Bir sohbetlerinden:
“Muhalif ve muarız gruplardan birisi fakirin iç durumunu öğrenmek maksadıyla istihare yapmış ve fakiri Lâfza-i celâl ile işlemeli bir kaftan giymiş olarak görmüş. Herkes hayranlıkla bakıyormuş. Bu rüyâsını bir kardeşimize anlatmış ve: ‘Ben onun iç yüzünü öğrenmek istedim, Cenâb-ı Hakk da böyle gösterdi. Bunu sadece sana anlatıyorum, başka kimseye de anlatmadım.’ demiş. Anlatmak işlerine gelmiyor, çünkü birisi duyarsa belki uyanır.
Hazret-i Allah bunu ona kasten göstermiş. O rüyâ ile onu mesul edecek. ‘Sen benden hakikati öğrenmek istedin değil mi? Ben de sana gösterdim, niye çevreni uyarmadın?’ diye mesuliyetleri çok büyük olacak.
Biz O diyoruz, başka bir şey demiyoruz. Bunun sırrı burada toplanıyor. O tecellî ediyor da kabuğu gösteriyor. Çünkü başkası O’nu göremez, kabuğu görür.” (Ocak 1980)
Bir sohbetlerinden:
“Şurada bir cife var. Toprak olup gübre hâline geldikten sonra, seninle o cife arasında hiçbir fark var mı? Yok. Başlangıçta kerih bir sudan husule geldin. Onunla da o cife arasında hiçbir fark yok. Şu halde bu muazzam varlık kimin? Sen kendini o hâle indirsene. Binayı O kurdu. Sana o varlığı muvakkat olarak O verdi. Kendini o hâle indir de, sendeki varlığın O’nun olduğunu anla.
Burayı tefekkür etmek, buraya inmek ne mümkün? Şu kadar var ki, Cenâb-ı Hakk indirirse inersin. Yoksa indim dediğin zaman düşersin.” (Ocak 1980)
Bir sohbetlerinden:
“Bundan otuz-otuz beş sene kadar evvel Düzce’de bir hadise geçti. Bir delikanlı var, kendisini çok iyi biliyorum, emsâlimizdi. Aynı sokakta bir kıza âşık oluyor. Onu da biliyorum, Meliha idi ismi. Bunlar birbirini çok seviyorlar. Aralarında öyle bir sevgi husule gelmiş ki, o sevgi son zirvesine ulaşıyor, çocuk tahammül edemiyor ve ahirete intikal ediyor. Onun peşine bir hafta sonra da kız gitti.
Düşünün şimdi. Beşeri bir sevgi böyle olursa, ya bir kulun Mevlâ’sını ne kadar sevmesi lâzım?
Bir de Hazret-i Allah’ın kendisi için halkettiği, kendisine karşı muhabbet aşkı bahşettiği kullar var ki, cennet ona cehennem gibi gelir. Çünkü o cennet için, köşk için huri için yaratılmamış. Naîm cennetine girecek olan kullar işte bunlardır.” (Ocak 1980)
Bir sohbetlerinden:
“İlmiyle âmil kemâlli âlimler, zâhid ve âbidler yumurta gibidir. Yumurta faydalı bir nimet olduğu gibi, onlar da beşeriyete faydalı olurlar.
Ârif ise kabuk kısmıdır. Tekamül ettikçe gözü ile görür ki bir kabuk. Kabuğun hiçbir hükmü hiçbir değeri yoktur. Civciv çıktı, kabuğun hiçbir hükmü kalmadı. ‘Ben bir kabuktan ibaretim, bir şey varsa Sahibim’indir.’ diyor. Cenâb-ı Hakk dilerse dilediğine bu hâli gösterir.
Bir de yumurtanın cılk şekli var. O da aynı onun gibi görünür, fakat içi bozulmuştur. Leş gibi kokar ve hiç de bir işe yaramaz. Onun cılk olduğunu kimse bilmez, ancak Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği kimseler bilir. ‘Bu cılktır!’ der. Derse o da.” (Ocak 1980)
“Bu yol ezeli ihsandır. Allah’ım ona ayırmışsa, ben O’nun nasibini vereceğim, O’nun ihsanını vereceğim. Ben de O’nun ihsanına muhtacım. Ben kendi kendime bile nasip veremiyorum, ona mı vereceğim? Kendisi muhtaç olan bir dilenci başkasına ne verebilir?
Bir çobana sahibi ne kadar koyun verirse, o kadar güder. Biz emre tabiyiz; az verirse az güderiz, çok verirse çok güderiz. Benim müridanla hiçbir ilgim yok. ‘Benim çok müridim olsun, veya benim çok müridim var.’ demek namdır, tefahürdür. Bana öz kulluğumu unutturur. O’nun malı ile O’na tefahür etmek, O’nun serveti ile zenginlik taslamak cidden çok yersiz.
Allah’ıma sonsuz şükürler olsun ki, bu fakire fakirliği benimsetti. Hiçbir şeye mâlik değilim.
Sahibim’in malını teşhir etmekten, Sahibim’indir demekten zevk duyuyorum daha doğrusu.” (Ocak 1980)
Bir sohbetlerinden:
“Dikkat ediyoruz ne zaman ibtilâ büyük olacaksa, hemen boğazımızı kesiyorlar. Gelecek ibtilânın büyüklüğünü oradan öğreniyoruz.
İbtilâ acı gibi görünür. Fakat aslında ne kadar tatlıdır, ne kadar güzeldir.
Bazı dostlarımız yalnız diye bize acır, düşmanlarımız sevinir. Bize acıyan dostlarımız ne olur kendilerine acısalar! Çünkü beni benden fazla seven Allah’ım varken, benim için takdir ve hüküm yürütmüşken, dostum beni ne kadar sevebilir?
Gerçekten görüyorum ki, Allah’ım beni benden fazla seviyor. Çok defa uçurumun kenarına geliyorum, eğer beni bana bıraksa mahvolacağım. Beni tutuyor ve kurtarıyor.
Beni benden fazla seven Allah’ım bana kötülük yapar mı?
Hep bal verecek değil ya, bazen de zehir verir. İnsan sabrederse o zehir de bal olur.”
•
Bir sohbetlerinden:
“Nefsin birçok arzuları, muhabbet ettiği şeyler vardır. Bir ağaç büyüdüğü yere kök saldığı gibi, bu muhabbetler de insanı dünyaya bağlar.
İbtilâ ise bu bağları keser koparır. O bağlar kesilirken bir acı duyuyorsun amma, seni kabuğuna çekiyor. Dünyaya kökleşmemene, yayılmamana, dağılmamana en büyük vesile oluyor. Mevlâ seni sana bıraksaydı, köklerin uzayacaktı, dünyaya kökleşecektin.
Halbuki dünya geçicidir. Bütün ömründe bir gün bile cefâ görmesen, cennetin bir saniyelik lezzetine değmez. Madem ki değmiyor, nesi var değecek?
Sen ibtilâyı ateş gibi görüyorsun, halbuki en büyük rahmet.” (5 Şubat 1980)
-Rüyâmda gördüm ki bir yerde birçok fareler vardı. Bir kedi geldi. Bu kedi bunları yer diye düşünürken, bütün fareler birden kedi oluverdi. O da onlara karıştı.
-Çok mühim bir rüyâ efendim. Allah’ımız nankör insanın şerrinden muhafaza buyursun.
O gördüğünüz fareler, zarar verici insanlardır. Sen onu faydalı biliyorsun, dost zannediyorsun; halbuki onun fareden farkı yoktur.
Bu; nefis de olur, vücudun azaları da olur, dış düşmanlar da olur, devlet işi de olabilir.
Düşmanla alâka kuruyor, bu sefer hepsi kedi oluyor ve insanın başına belâ oluyor. (5 Şubat 1980)
Bir sohbetlerinden:
“Bizim yolumuzda yeme-içme, maksat-menfaat yoktur. Bize yemek-içmek için gelenler gelmesinler. Onlar bizden, biz onlardan uzak olalım. Bu temel üzerine bina kurmaya başlarsak sonu çok rahat olur.
Yük olmamalı, maksat-menfaat olmamalı, herşey yalnız Allah için olmalı. Mevla bir kulunu hizmet için ileriye sürmüşse, bir ömür boyu onun şükrü eda edilemez. Onun ikram ve ihsanı çok büyüktür. Bundan nefse paye çıkarmak, menfaate tevessül etmek, Onun ikramını basit ve adi şeylerle değiştirmek demektir. Padişahlar padişahı yetmez mi sana?” (5 Şubat 1979)
-Efendim! Kardeşler zât-ı âlinizin Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz’e nasıl duâ ettiğinizi öğrenmek istiyorlar.
-“Ya Rabb’i! Onun ömrünü çok uzun et, benim ömrümü de ona ihsan et!” diye gönülden geçerdi. Başka bir duâda bulunamazdık zaten. Hazret-i Allah Efendi Hazretlerine büyük tasarruf ihsan buyurmuştu. O büyük tasarruftan beşeriyetin istifade etmesini gönül çok arzu ederdi.
Bunlar hususi hallerdir, anlatılacak şey değil. İlk olarak siz sordunuz, sorduğunuz için size arzettik. (10 Şubat 1979)
-Nasılsınız efendim?
-Hamdolsun iyiyiz.
-Hepimiz iyiyiz demek mecburiyetindeyiz. Şöyle ki, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri’nin sonsuz ikram ve ihsanları karşısında bulunuyoruz. Bu sonsuz ihsanlar karşısında, bu ihsanlarla bu iyiliklerle kötülükler yapıyoruz.
Mesela insan en büyük günahı vücutla yapar, sıhhatle yapar. Halbuki bunlar Hazret-i Allah’ın bize ihsan buyurduğu büyük nimetlerdir. Büyük nimetlerle büyük günahlar yapılıyor.
Bu büyük günahları küçültmek, bu büyük ihsanlar karşısında iyilikler yapabilmek için terbiye görmek şarttır.
Cenâb-ı Hakk güzel bir mürebbiye düşürürse, o mürebbi onu nasibi kadar terbiye eder. Terbiye göre göre, öyle bir hâle gelir ki, nefsi tezkiye olur. Bütün kötülüklerin kendisine âit, bütün iyiliklerin ise Sahibine âit olduğunu öğrenir. O’nun rızası mucibince yürümeye koyulur. (31 Mart 1979)