olarak bu devirde ne tarafa bakılsa, cihanın her yeri herc-ü merç içinde idi. Islahı için ancak bir kurtarıcının zuhuru gerekiyordu. Bu hakiki mürşid, olsa olsa Allah-u Teâlâ tarafından vazifelendirilen bir peygamber olabilirdi ve geleceği dört gözle bekleniyordu.
Nur kaynağı Muhammedî güneş tülû etti, Hicret’ten 53 yıl önce, Milâdî 571 yılının 20 Nisan’ında, Rebiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke-i Mükerreme’nin Hâşim oğulları mahallesinde beklenen kurtacısı dünyaya teşrif etti.
Babası Abdullah iki ay önce vefat etmişti.
Annesi doğum sancılarını hiç hissetmemiş, anadan sünnetli ve göbeği kesik olarak doğmuş, o gece mecûsilerin bin yıldan beri yanmakta olan ateşgedeleri sönmüş, İran’da Sâve gölünün suları çekilmiş, suyu kesilmiş olan Semâve vâdisini su basmış, Kisrâ’nın sarayından ondört şerefe yıkılmış... O gece bazı olağanüstü hadiseler cereyan etmişti. Ayrıca Kâbe’deki büyük putların yüzüstü yere düştüğü görülmüştü.
Âmine doğumdan sonra çocuğunu bir süre yanında tutmuş, ardından da süt anneye vermiştir. Dört yaşlarında iken onu tekrar yanına almış ve iki yıl daha beraber kalmışlardır.
Âmine âilenin dayıları sayılan Neccar oğulları ve Abdullah’ın kabrini ziyaret etmek için, oğlunu ve hizmetçisi Ümm-ü Eymen’i de yanına alarak Medine’ye gitti. Orada bir ay kaldılar. Dönerlerken Ebvâ denilen yerde Âmine âniden hastalanarak vefat etti ve oraya defnedildi.
Âmine ölmeden önce şu sözleri söyledi:
“Her yaşayan ölür, her yeni eskir, her çok azalır, her büyük fenâ bulur. Ben de öleceğim, fakat ebedî anılacağım. Çünkü arkamda hayırlı bir halef bırakıyorum.”
Ümm-ü Eymen çocuğu alarak Mekke’ye getirmiş ve dedesi Abdülmuttalib’e teslim etmiştir.
İki yıl dedesinin yanında kaldı. Onun da vefat etmesi üzerine amcası Ebu Tâlib’in evine geçti.
Muhammed Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın bizzat himayesinde büyümüştü. Göz alıcı mucizelerle, halkettiği yüce sebepler ve büyük hikmetlerle onu korumuş, Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştu:
“Resulüm! Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde, gözetimimiz altındasın.” (Tur: 48)
Bu da hiç şüphesiz ki şereflendirici ve ünsiyet verici hususi bir tabirdir. Onu kendi haline bırakmamış, gözetimi altında bulundurmuş, kudret elini ondan hiç çekmemiştir.
Çocukluk çağını amcasının şefkat kanadı altında geçirdi. Ebu Tâlip yeğenine gerçekten hâmilik yapıyor, onu câhiliyet devrinin kötülüklerine bulaştırmamak için olanca titizliği gösteriyordu. Zaten Allah-u Teâlâ onu her türlü kötülüklerden nefret duyacak şekilde yaratmış, her iyiliği her üstün meziyeti onda toplamıştı. Bunun içindir ki daha çok “El-emin” diye anılır, diğer adı ile pek anılmazdı.
Oniki yaşında bulunduğu sıralarda amcası Ebu Talip ile ticaret için Suriye taraflarına gidip geldi. Onyedi yaşlarında iken de amcaları ile Kureyşlilerin ticaret kafilerine katılarak Yemen’e gidip geldi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yirmibeş yaşlarında bulunduğu sırada Kureyş’in en zengin, en asil ve en soylu kadını olan Hazret-i Hatice ile evlendi.
Bu dönemde sıkıntılı günleri geride bıraktı. Hazret-i Hatice daha önceleri başkaları aracılığı ile ticaret yapardı. Fakat bu aracılar dürüst ve güvenilir olmadığı için çoğu zaman beklediği kârı elde edemiyordu. Fakat işlerin idaresi tamamiyle Resulullah Aleyhisselâm’ın eline geçtikten sonra büyük kazançlar temin edildi.
Peygamberlikten önceki hayatında olduğu gibi, peygamberliğinin sıkıntılı günlerinde de; sevgisiyle, kalbinin rikkatiyle, imanının kuvvetiyle, sadakat ve faziletiyle, akıl ve zekâsıyla Resulullah Aleyhisselâm’ın en yakın desteği ve yardımcısı, vefakâr ve cefâkâr bir hayat arkadaşı oldu. Etrafında pervane gibi döndü. Dertlerini paylaştı. Her güçlüğe göğüs gerdi, her sıkıntıya katlandı.
Bu mübarek izdivaçtan ikisi erkek dördü kız olmak üzere altı çocukları oldu.
Nihayet Allah-u Teâlâ’nın Muhammed Aleyhisselâm’ı peygamber olarak göndereceği gün gelmiş bulunuyordu.
610 yılının Ramazan ayında daha önce olduğu gibi yine Hira’daki mağarada inzivaya çekilmişti. Kadir gecesinde ve gece yarısından sonra idi. Ridâsına bürünüp murakabaya dalmış olduğu bir sırada kendisine birden bire ilk açık ve bâriz vahiy geldi. Vahiy meleği Cebrail Aleyhisselâm görünerek “Oku!” dedi. Resulullah Aleyhisselâm okuma bilmediği için “Ben okumayı bilmem” diye cevap verdi. Çünkü o gerçekten ümmî idi. Bunun üzerine melek onu tutup, takatı kesilinceye kadar sıktı ve bıraktı. Sonra yine “Oku!” dedi, Resulullah Aleyhisselâm aynı cevabı verdi. “Ben okumayı bilmem.” buyurdu. Melek yine tutup baştan ayağa takati kesilinceye kadar sıktı ve “Oku!” dedi. Aynı şekilde “Ben okumayı bilmem.” diye cevap verince yine tuttu, her defasındakinden daha kuvvetli sıktıktan sonra bıraktı ve şu Ayet-i kerime’leri okudu:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. O ki, kalemle (yazı yazmayı) öğretti, insana bilmediğini O tâlim eyledi.” (Alâk: 1-5)
Resulullah Aleyhisselâm da vahyolunan bu Âyet-i kerime’leri tekrarladı ve kalbine nakşolunduğunu hissetti. Cebrail Aleyhisselâm o sırada gözden kayboluverdi. İlk vahiy bu suretle başlamış oldu.
Bu tecelliler karşısında kalbini muazzam bir haşyet sardı. Uzuvları titreyerek dağdan döndü. Eve geldiğinde Hazret-i Hatice’ye “Beni örtünüz, beni örtünüz!” buyurdu. Titremesi gidinceye kadar vücudunu sarıp örttüler. Bir müddet dinlenip sakinleştikten sonra “Yâ Hatice bana ne oldu?” diye sordu ve gördüklerini bir bir anlattı. “Doğrusu kendimden korkmuştum.” buyurdu.
Hazret-i Hatice Validemiz eşini teskin etti:
İlk vahyin gelişinden sonra uzun bir müddet Cebrâil Aleyhisselâm ikinci bir vahiy getirmedi.
Nihayet beklenen zaman geldi, Fetret-i vahy bitti. Resulullah Aleyhisselâm Bathâ denilen bir yerde bulunduğu sırada Cebrâil Aleyhisselâm kendisine Allah-u Teâlâ’nın onu yaratmış olduğu aslî suretinde görünmüştür. Onun altıyüz kanadı vardı ve yaratılışının büyüklüğü ufku kaplamıştı.
Resulullah Aleyhisselâm kırk yaşlarında iken “Oku!” emri nâzil olduğunda Nebi olmuş, henüz başkalarına dini tebliğ ile vazifelendirilmemişti.
Resulullah Aleyhisselâm insanları uyandırma emrini alınca tebliğ işine bir anda ve bütün gücüyle başlamadı. Temkinli, tedbirli ve ihtiyatlı davrandı. Dâvetini ilk önce mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalıştı, bu ferdî ve gizli çalışmalar üç sene devam etti.
İlk müslümanlar arasında her sınıftan insan vardı. Eşraftan kişiler olduğu gibi; daha çok fakirler, güçsüzler ve köleler iman ediyor, sayı günden güne artıyordu.
Her ne kadar İslâmiyet gizli tutulmaya çalışılmışsa da, müslümanlar yine de müşrikler tarafından gözetlenmekten kurtulamadılar.
Müşrikler ilk sıralarda Resulullah Aleyhisselâm’ın Kâbe’de namaz kılmasına karışmazlardı. Müslümanlar ise namazlarını gizlerler; ya evlerinde ya da ıssız yerlerde birbirlerine gözcülük etmek suretiyle kılarlardı.
İslâmiyet artık Mekke’de yayılıp halk arasında konuşulur olmuştu.
Peygamberliğin dördüncü yılında idi.
Müşriklerin saldırısı dikkate alınarak tedbirli ve temkinli hareket etme dönemi bitmiş, gizlilik merhalesi geçilmiş, az-çok bir güç meydana gelmişti.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem’ine, hak olarak gelen şeyleri açıklamasını, İslâm’ı açıktan açığa tebliğ etmesini emir buyurdu:
“Sana emrolunanı açıkça söyle ve o müşriklerden yüz çevir.” (Hicr: 94)
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm Rabbi’nin emrini yerine getirmeye başladı. Artık Kâbe-i muazzama’ya giderek Kur’an-ı kerim’i sesli olarak okumaktan çekinmiyordu. Hür olsun köle olsun, her gruptan insanı İslâm’a davet ediyor, çeşitli yerlerden Mekke’ye ziyarete gelenleri de İslâm’a çağırıyordu.
“Önce yakın akrabalarını uyar.” (Şuarâ: 214)
Âyet-i kerime’si nâzil olunca Resulullah Aleyhisselâm bir süre, hastalanmış gibi evinde bulundu. Hatta halaları kendisini hasta zannederek sağlığını sormaya gelmişlerdi. Çünkü kavmini ve hısımlarını çok iyi tanıyordu.
Nihayet onları evinde yemeğe davet ederek bu vesile ile tebliğini duyurmaya karar verdi. Amcaları Ebu Tâlip, Abbas, Hamza, Ebu Leheb ve Abdülmuttalip âilesi hep geldiler. Kırk kişi kadar varlardı. Yediler içtiler. Yemeğin sonunda Resulullah Aleyhisselâm söz aldı. Allah-u Teâlâ’nın kendisini Peygamberlikle vazifelendirdiğini ve bu tebliğin ne olduğunu söyler söylemez Ebu Lehep küstahça sözler söyleyerek konuşmasına imkân vermedi ve dağıldılar. Bu durum Resulullah Aleyhisselâm’ın çok ağırına gitti. Daha ilk dâvette amcası karşısına dikilmişti. Bunun üzerine Cebrâil Aleyhisselâm gelerek kendisini teselli etti ve cesaret verdi.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem’ine en şerefli vasıf olan risalet sıfatı ile hitâp ederek, kendisine bildirmiş olduğu şeylerin tamamını, Kur’an-ı kerim’in bütün hükümlerini tebliğ etmesini emir buyurdu:
“Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” (Mâide: 67)
Resulullah Aleyhisselâm bu tebliğ işini evde, çarşıda, pazarda, Kâbe’de, hususi sohbetlerde, açık toplantılarda aralıksız yürüttü.
Hacc için, seyahat veya ticaret için, her ne sebeple olursa olsun, hariçten Mekke’ye gelenlere de; zengin fakir, kadın erkek, genç yaşlı, tüccar, esnaf, işçi, köle... demeden herkese İslâm’ın esaslarını, imanın hakikatlarını anlatırdı. Bazıları sert tepki gösterir, kötü sözler söyler, hatta taş toprak atanlar bile olurdu.
Hele hele müşriklerin ve putlarının aleyhinde olan:
“Siz ve Allah’tan başka taptığınız şeyler cehennem ordususunuz. Siz oraya gireceksiniz.” (Enbiyâ: 98)
Âyet-i kerime’si nâzil olduğu zaman küplere bindiler. Muhammed Aleyhisselâm’a karşı, İslâm dinine karşı ve müslümanlara karşı son derece nefret ve husumet beslemeye, kızmaya, azgınlığa ve ateş püskürmeye başladılar. Bu Nur’un yayılmasına engel olmak, onu bastırmak ve yok etmek için her türlü çareye başvuruyorlardı.
Bu safhada İslâm’la küfür arasında kıyasıya bir mücadele başlamış oldu.
Müşrikler halkı Resulullah Aleyhisselâm’dan ve müslümanlardan soğutmak ve uzaklaştırmak için ağızlarına ne geliyorsa söylüyorlardı. Kimi şâir olduğunu, kimi kâhin, kimi sihirbaz, kimi mecnun olduğunu söylüyor ve bu iftirâları her yerde yayıyorlardı. Hatta seyahat ve ticaret için başka memleketlere gittikleri zaman, veya başka yerlerden gelenlere bu yalanlarını en iğrenç bir şekilde sürdürüyorlardı.
Müşrikler denedikleri bu usüllerden netice alamayınca zulüm siyasetine başvurmaktan başka çare kalmadığını anladılar ve müslümanlara düşmanlıkta daha şiddetli davranmaya, eziyet ve işkence faslına başladılar.
Ebu Cehil, makam ve şeref sahibi birinin müslüman olduğunu duyduğu zaman onu azarlar, malına mülküne ve akrabalarına çok büyük zararlar vermekle tehdit ederdi. Eğer zayıf olursa vurur ve işkence yapardı.
Kuvvetli ve itibarlı bir âileye mensup olanlara pek dokunamıyorlardı. Bunun yanında kimsesizlere, kendilerine arka çıkacak adamı bulunmayanlara, fakirlere, hususiyetle köle ve câriyelere; tarihte benzeri görülmemiş, akla hayale sığmayan, vahşet derecesinde işkenceler yapıyorlardı.
Müslümanları gittikleri Allah yolundan ayırarak eski din ve inançlarına döndürebilmek için başvurmadıkları baskı ve zulüm metodu bırakmadılar. Yakıcı kumlar üzerine yatırıp göğüslerine ağır taşlar bastırmak, çıplak vücutlarına demir gömlekler giydirmek, kızgın demirlerle dağlamak, kızgın güneşin altında yatırıp yağlarını eritmek, günlerce aç ve susuz bırakmak, hapsetmek, zincire vurmak, bayıltıncaya kadar dövmek, boyunlarına ve ayaklarına ip takıp sürüklemek...
Zulüm ve işkence had safhaya ulaşınca Resulullah Aleyhisselâm müslümanları topladı ve:
“Elinizden gelirse Habeşistan’a hicret ediniz! Oranın bir kralı vardır, himayesinde kimseye zulmetmez, orası doğru ve emin bir yerdir. Allah, içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış yolu açıncaya kadar orada kalın.” buyurdu.
Nübüvvetin 5. yılında Recep ayında; onbiri erkek dördü kadın olmak üzere onbeş müslüman gizlice Mekke’den ayrılarak Kızıldeniz kıyısında birleştiler. Bir gemi bularak ücret karşılığında Habeşistan’a geçtiler.
Habeşistan ötedenberi Kureyşlilerin ticaret için gidip geldikleri emniyetli bir yerdi. Onun için müslümanlar orada hiç bir yabancılık çekmediler. Daha sonraları Habeşistan hicreti hakkındaki intibalarını anlatırken “Biz orada çok iyi bir himaye gördük. Dinimiz hakkında huzur ve emniyette idik. Allah’a ibadet ediyorduk ve kimse bizi rahatsız etmiyordu.” demişlerdir.
Resulullah Aleyhisselâm mazlum müslümanların tekrar Habeşistan’a gitmelerinin uygun olacağını tavsiye etti. Bunun üzerine onu kadın, doksan iki müslüman fırsat buldukça zaman zaman hicret ederek orada toplandılar. İlk gidişte bir başkanları yoktu. İkinci hicrette Câfer-i Tayyar başkan seçildi.
Her şeye rağmen Resulullah Aleyhisselâm Mekke’den ayrılmadı, zulüm ve eziyetlere göğüs germeye ve mücadelesine devam etti.
Mekke devrinin yedinci yılının Muharrem ayında Kureyş’in ileri gelenlerinden kırk kadar kişi Ebu Cehil’in başkanlığında toplandılar. Muhammed Aleyhisselâm’ı kendilerine teslim etmedikçe, Hâşim ve Muttalip oğulları âileleri ile, kendilerinden gelebilecek herhangi bir barış ve anlaşma isteğini asla kabul etmemeye, hiç bir surette acımamaya, kız alıp vermemeye, bir şey alıp satmamaya, görüşüp buluşmamaya... karar verdiler. Ve Kâbe’nin içine astılar.
Abluka üç yıl devam etti. Bu arada müslümanlar, bu dayanılmaz sıkıntılara sabırla katlandılar, dinleri uğrunda her tehlikeyi göze aldılar, her şeylerini fedâ ettiler.
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- vâlidemiz üç yıl süren bu abluka esnasında yalnız Mekke’ye değil, gelecek bütün dünya kadınlarına nümune olacak yararlıklarda bulundu. Bütün mallarını harcayarak, sönmeye yüz tutan her ocağı yaktı. Kadın, kız ve çocukların bozulan morallerine eğildi. Yardımlaşma, nakış dikiş, temizlik, yemek, sağlık kolları kurdu. Çocukların oyun yerlerini ayırdı. Kim bir şeyi en iyi biliyorsa, diğerlerine öğretiyordu.
Sıkıntı dolu üç yıllık muhasara onuncu yılda kaldırıldı.
Tebliğ görevini yerine getirmek istiyordu. Tâif’de on gün kaldı, oranın ileri gelen eşrâfını çağırtarak onlarla konuştu. Kendisinin Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu arzederek Allah’a imana davet etti. Fakat hiç biri müslüman olmadıkları gibi, kaba ve ters sözlerle teklifi reddettiler.
Alay etmekle başladılar, işi çirkin hakaretlere kadar vardırdılar. Onu Tâif’ten çıkarmaya mecbur etmekle kalmadılar, içlerinden bir takım ipsiz, ayak takımından kimseleri kışkırtıp musallat ettiler. Onlar da yolun iki yanına sıralanıp taş ve sopalarla saldırdılar. Bağırıp çağırıyorlar, küfürler yağdırıyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm’ın mübarek ayakları ve topukları kan içinde kalmıştı. Dermansız düşüp oturdukça zorla kaldırıp yürüttüler, taşlamaya devam ederek gülüşüp eğlendiler. Evlatlığı Zeyd bin Hârise -radiyallahu anh-de kendisini korumak için çaresizlik içinde vücudunu ona siper ediyordu. Onun da başı yarılmış, ayaklarından kanlar akıyordu.
Resulullah Aleyhisselâm nihayet yorgun ve bitkin bir halde Rebiâ’nın oğulları Utbe ve Şeybe’nin yol üstündeki bağına sığınarak tâkiplerinden kurtuldu. Onlar da çekip gittiler.
Peygamberliğin onikinci yılına rastlayan Hacc mevsiminde, Zilhicce ayında, içlerinde bir yıl önce müslüman olan beş kişinin de bulunduğu oniki kişi, verilen söz üzerine Mekke’ye geldiler. Onu Hazreçli, ikisi Evsli idi. Yine Akabe denilen mevkide Resulullah Aleyhisselâm’la gizlice buluştular.
Bu buluşmada “Hiç bir şeyi Allah’a eş koşmayacaklarına, hırsızlık ve zinâ yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftirâ etmeyeceklerine, emirlerine uyacaklarına dair Resulullah Aleyhisselâm’a söz verdiler ve ona biat ettiler. Daha sonra da Medine’ye döndüler.
Nübüvvetin onüçüncü senesi hacc mevsiminde Resulullah Aleyhisselâm’ı Medine’ye davet etmeye karar veren, ikisi kadın yetmişbeş müslüman, asıl niyetlerini gizli tutarak hacc için yola çıkan müşrik Medine’lilerle birlikte Mekke’ye geldiler.
Resulullah Aleyhisselâm ile gizlice haberleşerek bir gece Akabe’de buluştular.
Resulullah Aleyhisselâm bir konuşma yaptı. Kur’an-ı kerim okudu, onları İslâm’a daha kuvvetle bağlanmaya teşvik etti. Hicret ettiği takdirde Peygamberini; canlarını, mallarını, çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi koruyacaklarına, rahat günlerinde de sıkıntılı günlerinde de kendisine itaat edeceklerine, bollukta da darlıkta da gerekli yardımları yapacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına, hiç bir kınayıcının kınamasına kapılmadan hak üzere bulunacaklarına dair and içip biat etmeye davet etti.
“Bu yolda gerekirse öleceklerine.” dair and verip biât ettiler. Bu ikinci akabe biâtında Medineliler ilk olarak, Resulullah Aleyhisselâm’ın elini tutmak suretiyle biât etmişlerdi.
Son Akabe biatından sonra Resulullah Aleyhisselâm, müslümanların Medine’ye hicretleri için genel bir izin çıkartmıştı. “Sizin hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi.” buyurdular.
Böylece müslümanlar hiç sezdirmeden; hayvanı olan hayvanına binerek, olmayan yaya olarak, akın akın hicret etmeye başladılar.
Müslümanlar Mekke’den böyle göç ettikçe, onları Medine’de Evs ve Hazreç kabileleri hürmetle karşılıyorlar, yer gösteriyorlar ve yardım ediyorlardı. Onun içindir ki Medine’li müslümanlara “Ensâr”, hicret eden Mekke’li müslümanlara ise “Muhâcir” denildi.
Allah-u Teâlâ nihayet Resul-ü Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine İsrâ suresi 80. Âyet-i kerime’si ile hicret emrini verdi.
Hicret emrini alan Resulullah Aleyhisselâm, öğle vaktinin sıcağında Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın evine gitti. Alışılmamış bir saatte yapılan bu ziyaretten evdekiler telâşlandılar. İçeri girdi ve ona suikast tertibini haber verdi ve “Bana çıkış izni verildi.” buyurdu.
Hâne-i saâdetine dönen Resulullah Aleyhisselâm, cânilerin kendi plânlarından onun haberdar olduğuna dair en küçük bir şüpheye düşmesinler diye karanlık basıncaya kadar orada kaldı. Daha sonra Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e “Bu gece benim yatağımda yat, şu yeşil hırkamı üzerine ört, korkma, sana hoşlanmayacağın herhangi bir zarar erişmez.” buyurdu. Müşriklerin yatakta kendisinin yattığını zannetmeleri ve bir müddet oyalanmaları için onu yatağına yatırdı. Ayrıca daha önceleri kendisine teslim edilen emanetleri sahiplerine verinceye kadar Mekke’de kalmasını ve Medine’de kendisine kavuşmasını söyledi.
Aralarında Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ümeyye bin Halef gibi azılı cânilerin de bulunduğu eli kılıçlı müşrikler karanlık çökünce evin etrafını kuşattılar.
Bütün hazırlıklarını gözden geçirip tamamlayan Resulullah Aleyhisselâm ellerini kaldırıp münâcatını yaptı. Müşrikler evin etrafını aç kurt sürüsü gibi sarmış bir durumda iken, çok rahat bir şekilde evden çıktı. Yerden aldığı bir avuç toprağı suikastçıların üzerine savurdu ve aralarından sıyrılıp geçti. Bu arada Yâsin Sûre-i şerif’inin ilk dokuz Âyet-i kerime’sini okuyordu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyordu:
“Önlerine ve arkalarına sed çektik, onları öylece bıraktık, artık görmezler.” (Yâsin: 9)
Her birine toprak tanelerinin birisi isabet etmiş, bir mucize olarak Allah-u Teâlâ onları görmez bir hale getirmişti. Kör gibi baktılar, Nur’un geçtiğini farketmediler. Allah-u Teâlâ’nın kurduğu tuzak, hazırladığı plân, onların tuzak ve plânlarını ters yüz etti.
Dışarıdan bakılınca Resulullah Aleyhisselâm’ın yatağı dolu görülüyordu. Müşrikler ancak sabaha doğru yatakta uyuyanın Hazret-i Ali -radiyallahu anh- olduğunu görünce aptallaşarak ne yapacaklarını şaşırdılar. O an iş işten geçtiğini, Resulullah Aleyhisselâm’ın çoktan Medine yolunu tuttuğunu anladılar. Hiddetlerinden kuduruyorlardı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Hâne-i saâdetlerinden selâmetle ayrıldıktan sonra doğruca Ebu Bekir -radiyallahu anh-in evine gitmişti. O da hicret için hazırdı. Yol azığı bir dağarcığa kondu. Beraberce evin arka penceresinden çıkarak, daha önce kararlaştırdıkları şekilde, ıssız yollardan Sevr mağarasına doğru yürüdüler. Böylece beş mil kadar yürüyerek Sevr dağına geldiler.
Bu arada kana susamış müşrikler, yanlarına aldıkları iki ayak izi mütehassısı vasıtasıyla izleri buldular. Her kabileden elleri kılıçlı gençler mağaraya yaklaştılar. “Şu mağarayı da arayalım.” dediler. Ümeyye bin Halef “Sizin hiç aklınız yok mu? Mağarada ne işiniz var? Bu örümcek ağı Muhammed’in doğumundan önce bile vardı.” diyerek onları vazgeçirdi. O derece sokulmuşlardı ki içeriden ayak sesleri duyuluyordu. Onlar içeriden müşrikleri gördükleri halde, müşrikler dışarıdan onları göremiyorlardı.
Ebu Bekir -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm adına tabii olarak endişe ediyordu. “Yâ Resulellah! Eğer onlardan biri ayaklarının altına doğru baksa bizi görecek.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Ey Ebu Bekir! Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyorsun? Üzülme! Allah bizimledir.” buyurarak arkadaşını teselli etti. (Buharî)
Ve müşrikler geri dönüp gittiler.
Bir Perşembe akşamı geldikleri mağarada, Kureyş’in arama işi bitinceye kadar üç gün üç gece gizlendiler.
Kılavuz olarak tutulan Abdullah bin Ureykıt, daha önceden kararlaştırıldığı üzere, kendisine teslim edilen iki deve ile birlikte Pazartesi sabahı seher vaktinde dağın eteğine geldi. Her ikisi de develerine bindiler. Ebu Bekir -radiyallahu anh- yolda kendilerine hizmet eder düşüncesi ile Âmir’i terkisine aldı. Yol göstermekte çok kabiliyetli olan Abdullah önlerine düştü, Sevr dağından ayrıldılar. Böylece dünya tarihine yön verecek büyük hicret başlamış oldu.
Medineliler Resulullah Aleyhisselâm’ı büyük bir coşku ile karşıladılar. Kafile şehre girerken sanki yer yerinden oynuyordu. İçten gelen sevgiyle öyle muhteşem bir şekilde karşılandı ki, bunun bir benzeri ne önce ne de sonra görülmemiştir. O gün sanki bir bayramdı. Resulullah Aleyhisselâm’ı görmek için âdeta birbirlerini eziyorlar, birbirlerinin omuzlarına çıkıyorlardı. Bütün şehir “Resulullah geldi!... Resulullah geldi!... Yâ Muhammed!... Yâ Resulullah!... Allahu Ekber!...” sesleriyle çalkalanıyordu, büyük bir izdiham oldu.
Memleketlerinden ayrı düşüp de gönülleri dilhun olan Muhacirler âdeta canlandılar, analarını babalarını görmüşten çok sevindiler. Habeşliler sevinçlerinden kılıç oyunları gösteriyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm’ın nereye gideceği ve kimin evinde misafir olacağı belli olmadığından, sevinç tezahürleri arasında ilerlerken, önünden geçtiği her evin sahibi Kasvâ’nın yularına sarılıp çekiyor “Yâ Resulellah! Bize buyurunuz!” diyor, misafir etmek istiyordu.
O ise:
“Deveyi kendi hâline bırakınız! Ona gideceği yer buyurulmuştur, emrolunduğu yere gider, ona yol veriniz.” diyerek gönülleri hoş ediyordu.
Şimdi bütün gözler Kasvâ’yı takibe koyulmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm Kasvâ’ya sağa sola gitmesi için en ufak bir işaret bile yapmıyor, her işinde olduğu gibi burada da ilâhi irâdeye tâbi olduğunu göstermek istiyordu. Nihayet deve, daha sonra inşâ edilecek mescidin kapısına tesadüf edecek olan yere çöktü. Az sonra kalktı, bir kaç adım gittikten sonra birdenbire arkasını dönüp ilk çöktüğü yere gelerek tekrar çöktü ve boynunu yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve deprenmeye başladı. Resulullah Aleyhisselâm “İnşaallah menzilim burasıdır.”buyurdu. Devesinden indikten sonra etrafını saranlara “Akrabamızdan kimin evi buraya yakın?” diye sordu. Neccar oğullarından Ebu Eyyûb Ensârî -radiyallahu anh- hemen öne çıktı ve “Yâ Resulellah! Benim evim daha yakındır. İşte evim, işte kapısı!” diyerek kapıyı gösterdi. Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm onların hanesine teşrif buyurdular. Ebu Eyyûb -radiyallahu anh- hemen devenin yükünü indirip evine taşıdı.
Cihada İzin:
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret!” (Ahkâf: 35)
Medine’ye hicret edildikten sonra tehlike kısmen atlatılmış, müslümanlar toparlanmaya başlamışlardı. Evs ve Hazreç kabileleri imana gelmekle ve Muhacirler’le de bütünleşmekle din-i İslâm kuvvet bulmuştu. Allah-u Teâlâ onu kendi yardımı ve Ensar ile destekledi. Aralarında mevcut olan düşmanlık ve kinden sonra kalplerini birleştirdi.
Müşriklerle savaşmak zamanı artık gelmişti ve hicretin ikinci yılında Safer ayının onikisinde savaşa izin verildi.
Medine, Kureyşlilerin Şam ticareti yolu üzerinde olduğu için, Şam ticaretinin engellenmesi, kendilerinin sonu demekti. Müslümanları yolları üzerinden atmak için bir ordu hazırlamaya başladılar. Yapılacak savaşın masraflarını karşılamak üzere Ebu Süfyan başkanlığında büyük bir ticaret kervanını Medine yolu ile Şam’a gönderdiler. Kervana hemen hemen herkes hisselerine göre ortak idiler.
Resulullah Aleyhisselâm kervanın Şam’a gittiğini öğrenmiş ve dönmekte olduğunu da haber almıştı. Kervanı kontrol etmeleri için bir kaç müslüman görevlendirdi. Bir taraftan da Muhacirler’i ve Ensar’ı toplayarak istişarede bulundu.
Nihayet hazırlıklara başlandı. Hicretin ikinci yılında Ramazan’ın sekizinci günü Medine’den hareket edildi. Kimi ağır, kimi hafif techizatlıydı.
Resulullah Aleyhisselâm Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-i halka namaz kıldırması için yerine vekil olarak bıraktı. Altmışdördü Muhacir, diğerleri Ensar’dan olmak üzere Üçyüzbeş kişi vardı. Üç atlısı yetmiş develisi mevcuttu, develere nöbetleşe biniyorlardı. Mazeretleri sebebiyle sefere katılamayan sekiz kişi de Bedir ashabından sayıldığı için tamamı üçyüz onüç kişidir.
İslâm ordusu henüz Bedir mevkiine varmadan, Ebu Süfyan bin Harb; başından beri endişe duyduğu baskına uğrama ihtimalini vaktinde haber almış ve derhal Mekke’ye haber salarak, kervanın korunması için tedbir almalarını ve savaşa hazırlanmalarını emretmişti. Diğer taraftan kendisi de hiç mola vermeden, kervanın istikametini değiştirerek ve müslümanların hedef edinerek yürüdüğü alanın dışına çıkarak, Bedir’e de uğramadan Mekke’ye doğru yol aldı.
Mekke zenginlerinin hepsi kervanın sermayesinde hissedar bulundukları için, şehir birden heyecan içinde çalkalandı. Başta Ebu Cehil olmak üzere Kureyşin ileri gelenleri süratle hazırlığa başladılar.
Bütün hışımları, intikam hisleri ve zafer hayalleri ile böbürlenerek, Bedir’e geldiler.
Şam’dan gelen ve İslâm aleyhine kullanılacak olan ticaret kervanını ele geçirmek için evlerinden çıkan ve yeterince savaş hazırlığı içinde bulunmayan Ashab-ı kiram, birden çetin bir savaş durumuyla karşı karşıya kaldı. Resulullah Aleyhisselâm işin nezaketini ve müminlerin büyük bir imtihandan geçirildiklerini çok iyi biliyordu.
Yapılan istişarede Kureyş ordusunun üzerine gidilmeye karar verildi. İslâm ordusu Cuma gecesi yatsı vakti Bedir’e geldi.
Nihayet Hicret’in ikinci yılı 17 Ramazan Cuma sabahı iki ordu Bedir’de karşı karşıya geldi.
Teke tek vuruşmadan sonra iki ordu tamamen birbirine girdi ve savaş başladı.
Çarpışma bütün hızıyla devam ederken, Resulullah Aleyhisselâm Cebrâil Aleyhisselâm’ın tavsiyesi ile yerden bir avuç kum aldı “Yüzleri kara olsun!” diyerek müşriklere doğru attı. Saçılan bu ince kumdan gözüne kaçmayan, gözü ile meşgul olmayan bir kimse kalmadı, son derece sersemleştiler. Bundan sonra bozuldular, müminler de enselerine bindi. Bir yandan öldürüyorlar, bir yandan esir alıyorlardı.
Bu hadise üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onları siz öldürmediniz Allah öldürdü.” (Enfâl: 17)
“Attığın zaman sen atmadın Allah attı.” (Enfâl: 17)
O attığı kum tanelerini hedefine isabet ettiren, gayesine erdiren, düşmanı hezimete uğratıp müslümanları galip getiren O idi.
Bütün şiddetiyle devam eden savaş, İslâm’ın parlak zaferi ile neticelendi. Müslümanlar ondört şehid vermişler, müşriklerden ise yetmiş kişi öldürülmüş, bir o kadarı da esir alınmıştı.
Âyet-i kerime bütün açıklığı ile tecelli etmişti:
“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi mağlup edecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O’ndan başka size yardım edecek kimdir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler.” (Âl-i imran: 160)
Ebu Cehil de içlerinde olmak üzere, katledilen müşriklerden yirmidördü Mekke’de iken müslümanlara her türlü işkenceyi yapan zındıklardı. Resulullah Aleyhisselâm onların cesetlerini pis kuyulardan kör bir kuyuya atılmasını emir buyurdu.
Müslümanlardan ise altısı Muhacirler’den, sekizi de Ensar’dan olmak üzere ondört şehid verilmişti.
Bedir zaferi fetihler zincirine bir başlangıç oldu. Böyle fevkalâde bir zaferin elde edilmesi İslâm dininin bütün Arap yarımadasında duyulmasını, yayılmasını ve itibar kazanmasını sağladı. Civardaki kabilelere de gözdağı verilmiş oldu.
Resulullah Aleyhisselâm Medine yahudileri ile vatandaşlık andlaşması yapmıştı. Fakat onlar her fırsatta müslümanlar arasında fitne çıkarmaya, ara bozmaya çalışıyorlardı.
Andlaşmayı bozarak müslümanlarla savaşmak isteyen ilk yahudi kabilesi Kaynuka oğullarıdır. Ticaretle, bilhassa kuyumculukla meşgul oluyorlardı. Medine’de kendilerine ait çarşıları vardı. Yahudilerin en kuvvetlileri ve cesaretlileri olup, sayıları yediyüz kişi kadardı.
“Bir kavmin (andlaşmayı bozmak hususunda) hainlik yapmasından çekinirsen, sen de hak ve adaletle (onların seninle yaptıkları andlaşmayı) aynı şekilde onlara at (andlaşmayı bozduğunu onlara bildir.)
Şüphesiz ki Allah hainleri sevmez.” (Enfâl: 58)
Bu doğrudan doğruya harp ilânı demekti. Resulullah Aleyhisselâm kararını verdi, Ebu Lübâbe -radiyallahu anh-i yerine vekil bırakarak üzerlerine yürüdü. Kaynuka oğulları, kalelerine kapanmışlardı. Kuşatma onbeş gün sürdü. Allah-u Teâlâ içlerine korku düşürdü, ne bir ok attılar, ne de kaleden çıkıp çarpıştılar. Diğer yahudi kabilelerinden ve münafıklardan bekledikleri yardım gelmeyince de teslim bayrağını çekip kalelerinden indiler. Resulullah Aleyhisselâm onların Suriye’ye sürülmelerini emretti.
Şam taraflarına sürülen Kaynuka yahudilerinin çok geçmeden de nesilleri kesildi.
Bedir de yenilgi haberi geldikten hemen sonra, derhal intikam harbi için hazırlıklar başladı.
Ehâbiş denilen Mustalık oğulları, Hevn oğulları, Hâris oğulları, Kinâne oğulları kabilelerinden ikibin asker toplandı. Mekkeliler de katılınca bu sayı üçbine çıktı. Ordunun yediyüzü zırhlı, ikiyüzü atlı idi. Üçbin de develeri vardı.
Kureyş bütün hazırlıklarını tamamlamış ve yirmi gün sürecek bir sefere mahşer halinde Mekke’den hareket edilmiş, Medine’ye adım adım ilerliyorlardı.
Ani bir baskına karşı müslümanlar silâhlandılar, Medine’nin mühim yerlerine nöbetçiler diktiler.
Resulullah Aleyhisselâm bu hususta nasıl bir yol takip edileceğine dair Muhacirlerle Ensar’ı çağırdı. Vahiy gelmediği zaman bütün işlerini meşveretle yapardı. İstişare yapılan husus şu idi: Medine içinde kalarak müdafaa tertibatı almak mı doğrudur, yoksa Medine dışına çıkılarak düşmanı karşılamak mı?
Çoğunluk şehir dışına çıkma taraftarı olunca, Resulullah Aleyhisselâm da Medine’den çıkmaya karar verdi.
Düşmanı Medine dışında karşılamak fikrinde olanlar, Resulullah Aleyhisselâm’ın arzusuna aykırı davranmakla hata ettiklerini anladılar. Onu sıkıntıya düşürmüş olmaktan endişelendiler ve yaptıklarına pişman oldular.
Resulullah Aleyhisselâm’ın üst üste iki zırh giymiş, kılıcını kuşanmış başına miğferini geçirmiş olarak hane-i saâdetten çıktığını görünce “Yâ Resulellah! Biz sana muhalefet ettik. Sen nasıl murad edersen öyle yap!” dediler.
Ancak Resulullah Aleyhisselâm:
“Bir peygamber, zırhını giydikten sonra, savaşmadan onu çıkarmaz.” buyurdu.
İkindiden sonra bin kişilik bir kuvvetle yola çıkıldı. İçlerinde üçyüz kadar münafık vardı. Reisleri Abdullah bin Ubeyy “Ben meydan savaşına taraftar değilim, Medine’den çıkılmamasını istedim. Muhammed çoluk çocuğun sözüne uydu, bizim sözümüzü dinlemedi.” diyerek kavminden ve münafıklardan üçyüzünü alıp geri döndü. Böylece İslâm ordusunun sayısı yediyüze inmiş oldu.
Uhud’a gelen İslâm ordusu, savaşmak için sahanın en iyi yerini seçmişti. Uhud dağına arkasını verdi. Sağına Medine düşüyordu, solunda bir vâdi vardı. Bu vâdi Uhud dağı ile Ayneyn dağları arasındaydı. Düşman bu vâdiden saldırırsa İslâm ordusunun sol kanadı tehlikeye düşebilirdi. Resulullah Aleyhisselâm Ayneyn geçidine elli kadar okçu yerleştirdi, başlarına da Abdullah bin Cübeyr -radiyallahu anh-ı kumandan tayin etti ve onlara şu emri verdi.
“Düşman yense de yenilse de, benden emir gelmedikçe yerinizden katiyyen ayrılmayacaksınız. Yenildiğimizi bile görseniz bize yardım için yerinizi bırakmayacaksınız. Düşman süvarileri gelirse onları oka tutunuz. Çünkü at, oku yiyince ilerleyemez.”
Savaş, Bedir’de olduğu gibi mübareze şeklinde başladı. Kureyş’in sancaktarı Talha ileri çıkarak alaylı bir şekilde “Ey müslümanlar! İçinizde beni öldürüp cehenneme gönderecek, veya benim elimle ölüp cennete girecek bir babayiğit yok mu?” diye bağırdı. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- “Evet ben hazırım!” diyerek ileri atıldı ve onu bir hamlede yere serdi. Resulullah Aleyhisselâm “Allah-u Ekber” diyerek tekbir getirdi, müslümanlar da tekbir getirdiler.
Savaş artık iyice alevlenmişti. Mücahidler düşman saflarına daldıkça dalıyorlardı. Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- iki elinde iki kılıçla, “Ben Allah’ın arslanıyım!” diyerek önüne arkasına döne döne kılıç sallıyordu. Şehid düşünceye kadar çarpışmaktan geri durmamış, o gün müşriklerden sekiz kişi öldürmüştü.
Allah-u Teâlâ müslümanlara yardım etmiş, vaadini yerine getirmişti. Sayıca ve kuvvetçe kat kat üstünlüklerine rağmen, müşrikler bozulmaya, dağılmaya ve her şeyini bırakarak kaçmaya başladılar. Hatta bozgun haberi Mekke’ye bile gitmişti.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Andolsun ki Allah size olan vaadini yerine getirdi. O’nun izni ile düşmanları kırıp biçiyordunuz.” (Âl-i imran: 152)
Düşman artık hezimete uğramıştı, fakat iş bitmiş değildi. Mücahidler müşrikleri kovalarken, düşmanı sonuna kadar takip edecekleri yerde, ganimet toplamaya başladılar. Ellerine geçen fırsatı değerlendiremediler.
Asıl felâketin büyüğü ise, Resulullah Aleyhisselâm’ın “Yerinizden sakın ayrılmayın!” diye sıkı sıkı tenbih ettiği okçular, müslümanların ganimet topladıklarını görünce dayanamadılar. “Ne duruyoruz, Allah düşmanı bozguna uğrattı. Düşmanı kovalayan kardeşlerimize biz de katılalım.!” dediler. Abdullah bin Cübeyr -radiyallahu anh-, Resulullah Aleyhisselâm’ın emrini kendilerine hatırlatmak istedi ise de, bütün gayret ve ısrarlarına rağmen sözünü dinletemedi. Çözülmeye mani olamadı. Yerlerini terkedip ganimet toplamaya gittiler. Abdullah bin Cübeyr -radiyallahu anh- sekiz okçu ile yapayalnız kalakaldı.
Müşriklerin sağ kanat kumandanı Halid bin Velid, okçuların yerlerini terkettiğini görünce, emrindeki ikiyüzelli kişilik birlikle hemen hücuma geçti. İlk hamlede Abdullah bin Cübeyr -radiyallahu anh- ve sekiz arkadaşını birer birer şehid ederek geçide hakim oldu. Ganimet toplamakla meşgul olan müslümanları arkadan çevirdi. Bozulmuş olan düşman geri dönüp yeniden hücuma geçti. Dağa sığınmış olan kadınlar defler çalarak aşağıya indiler. Müslümanlar bir taraftan Halid bin Velid’in süvarileri, diğer taraftan Ebu Süfyan’ın piyadeleri arasında kaldı. Ganimet toplamakla meşgul olduklarından, bir kısmı elinden silâhını da bırakmıştı. Tekrar silâha sarılıp çarpışmaya başladılar. Fakat iş işten geçmiş, harp çemberi aleyhlerine dönmüştü.
Bu arada dağılmalar ve kaçışmalar başladı. Müslümanlar bozuldukları zaman dağa doğru kaçıyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm da arkalarından “Ey filân! Bana doğru gel! Ey Filân! Bana doğru gel! Ben Allah’ın Resulüyüm. Bana dönüp gelene cennet var!” diye sesleniyordu.
Bir kayanın arkasına gizlenen Vahşi, fırsatını bulduğu bir anda harbesini fırlattı ve iki uyluğu üstünden vurarak Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-i şehid etti.
Savaşın en şiddetli anında Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-in şehid düşmesi, müslümanlar için çok büyük bir kayıp oldu.
Öte taraftan düşmanlar Resulullah Aleyhisselâm’ın karargahına kadar saldırdılar. Hücumlar arttıkça arttı. Oniki Ashab’ı ile yapayalnız kalmıştı. Kureyşin ileri gelenleri Resulullah Aleyhisselâm’ı öldürmek için ittifak etmişlerdi. Hatta Utbe bin Ebî Vakkas’ın attığı taşla alt dudağı yarılmış, bir dişi de kırılmıştı. İbn-i Kamia bir kılıç darbesiyle yere düşürmüş, zırhının iki halkası kırılmış, yüzüne batarak mübarek yanağını yarmıştı. Başındaki miğfer de parçalandı.
İbn-i Kamia adlı müşrik, Resulullah Aleyhisselâm’a benzeterek İslâm ordusu sancaktarı Mus’ab bin Umeyr -radiyallahu anh-ı şehid etmiş ve “Muhammed’i öldürdüm!” diye bağırmaya başlamıştı. Bunu duyan müşrikler sevinç çığlıkları attılar. Her biri “Muhammed öldürüldü!” diye yaygara yapıyordu. Artık gayelerine ulaştıklarını zannediyorlardı. O zaman müslümanlar arasında bir panik başgösterdi. Resulullah Aleyhisselâm ise “Ey Allah’ın kulları! Ben hak Peygamberim. Geri dönüp düşmana karşı durana cennet hazırdır!” diye sesleniyor, fakat kimse duymuyordu.
Ashab-ı kiram Resulullah Aleyhisselâm’ı bir türlü bulamıyorlardı. Halbuki Resulullah Aleyhisselâm bulunduğu yerden hiç ayrılmamıştı. İlk defa Kâb bin Mâlik -radiyallahu anh- görmüş ve yüksek sesle “Ey müminler! Müjde, işte Resulullah Aleyhisselâm burada!” diye haykırmaya başladı. Sesi duyan müslümanların Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında toplanmaları fazla sürmedi.
Mus’ab bin Umeyr -radiyallahu anh-in şehadetinden sonra Resulullah Aleyhisselâm sancağı Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e verdi ve çok şiddetli bir şekilde savaşa girdi. Yanında toplanan grupla birlikte düzenli olarak dağa doğru çekilmeye başladı. Kendilerine hücum eden müşriklerin arasından yol açıyorlardı. Durumu farkeden müşrikler çekilme harekâtını önlemek için hücumlarını daha da arttırdılar. Fakat mücahidlerin hamleleri karşısında başarısızlığa uğradılar.
Resulullah Aleyhisselâm zırhı üzerinde olduğu halde, Sa’d bin Muaz -radiyallahu anh- ile Sa’d bin Ubâde -radiyallahu anh-in arasında her ikisine dayanarak Uhud kayalığına doğru ilerledi.
Artık harp ateşi tamamen sönmüştü. Müşrikler müslümanlara üstün gelmişken, bu zaferden faydalanamadılar, kalplerine bir korku düştü. Savaştan el çekip Mekke yolunu tuttular.
Müslümanlar altmışdördü Ensar’dan, altısı Muhacirler’den olmak üzere o gün yetmiş şehid vermişlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm Uhud’dan döndükten sonra:
“Allah bize Fethi nasip edinceye kadar, müşrikler bir daha bizi bunun gibi bir musibete uğratamayacaklar.” buyurdu.
Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine’ye iki saat uzaklıkta bulunuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli andlaşmalar yapmıştı. Yahudilerin mal ve can emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların da maddi yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.
Buna rağmen Uhud hadisesinden beri o civarda bulunan yahudiler tavırlarını tamamen değiştirmişlerdi.
Hicretin dördüncü yılı, Rebiülevvel ayı idi. Resulullah Aleyhisselâm mescidde imam olarak Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-i vekil olarak bırakıp Nadir oğulları yurduna doğru hareket etti. Müslümanlar Medine’ye iki mil mesafede bulunan yerleşim merkezine yürüyerek gittiler. Resulullah Aleyhisselâm merkep üzerinde idi. Sancağı Hazret-i Ali -radiyallahu anh- taşıyordu. İkindi namazlarını Nadir oğullarının bağ ve bahçeleri arasında kıldılar. Daha sonra Nadir oğulları yurdu çepeçevre kuşatıldı. Yahudiler bir yıllık yiyecek depo ettikleri için kalelerinin sağlamlığına güveniyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm yahudilere “Medine’yi terkedip gidiniz!” diyerek son bir teklifte bulundu. Fakat onlar bu teklife yanaşmadılar. “Ölüm bize senin teklif ettiğin şeyden daha kolaydır.” dediler.
Artık onlarla çarpışmaktan başka yol kalmamıştı. Mücahidler ok ve taş yağmuru ile tazyik edip sıkıştırdılar. Kuşatma onbeş-yirmi gün sürdü.
Nadir oğulları, münafıklardan da, Kureyza oğulları yahudilerinden de bekledikleri yardımı göremeyince korkuya kapıldılar ve teslim olmaya mecbur oldular.
Resulullah Aleyhisselâm istekleri üzerine onlara eman verdi, hiç birinin canına dokunmadı. Silahlarından başka olan mallarından develerine yükleyebildikleri kadar eşya alarak çıkıp gitmelerine müsaade etti.
Müşrik ordusu Medine’ye doğru yürüdü. Gâyeleri Medine’yi yıkmak, İslam birliğini dağıtmaktı. Araplar bunun için birleşmiş bulunuyorlardı. Düşman her bakımdan kuvvetliydi. Şimdiye kadar böyle bir kuvvet toplanmamıştı. Bu sebepten durum çok nazik ve tehlikeli bir hal almıştı.
Resulullah Aleyhisselâm Kureyşliler’in hazırlıklarından haber alır almaz, Ashab’ına durumu bildirdi, bu iş için onlarla istişare yaptı. Çünkü savaş hususunda Ashab’ına danışmak, onların fikirlerini almak âdeti idi. Bir çok görüşler ortaya konuldu. Selman-ı Fârisi -radiyallahu anh- Medine çevresine hendek kazılmasını tavsiye etti:
“Yâ Resulellah! Bizim İran’da bir âdetimiz vardı. Bir şehir hariçten hücuma uğrarsa, halk şehrin etrafına hendek kazar, memleketini savunurdu. Biz de öyle yapalım, hendek kazıp şehri tahkim edelim.” dedi. Hiç görülmemiş, bir harp usulü ortaya koydu. Çünkü Araplar’da hendek kazmak diye bir âdet yoktu. Bu teklif uygun görüldü ve hemen kabul edildi.
Resulullah Aleyhisselâm hendeğin hududunu çizerek her on kişiye kırk arşın uzunluğunda yer ayırdı. Herkesin yerini “Şuradan şuraya kadar... Şuradan şuraya kadar...” diyerek ayrı ayrı belli etti.
Vakit geçirilmeden hemen işe başlandı. Hendek kazma işine Muhacir, Ensar, genç, ihtiyar bütün müslümanlar katıldılar.
Düşman henüz gelmemişti, belirtisi de yoktu. Hendek iki hafta içinde kazıldı. Bir atın diğer tarafa sıçrayamayacağı kadar derin ve genişti, uzunluğu ise beşbuçuk kilometre kadardı.
Bu kadar kısa bir zamanda, dünya durdukça anılacak böyle tarihi bir hendeğin tamamlanması hiç şüphe yok ki Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- hazeratının ihlâs ve sadakatlerinin en açık bir delili idi.
Ebu Süfyan’ın kumandasında Mekke’den hareket eden müşrik ordusu bir hendekle, yepyeni bir savunma tekniğiyle karşılaşınca şaşırıp kaldılar. Sağa sola döndüler, geçilecek yer aradılar, bulamayınca da İslâm ordusu karşısında saf bağladılar. Oklar atarak, taşlar yağdırarak harbe başladılar. Kinlerinden kuduruyorlardı.
Müşrik ordusuna karşılık mücahidlerin sayıları üçbini geçmiyordu. İçlerinde ancak otuzaltı atlı vardı, önlerinde hendek arkalarında Sel dağı bulunuyordu. Hendek, müslüman ordusuyla düşman ordusu arasında, boydan boya uzanmıştı. Muhacirlerin sancağı, Zeyd bin Hârise -radiyallahu anh-in, Ensarın sancağı da Sa’d bin Ubâde -radiyallahu anh-in elindeydi. Mevsim kış, soğuk da şiddetliydi.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Müminler ahzabı (düşman birliklerini) gördüklerinde ‘İşte Allah ve Resulü’nün bize vâdettiği! Allah ve Resülü doğru söylemiştir.’ dediler.
Bu onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzab: 22)
Medine’nin kuşatma altında tutulması bütün şiddetiyle tam bir ay sürdü. Resulullah Aleyhisselâm ve mücahidler kuşatma esnasında bir kaç defa üçer gün aç kaldılar, karınlarına taş bağladılar. Resulullah Aleyhisselâm ise iki taş bağlamıştı.
Hendeğin dışında olanlar ise uzayıp giden bu kuşatmadan bıkmaya, hendeğin etrafında günlerdir dolaşmaktan usanmaya başlamışlardı.
Kıtlık her tarafı sarmıştı. Soğuk hava ise ciğerlere işliyordu. Kuşatmanın da eski şiddeti kalmadı.
Diğer taraftan da savaşa müsait ayların sonuncusu olan Şevval ayı sona ermek üzereydi. Allah-u Teâlâ’nın silahları terk hususunda iradesi olduğu müteakip üç aydan “Zilkade” ayı yaklaşmaktaydı. Bu aylarda Kureyşliler savaşmaktansa Kâbe-i muazzama’nın bulunduğu Mekke’ye dönüp; gelen hacıları karşılamayı ve onlardan faydalanmayı tercih ediyorlardı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz o sıkıntılı gün:
“Ey Allah’ım! Kitab’ı indiren, çabuk hesap gören Allah’ım! Ahzab’ı (düşman topluluğunu) dağıt! Ey Allah’ım! Onları bozguna uğrat, onları şaşırt, yenilgiye uğrat!”
Diye duâ etmişti. (Buhari. Tecrid-i sarih: 1233)
Duâdan hemen sonra mubarek yüzünde sevinç eseri görüldü. “Rabbim yardım vaadinde bulundu, size müjdelerim.” buyurdu.
İşte o akşam, Âyet-i kerime’de ve Hadis-i şerif’te bildirilen “Sabâ rüzgârı” esmeye başladı. Bu, en soğuk kış gecelerinde esen soğuk, dondurucu bir rüzgardı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu rüzgar hakkında:
“Bana Sabâ rüzgârı ile yardım olundu. Âd kavmi ise batı rüzgarı ile helâk oldular.” (Buhari)
İlâhi yardım ve nimet Kur’an-ı kerim’de şöyle haber verilmektedir:
“Ey inananlar! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman üzerinize ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı görüyordu.” (Ahzab: 9)
Zifiri karanlık ve şiddetli soğuk bir gecede, gök gürültülerini andıran gürültülerle aniden gelip çatan bu fırtınalı rüzgâr, müşriklerin ordu merkezinin altını üstüne çevirdi. Bu fırtına onları şiddetle üşütüyor, toprakları yüzlerine savuruyor, ateşlerini ocaklarını söndürüyor, çadırlarının iplerini kazıklarını koparıyor, yemek kazanlarını tencerelerini deviriyordu. Develer ve atlar birbirine karıştı. Ortalığı dehşet kapladı. Neye uğradıklarını bilemediler.
Baktılar ki olmayacak, âni bir kararla, süratle toparlanıp Mekke yolunu tuttular. Takip edilmekten korktukları için ikiyüz kişilik bir süvari birliği ile Amr bin Âs ile Halid bin Velid’i geride bıraktılar.
Kureyş müşrikleri böyle panik halinde kaçınca kendileriyle ittifak etmiş bulunan diğer kabileler de ayrılıp yurtlarına döndüler.
Hendek savaşının en nazik anında Kureyza oğulları, Kureyşlilerle birleştiler ve savaşa girdiler. Böylece vatanlarına ihanet etmiş oldular.
Resulullah Aleyhisselâm Hendek’ten öğle vakti dönmüş, öğle namazını Medine’de kılmıştı.
Aldığı bu emir üzerine derhal nidâcı çıkararak:
“Allah’ın Resul’ü ikindi namazınızı Kureyza oğulları yurdunda kılmanızı emrediyor.” diye ilân ettirdi. Bu dâveti duyan müslümanlar bir anda silahlanarak toplandılar.
Resulullah Aleyhisselâm Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-i yerine vekil bıraktı, sancağı Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e teslim etti.
İçinde otuzaltısı atlı olmak üzere üçbin kişilik İslâm ordusu Kureyza oğullarını kuşattılar.
Resulullah Aleyhisselâm üzerlerine ok yağdırmayı emir buyurdu. Onlar da müslümanların üzerine en şiddetli bir şekilde ok yağdırmaya başladılar. Karşılıklı ok atışı gecenin bir kısmına kadar devam etti.
Bunun üzerine görüşme isteğinde bulundular. Hazret-i Sa’d -radiyallahu anh- hükmünü verdi. Buna göre, eli silah tutan erkekler idam olunacak, kadınlarla çocuklar esir sayılıp malları zaptedilecekti. Çünkü Kureyza, Musa Aleyhisselâm’in dini üzerinde idiler, verilen hüküm de Tevrât’a uygun düşmüştü.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Gerçekten onlar hakkında Aziz ve Celil olan Allah’ın hükmü ile hükmettin!” buyurdu. (Müslim: 1769)
Yahudiler de bu hükmün Tevrâta uygun bulunduğunu itiraf ettiler.
Resulullah Aleyhisselâm bir gece rüyâsında Ashab-ı kiram’ı ile beraber emniyetler içerisinde Mescid-i haram’a girdiğini, Beytullah’ı tavaf ettiklerini, bazılarının başlarını kazıttıklarını, bazılarının kısalttıklarını görmüştü.
Ashab-ı kiram bu rüyâyı duyunca çok sevindiler, birbirlerine müjdelediler. Hatta Resulullah Aleyhisselâm’ın rüyâsı vahiyden sayıldığı için, hemen o sene zuhur edecek sandılar. Halbuki o daha sonra olacaktı.
Resulullah Aleyhisselâm’ın bu rüyâsı Kur’an-ı kerim’de şöyle açıklanmıştır:
“Andolsun ki Allah, Resul’üne rüyâsını bihakkın sâdık kılmıştır. Mescid-i haram’a inşaallah emniyetler içinde gireceksiniz.” (Fetih: 27)
Bunun üzerine vakit geçmeden Ashab’ına Umre’ye hazırlanmaları için talimat verdi.
Hicretin altıncı yılında hürmetli aylardan Zilkade ayının birinci pazartesi günü, Resulullah Aleyhisselâm bindörtyüz-binbeşyüz kişilik bir müslüman kafilesiyle Medine’den çıktı, Mekke’ye doğru yol alıyordu. Maksadı Kâbe-i muazzama’yı ziyaret etmekti.
Medine’de Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-ı yerine vekil olarak bıraktı. Mekke’lileri telaşlandırmamak için müslümanlara ağır silah aldırmadı. Yalnız yanlarında “Yolcu silahı” denilen birer kılıç bulundurmalarını emretti. Zaten her yolcu, eşkiyaya karşı yanında böyle bir silah taşırdı. Kurbanlık olarak yetmiş deve ayırdı. Hatta bu kurbanlıklar içinde Ebu Cehil’in Bedir’de alınan devesi de vardı. Zevcelerinden Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ-yı beraberinde götürüyordu. Kasvâ adındaki devesine binmişti ve önde gidiyordu.
Kalabalık bir toplulukla Resulullah Aleyhisselâm’ın gelmekte olduğunu öğrenen ve onları Mekke’ye sokmamaya kati karar veren Kureyşliler, bunun için Halid bin Velid’in emrinde ikiyüz kişilik bir süvari birliğini Gamim denilen mevkiye göndermişlerdi. Diğer taraftan da Ahâbiş kabilelerine ziyafetler vererek, herhangi bir çarpışma ihtimaline karşılık, onları yanlarına almak için bir gayretin içine girmişlerdi.
Onların bu şekilde karşı koymak için hazırlanmaları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i fazlasıyla müteessir etti. Niyeti sadece Kâbe-i muazzama’yı ziyaret etmek olduğu için herhangi bir çatışma çıkmasını istemiyordu.
Resulullah Aleyhisselâm, Mekke’lilere Hazret-i Osman -radiyallahu anh-ı gönderdi. Mekke’de akrabası çok olduğu halde, Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Mekkeliler tarafından göz hapsine alındı.
Beklenen zaman içinde Hazret-i Osman -radiyallahu anh- geri dönemedi. Mekke’de Kureyşli’ler tarafından öldürüldüğü haberi bile yayıldı. Durum çok nazik bir safhaya girmiş oldu. Müslümanlar hem az hem de silahsızdı. Fakat Hazret-i Osman -radiyallahu anh-ın Kureyşliler tarafından öldürülmesi ihtimali karşısında Resulullah Aleyhisselâm bu işi Kureyş’in yanına bırakmak istemedi. Hemen Ashab’ını topladı “Müşriklerle vuruşmadıkça, buradan ayrılamayız!” buyurdu. Allah yolunda canlarını feda için Ashâb’ını biate çağırdı. Hepsi de savaşarak ölmeye, asla kaçmamaya söz verdiler. Ellerini tutarak Resulullah Aleyhisselâm’a biat ettiler. Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Osman -radiyallahu anh- adına bir eliyle diğer elini tutarak onu da biate kattı.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem’inin şeref’ini arttırmak için Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Resulüm! Sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların elleri üstündedir.” (Fetih: 10)
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı’nın, Resulullah Aleyhisselâm’ın elini musafaha etmek suretiyle biat yapıldığından; Âyet-i kerime’de Resulullah Aleyhisselâm’ın elini Allah-u Teâlâ’nın eli makamında olduğu beyan buyurulmaktadır.
Bu mertebe hiç bir beşerin ulaşamayacağı bir mertebedir.
Bu biatten sonra Ashab-ı kiram’ına:
“Bugün yeryüzünde yaşayanların en hayırlısı sizsiniz.” buyurdu. (Buhari)
Bu biata katılanlar Allah-u Teâlâ’nın hoşnudluğuna erdikleri için bu biata “Biatür-rıdvan” adı verildi.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Resulüm! Andolsun ki, sana ağaç altında biat eden müminlerden Allah hoşnud olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, üzerlerine huzur ve güven indirmiş, onları yakın bir fetihle mükâfatlandırmış ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir. Allah güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fetih: 18-19)
Bu bol ganimetler Hayber ganimetleridir ki, atlıya iki, yayalara bir hisse olarak paylaştırılmıştır.
Müslümanların Resulullah Aleyhisselâm’a karşı mutlak itaatlerini, dinlerine olan derin bağlılıklarını gösteren bu biat, Mekke’de duyuldu. Kureyşliler’i korku saldı ve göz hapsinde tuttukları Hazret-i Osman -radiyallahu anh-ı hemen bıraktılar. Resulullah Aleyhisselâm’a sulh yapmak için bir heyet gönderdiler. Heyetin başkanı Süheyl bin Amr idi. Sulh şartları uzun ve hararetli münakaşalardan sonra kabul edildi. Tarihte müslümanların yaptıkları ilk sulh andlaşması “Hudeybiye” oldu.
Bu andlaşmanın başlıca maddeleri:
1– Hudeybiye muahedesi on sene devam edecek bir andlaşma idi. Bu antlaşmaya göre iki taraf bu müddet içinde birbirlerine hiç bir surette saldırıda bulunmayacak,
2– Müslümanlar bu sene Kâbe’yi ziyaret edemeyecek, bu ziyaret ancak bir sene sonra yapılabilecek,
3– Kâbe’yi ziyarete gelecek olan müslümanlar Mekke’de üç günden fazla kalamayacak, yanlarında da birer kılıçtan başka silâhları bulunmayacak,
4– Müslümanlar Kâbe’yi ziyaret ederken Kureyşliler Mekke dışına çıkacak, müslümanlarla temas etmeyecek,
5– Bir Kureyşli velisinin izni olmaksızın, müslümanlar tarafına geçerek Medine’ye giderse, müslüman dahi olsa iade edilerek Mekkeli’lere teslim olunacak. Fakat müslümanlardan biri Kureyş tarafına geçerek Mekke’ye giderse geri verilmeyecek,
6– Kureyş kabilesi dışında kalan diğer Arap kabileleri, isterlerse Resulullah Aleyhisselâm’ın, isterlerse Kureyş’in himayesine girebilecek.
Andlaşmanın bütün şartları görünüşte müslümanların aleyhinde gibi idi. Fakat Resulullah Aleyhisselâm çeşitli sebepler yüzünden harbetmek istemiyordu. Medine’den savaş için çıkılmamıştı. Müslümanların silahları bile birer kılıçtan ibaretti ve aralarında kuvvetli bir birlik vardı. Bu birlik sayesinde, Kureyş’e karşı harbi kazanmak ihtimali çoktu. Fakat kan dökerek Mekke’ye girilirse Harem-i şerif’e hürmetsizlik olacaktı. Mekke’de müslümanlığını gizli tutanlar da vardı. Bunlar da savaş arasında ayak altında kalacaklardı. Bundan başka sulh sayesinde Mekke’nin ileri gelenlerinden bir çoklarının İslâm’a girmesi, müslümanlığın bunlar sayesinde kuvvet bulması ihtimali de vardı.
Barışın neticesi sanıldığı gibi zararlı olmadı. Bilakis müslümanlara pek çok faydalar sağladı. Hudeybiye sulhünden Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı, İslâm’ın doğuşundan Hudeybiye’ye kadar olan ondokuz yıl içinde İslâma girenlerin sayısından bir kaç misli fazlaydı.
Âyet-i kerime’de:
“Resulüm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyurulmaktadır. (Enbiyâ: 107)
Bu sebepten dolayı Resulullah Aleyhisselâm Hudeybiye’den Medine’ye dönünce Ashâb’ını topladı. Onlara artık İslâm dini’ni her tarafa yaymak, peygamberliğini bütün dünyaya tanıtmak zamanının gelmiş bulunduğunu anlattı. Yaşadığı devrin büyük devletlerine, komşu hükümdarlara, Arap beyliklerine gönderilmek üzere kâtiplerine mektuplar yazdırdı. Altı devlet başkanını İslâm dini’ne davet etti.
İstişare esnasında kendisine “Bu krallar, üzerinde mühür olmayan mektupları kabul etmezler.” denilmesi üzerine gümüşten bir mühür yaptırıp üzerine “Muhammedün Resulullah” ibâresini kazıttı. Bu yazı “Muhammed” bir satır, “Resul” bir satır ve “Allah” bir satır olmak üzere üç satır idi.
Hicretin yedinci yılı Muharrem ayında yazılan bu mektupları elçileri vasıtasıyle gönderdi. Elçilerin bir kısmı Hayber’in fethinden önce, bir kısmı da daha sonra yola çıkarıldı.
Dihye bin Halife -radiyallahu anh- Bizans imparatoruna,
Abdullah bin Huzâfe -radiyallahu anh- İran hükümdarına,
Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- Habeş hükümdarına,
Hâtıp bin Ebî Belteâ -radiyallahu anh- Mısır hükümdarına,
Şuca’ bin Vehb -radiyallahu anh- Gassan beyine,
Salît bin Amr -radiyallahu anh- Yemâme hâkimine gönderildi.
Hayber, Medine’nin kuzey cihetinde Şam tarafında, Medine’den dört günlük bir mesafede bulunuyordu. Resulullah Aleyhisselâm devrinde yahudiliğin merkezi idi.
Hayber’in fethinden önce Medine’den çıkarılmış olan yahudiler Hayber şehrine sığınmışlar, Nadîr oğullarının reisleri de orada yerleşmişlerdi. Müslümanlara karşı bütün Arapları ayaklandırmak için, Hayber bir fesat ocağı haline gelmişti.
Resulullah Aleyhisselâm, Gatafân oğullarıyla yahudilerin birleşerek Medine’ye saldırmalarını önlemek için hemen hareket etmeyi kararlaştırarak Ashabı’na “Cihad isteyenler bizimle gelsin!” diye ilân ettirdi.
Sefer hazırlıkları başlayınca Medine’de oturan yahudilerle münafıklar telaşlandılar. Hayber yahudilerinin kuvvet ve üstünlüğünden bahsederek müslümanların maneviyatlarını sarsmaya çalışıyorlardı.
Abdullah bin Ubeyy, Hayber yahudilerine “Muhammed sizinle savaşmak için yola çıkmıştır. Dikkatli olun! Ondan korkmanıza gerek yok. Çünkü siz sayı ve teçhizat yönünden ondan üstünsünüz. Onlar sayıca az ve düzensiz bir topluluktur, silahları da çok azdır.” diye haber gönderdi.
Hayberliler bu haberi alınca heyecanlandılar. Yardım istemek üzere hemen iki kişiyi müttefikleri olan Gatafân kabilesine gönderdiler. Müslümanlara galip geldikleri takdirde Hayber’in senelik mahsulünün yarısını kendilerine vereceklerini bildirdiler.
Hayber yahudilerinin on bin kadar askeri vardı. Her gün silahlarını kuşanıp savaş düzenine göre saf bağlıyorlar, kalelerinin sağlamlığına, sayılarının çokluğuna bakarak gururlanıyorlar, “Muhammed mi bizimle çarpışacak, ne uzak şey!” diyorlardı.
Hicretin yedinci yılı Muharrem’inde ikiyüz atlı, binaltıyüz piyade kuvvetiyle Resulullah Aleyhisselâm Medine’den çıktı.
Müslümanlar Hayber’e vardıkları gece Hayberliler hep uykuda idiler, horozları bile ötmemişti. Geceyi orada geçirdiler.
Hayber yahudileri sabah olunca hiç bir şeyden habersiz, kazma ve kürekleriyle tarlalarına gitmek üzere kalelerinden çıkmışlardı. Karşılarında İslâm ordusunu görünce, birden şaşırıp kaldılar. “İşte Muhammed!.. Vallahi Muhammed ve ordusu!..” diye bağrışarak, tekrar gerisin geriye kalelerine kaçtılar.
Hayber yahudileri durumu aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalelerinde kalıp savunma savaşı yapmaya karar verdiler. Savaş erlerinin hepsi en kuvvetli kale olan Natat kalesine toplandılar. Eşyalarını, âile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.
Müslümanlar önce Natat kalesini kuşattılar. Çarpışma yahudilerin ok atmasıyla başladı. Atılan oklarla bazı mücahidler yaralandılar.
Böylece iki taraf arasında savaş başlamış oldu.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Yâ Rabbi! Biz senden bu memleketin bu memleket halkının, bu memleketteki her şeyin iyiliğini isteriz. Onun, onun halkının ve içindeki her şeyin şerrinden sana sığınırız.” diye niyazda bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm ve mücahidler her sabah silahlanarak Natat kalesinin üst taraflarına geliyor, akşama kadar yahudilerle çarpışıp Recî karargâhına dönüyorlardı.
Bir ara Resulullah Aleyhisselâm bir baş ağrısına yakalandı, iki gün mücahidlerin yanına çıkamadı.
Şiddetli çarpışmalara rağmen fetih gerçekleşemiyordu. Yedi gün böylece devam etti. Bu arada Mahmud bin Mesleme -radiyallahu anh- ve Âmir bin Ekvâ -radiyallahu anh- şehid oldular.
Resulullah Aleyhisselâm yanında Ebu Bekir, Ömer, Ali ve Zeyd -radiyallahu anhüm- gibi zâtlar bulunuyorlardı. Kuvvetli oldukları halde kaleler birer birer alındı. Çünkü müslümanlar, her kale önünde kahramanca dövüşüyorlardı. İlk kalenin muhasarası on gün sürmüştü. Fakat Kamus kalesi yirmi gün dayandı.
Bu kalenin başında kumandan olarak, Araplar’ın bin savaşçıya bedel saydıkları meşhur yahudi Merhab bulunuyordu. Bu savaş gerçekten de o güne kadar yapılanların en şiddetlisiydi. Yahudiler hem hazırlıklı idiler, hem de silahları boldu. Kureyşliler bu savaşı büyük bir alâka ile takip ediyor, müslümanların galip geleceğine pek ihtimal veremiyorlardı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki, o Allah’ı ve Resul’ünü sever, Allah ve Resul’ü de onu sever.” buyurdu. (Tirmizi)
Sabah namazından sonra Resulullah Aleyhisselâm sancağın getirilmesini emir buyurdu. Sancak getirildi. Bir müddet bekledikten sonra “Ali nerede?” diye sordu. “Yâ Resulellah! Onun gözleri ağrıyor.” dediler ve hemen getirdiler. Resulullah Aleyhisselâm’ın duâsı ile ağrıyan gözleri şifa buldu. Daha sonra kendisine zırh giydirdi, Zülfikâr’ı beline bağladı, ak sancağı eline verdi. “Allah sana fetih nasip edinceye kadar çarpış, sakın arkana dönme!” buyurdu.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-, önce yahudileri İslâm’a çağırdı. Kabul etmediklerini görünce, tekrar sulh teklif etti. Bu dâvet de red edilince savaş yeniden başladı. Yahudilerin meşhur savaşçısı Merhab kaleden çıkmış, müslümanlara meydan okuyordu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- onunla kahramanca dövüştü. Bu korkunç adamı yere serince kale alındı, ümitsizliğe düşen yahudiler de teslim bayrağını çektiler. Hayber toprakları müslümanların eline geçti. Böylece yahudi fesadı sona erdi. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- “Hayber’in fatihi” oldu. Bu gazada kale kapısını koparmış, kalkan olarak kullanmıştı.
Hayber’in fethi sırasında ondört şehid verilmiş, yahudilerden ise doksanüç kişi ölmüştü.
Neticede teslim şartı olarak Resulullah Aleyhisselâm Hayberliler’e sadece hayatlarını bağışlamıştı.
Hayberde böyle büyük fetihlere nail olduktan ve pek çok ganimet malı elde ettikten sonra mücahidler, başlarında Resulullah Aleyhisselâm olduğu halde Medine-i münevvere’ye döndüler.
Mekke’nin müslümanlar tarafından fethedilmesi yirmi yıldan beri sürüp gelen İman-küfür mücadelesinin son safhası oldu.
Hicretin sekizinci yılının Şaban ayında Kureyşin himayesine güvenen Bekir oğulları, bir gece Resulullah Aleyhisselâm’ın himayesinde bulunan Huzâalılara birdenbire saldırdılar. Kureyşliler de Bekir oğulları kabilesine silah vermişler ve kıyafetlerini değiştirerek onlara gizlice yardımda bulunmuşlardı. Bu baskın hâdisesinde Huzâalılardan yirmiüç kişi ölmüştü.
Kureyş’in Bekir oğulları kabilesi ile birleşerek Huzâa’ya saldırması açıktan açığa Hudeybiye andlaşmasını ihlâl etmek demekti. Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü. Huzâalılara yardım vâdinde bulundu. Mekke’lilere de sert bir ültimatom göndererek şu üç tekliften birinin kabul edilmesini kendilerine bıraktı:
1. Ya öldürülen Huzâalıların âilelerine diyet ödenecek,
2. Veya Bekir oğulları kabilesini himaye etmekten vazgeçilecek.
3. Bu iki şarttan biri kabul edilmediği takdirde Hudeybiye andlaşması bozulmuş sayılacak.
Kureyş’liler zaten hoşlanmadıkları üçüncü teklifi kabul ettiklerini bildirdiler. Artık andlaşma resmen bozulmuş oluyordu.
Aradan kısa bir zaman geçmedi ki Kureyş’in ileri gelenlerinin içini bir telâş kaplamaya başladı. Barışın yenilenmesi için Ebû Süfyan’ı Medine’ye kadar yolladılar.
Ebu Süfyan, Resulullah Aleyhisselâm’a başvurdu ise de bir cevap alamadı. Resulullah Aleyhisselâm savaşa karar verdi.
İki yıl önce Hudeybiye senesi Mekke önüne varan İslâm ordusunun sayısı ancak binbeşyüz civarında iken, iki yıl sonra bu sayı onbini bulmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm’ın ordusunun yaklaşmakta olduğunu anlayan Mekkeliler neye uğradıklarını anlayamadılar. Hemen Ebu Süfyân’ın başına toplandılar. Durumu anlamak isteyen Ebu Süfyan, yanına aldığı üç dört arkadaşıyla Mekke’den çıktı ve büyük ateşi gördü. Fakat yolda müslümanlar tarafından esir edilerek, Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna götürüldü.
Resulullah Aleyhisselâm Ebu Süfyan’ı da affetti. Bunun üzerine Ebu Süfyan şehadet getirip müslüman oldu.
Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-:
“Yâ Resulellah! Ebu Süfyan üstün tanınmayı, övünmeyi seven bir insandır. Ona iftihar edebileceği bir lütufta bulunsanız!” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Her kim Ebu Süfyan’ın evine girerse emniyettedir. Her kim evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa emniyettedir. Her kim Harem-i şerif’e girerse emniyettedir.
Ebu Süfyan bunu ilân etsin!” buyurdu.
Bu beyan, Ebu Süfyan’ı evine çekmek, sonra da sokağa çıkma yasağı ilân etmekti. Çünkü Resulullah Aleyhisselâm asla kan dökülmesini istemiyordu.
Ordunun Merruzzahrân vâdisinden hareketinden önce Resulullah Aleyhisselâm amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-a “Ebu Süfyan’ı al! Ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götür, İslâm ordusu’nun büyüklüğünü görsün!” buyurdu.
İslâm ordusunun bu muazzam ihtişamını gözünden kaçırmayan ve baştan aşağı titreyen Ebu Süfyan “Ey Abbas! Hakikaten kardeşinin oğlu saltanatını çok büyütmüş!” deyince, Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- müdahale etti “Sus, o saltanat değil, peygamberliktir!” diyerek düzeltti.
Bütün ordu bu suretle boğazdan geçti. Ebu Süfyan da Resulullah Aleyhisselâm’dan aldığı talimatı Mekke’ye götürdü.
Herkes kendisini heyecanla bekliyordu. Ebu Süfyan en yüksek sesle onlara hitâp etti “Ey Kureyş! Bu gelen Muhammed’dir. Karşısına çıkılamayacak bir kuvvetle Mekke’ye geliyor. Her kim Ebu Süfyan’ın evine girerse emindir. Mescide sığınırsa emindir. Kendi evine kapanırsa emindir.” dedi. Mekkelileri evlerine ve Kâbe’ye sığınmaya davet etti.
Ebu Süfyan’ın sözlerini işiten Kureyşliler büyük bir şaşkınlık içinde kaldılar, ne yapacaklarını bilemez oldular. Bir kısmı Ebu Süfyan’ın evine koştular, bir kısmı Harem-i şerif’e girdiler, çoğunluk da kendi evine kapanıp, dışarı çıkmadılar. Fakat silahını kapıp mukavemet için sokağa fırlayanlar, silâhını atarak ötede beride dolaşanlar da görülüyordu.
Müslümanlar aldıkları talimat üzere kan dökmeden Mekke’ye girmeye muvaffak oldular. Yalnız Hâlid bin Velid -radiyallahu anh-in idare ettiği birlik, müşriklerin taarruzuna uğradı. Bu hal karşısında Hâlid bin Velid -radiyallahu anh- müdafaa savaşı yapmak zorunda kaldı.
Resulullah Aleyhisselâm terkisinde Üsâme -radiyallahu anh- olduğu halde Mekke’nin üst tarafından, Hâlid bin Velid -radiyallahu anh- ise alt tarafından şehre girmişlerdi.
Hicretin sekizinci yılı Ramazan’ın yirminci Cuma günü Mekke’ye girdi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın başında miğferi, Kasvâ adındaki devesi üstünde, başını eğmiş, secde eder gibi bir vaziyet alarak Fetih sûresini okuyor, tekbir sesleri göklere çıkıyor, sancağı yine Zübeyr -radiyallahu anh- çekiyordu. İslâm askeri iki tarafta selâm vaziyetinde saf bağlamıştı. Karşıdan Kâbe bütün heybetiyle göründü. Hep bir ağızdan alınan tekbir sadalarının yankıları dağlardan geliyordu. Resulullah Aleyhisselâm ihramsız olarak Harem-i şerif’e girdi. Kâbe’yi deve üstünde yedi defa tavâf etti. Hacer-i esved-i selâmladı. Tavaf’tan sonra Makam-ı İbrahim’de iki rekat namaz kıldı. Zemzem suyunun yanına vararak hem su içti, hem de abdest aldı.
Resulullah Aleyhisselâm’ın gönlü bütün bu lütuflardan dolayı Allah-u Teâlâ’ya karşı derin minnet ve şükran duyguları ile dolu idi.
Kendisine karşı son derece şiddetli davranan Mekke, işte şimdi ona teslim olmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm Kâbe kapısının eşiğinde durdu. Karşısında saf bağlamış Mekkeliler’e baktı. Yirmi yıldır şahs-ı âlîlerine ve müslümanlara ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmeyen, el kaldıran, dil uzatan bu mağrur insanların hayatı şimdi onun iki mübarek dudağı arasından çıkacak hükme bağlıydı.
Mânâlı mânâlı baktı, sonra da onlara:
“Ey Kureyş cemaati! Şimdi size nasıl bir muamelede bulunacağımı sanıyorsunuz?” diye sordu.
Hepsi bir ağızdan:
“Hayır umarız. Sen kerim bir kardeş, âlicenap bir kardeşoğlusun!” diye cevap verdiler.
Başka bir şey diyemezlerdi. Çünkü ondan hiç bir zaman en küçük bir kötülük görmemişlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi, ben de size ‘Bugün artık size geçmişten sorumluluk yoktur.’ derim. Haydi gidiniz hepiniz serbestsiniz!” buyurdu.
Öğle namazından sonra Safâ tepesine çıktı. Burada kendi istekleriyle İslâm’a giren Mekkeliler’in ayrı ayrı biatlarını kabul etti.
Huneyn savaşı, Mekke’nin fethinden onaltı gün sonra, Huneyn vâdisinde yapıldı.
Hevâzin kabilesi, Arabistan’ın en büyük kabilelerinden biriydi. Bu kabile daha Mekke’nin fethinden önce, diğer kabilelerle müslümanların aleyhine savaşa hazırlanıyordu. Hudeybiye barışından sonra müslümanlık Arabistan’ın her tarafına yayılmış, Mekke müslümanların eline geçmiş, buradaki putlar yıkılmıştı. Hevâzin kabilesi, bu halden memnun olmadı. Çevredeki putların devrilmesini bir türlü hazmedemediler. Aynı durumun kendi başlarına da geleceğini, Resulullah Aleyhisselâm’ın kendilerinin üzerine de yürüyeceğini düşündüler. Daha fazla bekleyecek olurlarsa, muhakkak silinip gideceklerine kanaat getirdiler.
“Muhammed harb usulünü bilmeyen Mekke’lileri yendi. Bizi de onlar gibi mi sanıyor?” diye müslümanlara karşı hücuma geçebilmek için önemli hazırlıklara başladılar.
Yirmi bin kişilik büyük bir kuvvet Huneyn vadisinde toplandı.
Düşmanın bu hareketlerini duyan Resulullah Aleyhisselâm, bu kuvvetleri dağıtmak için on iki bin kişilik bir kuvvetle Mekke’den harekete geçti.
Halid bin Velid -radiyallahu anh- kumandasındaki İslâm ordusunun öncü kuvveti, düşmanın tertibat ve harekâtından habersiz olarak dar boğazdan geçerken pusuya düştü. Mücahidler neye uğradıklarını anlayamadılar. Bozulup kaçmaya başladılar.
Bu bozgun hali arkadan gelen ikinci hattaki askerî birliklere de sıçradı ve yayıldı. Müslüman ordusunda hiç yoktan umumi bir panik başladı.
Hiçbir müşkül durumda asla acele ve telâş etmeyen, vakarını ve ciddiyetini bozmayan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz soğukkanlılığını muhafaza ediyor:
“Ey Allah’ın kulları! Buraya geliniz! Ben Allah’ın Peygamberiyim, bunda yalan yok! Ben Abdülmuttalip soyundanım!” diye sesleniyordu. Amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-da daha gür sesiyle ashaba hitap etti:
“Ey Akabe’de biat eden Ensar! Ey Şecere-i Rıdvan altında söz veren Ashab! Muhammed burada! Ona doğru gelin!” diyordu.
Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-ın sözlerini işiten Muhacirler ve Ensar hemen cevap verdiler ve “Lebbeyk, Lebbeyk!” sesleriyle geri döndüler. Her taraftan koşuştular. Bozulmuş olan ordu, Resullullah Aleyhisselam’ın etrafında tekrar toplandı. Savaş bütün şiddetiyle yeniden canlandı.
Resulullah Aleyhisselâm bir taraftan:
“Allah’ım bize yardımını gönder!” (Müslim)
Diyerek Allah-u Teâlâ’dan yardım diliyor, bir taraftan da ashabına hücum emrini veriyordu. Eline bir avuç toprak alarak düşmanın üzerine attı. “İşte şimdi fırın kızdı, harp kızıştı!” buyurdu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- onların bayraktarlarını öldürdü. Bozulmuş olan ordu, öyle hızlı bir şekilde derlenip toparlandı ki, atları koşamayanlar inip koşuyorlardı, kısa zamanda müminlerin hepsi Resulullah Aleyhisselâm’ın etrafında toplandılar ve savaş düzeni aldılar. O korku ve telaşı bir yana bırakıp bütün gayretleriyle cenge giriştiler. Şiddetli hamlelerden sonra düşman darmadağın olup kaçmaya başladı. Müslümanlar da kaçanların arkalarına düşüp yetiştiklerini ya öldürüyorlar veya esir alıyorlardı. Müşriklerden ölenlerin sayısı yetmişi bulmuş, müslümanlardan ise dört şehit verilmişti. Müşrikler kadınlarını, çocuklarını ve sürülerini savaş meydanında bırakarak kaçmışlardı. Böylece müslümanlar savaşın başında yenilmelerine rağmen savaşı kazanmış oldular.
Allah-u Teâlâ Huneyn savaşında düşmanlarına karşı müminlere yardım ettiğini onlara hatırlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:
“Andolsun ki Allah bir çok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. Hani o gün çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti. Fakat hiç bir fayda sağlamamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Nihayet bozularak gerisin geriye kaçmıştınız.
Bozgundan sonra Allah, Peygamberi’ne ve müminlere sekinetini (huzur ve güvenini) indirdi. Sizin görmediğiniz ordular gönderdi. Ve kâfirleri azaba uğrattı. İşte kâfirlerin cezası budur.” (Tevbe: 25-26)
Tâif muhasarası Huneyn savaşının bir devamıydı. Muhasara yirmi gün sürdü, fakat şehir düşmedi. İslâm ordusu muhasara devam ederken kaleyi dövmek ve yıkmak için ilk defa mancınık ile debbâbe kullandı. Müslümanlara bu silâhları kullanma usulünü Selman-ı Fârisi -radiyallahu anh- öğretmişti.
Tâif kalesi çok kuvvetli olduğu için dayanıyordu. Tâifliler de şiddetle müdafaa ediyorlardı. Atılan oklar yüzünden müslümanlar oniki şehit vermişlerdi.
Halid bin Velid -radiyallahu anh- düşmandan er istedi, Tâifliler ise “Kale içinde sana karşı duracak kimse yok. Zahiremiz tükeninceye kadar dayanacağız. Sonunda hep birlikte dışarı fırlayacağız, ölünceye kadar dövüşeceğiz.” dediler. Mübareze teklifini reddettiler.
Kalenin alınabilmesi için çok kan döküleceği anlaşılıyordu. Savaşı bırakmanın zararlı olmayacağı anlaşılınca Resulullah Aleyhisselâm muhasaranın kaldırılmasını emir buyurarak “Yâ Rabbi! Sakif’e hidayet nasip eyle, onları bize gönder!” diye dua etti.
Resulullah Aleyhisselâm, Arabistan’ın kuzey sınırından emin değildi. Suriye cephesinden ani bir baskına uğramamak için hududun bu tarafını emniyet altına almak istiyordu. Durum nazik ve mühimdi.
Edinilen bu haber üzerine Bizans’a karşı seferberlik ilân edildi. Bizans üzerine gidilecek, düşmanın Arabistan’a karşı beslediği istilâ tehlikesi önlenecekti.
Bu sebepten dolayı Resulullah Aleyhisselâm, şimdiye kadar tertiplediği orduların üstünde bir ordu hazırlamaya karar verdi. Huneyn ve Tâif seferinden yeni dönülmüştü. Yaz mevsiminin sıcak günleriydi. Kuraklık yüzünden kıtlık vardı. Hasat mevsimiydi, meyveler, hurmalar olgunlaşmıştı. Gölgeleri de güzelleşmişti. Gidilecek yer uzak, düşman kuvvetliydi. Toplanacak askerin buna göre hazırlanması için, Suriye’ye yapılacak sefer açıkça bildirildi. Halbuki diğer seferlerde askerî hazırlıklar gizli tutulur, düşmanın bu hazırlıklar hakkında hiç bir haber almamasına son derece dikkat edilirdi.
Bütün kabilelere ve Mekke’ye haberler gönderilip mücahid askerler istendi. Gönüllülerin toplanmasına başlandı.
•
Halkta umumî bir durgunluk, sefere karşı bir isteksizlik vardı. Başka savaşlarda görülen heyecan, Tebük seferinde görülmez oldu. Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Ne oldunuz ki size ‘Allah yolunda elbirlik gazâya çıkın’ denilince yere mıhlanıp ağırlaştınız!” (Tevbe: 38)
Allah yolunda topyekün seferberlik ilân edildiği halde, uydurma mazeretler gösterip savaşa katılmayanların, bu hususta fedâkârlık gösteremeyenlerin durumlarını ve münafıkların fitne çıkarmak için giriştikleri çeşitli hileleri açıklamak üzere Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben şöyle buyurdu:
“Eğer o sefer, yakın bir kazanç (ganimet) ve orta yollu bir sefer olsaydı, onlar mutlaka peşine düşer gelirlerdi. Fakat zahmetle gidilecek yol onlara uzak geldi.” (Tevbe: 42)
•
Kısa zamanda büyük bir kuvvet toplandı. Etraftaki kabilelerden de takım takım mücahidler Medine’ye gelmeye başladılar. Ordunun sayısı otuzbine çıktı. Onbini süvari, onikibini ise develi idi. Resulullah Aleyhisselâm karargâhını şehrin dışında Seniyyetü’l-vedâ denilen yerde kurdu.
Uzun ve zahmetli bir yürüyüşten sonra ordu Medine ile Şam arasındaki mesafenin tam ortasında Tebük denilen yere vardı. Gerek Bizans’tan ve gerek Arap kabilelerinden hiç bir hareket görülmedi. Mute’de üçbin müslümanın gösterdiği kahramanlık ile Tebük seferine iştirak eden İslâm kuvvetlerinin büyüklüğü, Arap kabilelerinin mâneviyatını kırmış, Bizans’ı da saldırı fikrinden vazgeçirmişti.
Resulullah Aleyhisselâm Tebük’te yirmi gün kaldı. Ashabiyle istişare etti. Bizans’a meydan okumuş, müslümanlığın şerefi her tarafa yayılmış, maksat hâsıl olmuştu.
Müslümanlık Arap yarımadasının her tarafına süratle yayıldı. Hicretin dokuzuncu ve onuncu yılları “Müslümanlığın yayılma yılları” oldu. Halk uzak-yakın yarımadanın her tarafından, fevc fevc Medine’ye akıyor, İslâm dinine girmede birbirleriyle yarış ediyordu. Artık Arabistan’da müslümanlara karşı duracak hiç bir kuvvet kalmamıştı. İki yıl içinde şurada burada yaşayan mûsevîlerden, hıristiyanlardan başka bütün yarımadaya yalnız İslâm dini hâkim oldu. Bu parlak muvaffakiyet, Hazret-i Allah’ın yardımının bir eseriydi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Allah’ın yardımı ve zafer günü gelip de insanların akın akın dalga dalga Allah’ın dinine girdiklerini görünce, Rabbini hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. O tevbeleri daima kabul edendir.” (Nasr: 1-2-3)