Kalem sûre-i şerif’i gibi, Mekke-i mükerreme döneminin başlarında ilk nâzil olan Sûre-i şerif’lerin arasındadır. Elli iki Âyet-i kerime, dört yüz seksen kelime ve bin elli altı harften müteşekkildir.
İsmini ilk Âyet-i kerime’deki “Hâkka” kelimesinden alır. “Hak, hukuk, her şeyin ortaya çıkacağı gün, meydana gelmesi gerekli olan saat.” mânâsına gelen bu kelime, önceden haber verilen bir musibetin başa gelmesiyle ilgili olarak kullanılır. Kıyamet gününde “Haşir”, “Mizan”, “Muhasebe”, “Sırat”, “Cennet” ve ”Cehennem” gibi Allah-u Teâlâ’nın önceden haber verdiği durumlar gerçekleşip, bütün yapılanlar karşılığını bulacağı için “Kıyamet günü”ne bu isim verilmiştir.
Ayrıca Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı’na inanmayan geçmiş milletlerin helâk oluşunu anlatmak için de kullanılır. Nitekim görüldüğü üzere “Hâkka”nın mânâsını açıklayan Âyet-i kerime’nin ardından Âd ve Semûd kavimlerinin helâkine dâir haberler yer almaktadır.
Bu mübârek Sûre-i celîle ahiret âlemi hakkında insanları uyararak onları imana ve tedbirli olmaya yöneltmektedir.
İki bölümden meydana gelmiş olup, otuz yedinci Âyet-i kerime’ye kadar; Âd, Semûd, Firavun ve Lût kavimlerinin “Hâkka”ya uğradıkları, Peygamberler’i yalanlamaları sebebiyle helâk edildikleri haber verilmektedir.
Sûr’a üfürüldüğü zaman dünyanın harap olması, dağların darmadağın edilmesi, göklerin yarılması gibi korkunç durumların meydana gelmesi gözler önüne serilmektedir.
Kâfirlerin çekecekleri asıl cezanın ahirette olacağı, en büyük azaplarla karşılaşacakları açıklanmaktadır.
Arşını sekiz meleğin taşıdığı Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde herkesin hesaba çekileceği o müthiş günde; mümine kitabının sağ tarafından verileceği, kâfire ise sol tarafından verileceği, kendisine zillet ve horluk isabet ettirileceği, ne kadar zavallı olacakları, âciz ve yardımcısız kalacakları anlatılmaktadır.
Hesabını verenlerin cennet-i âlâ’da sonsuz nimetlerle bahtiyar olacakları; Allah’a inanmayan ve yoksullara yardım etmeyenlerin zincirlere vurulacakları, müşfik bir dostları bulunmadığı için de hiç kimseden hiçbir yardım göremeyecekleri bildirilmektedir.
İkinci bölüm ise; otuz sekizinci Âyet-i kerime’den Sûre-i şerif’in sonuna kadar, Kur’an-ı kerim’e yapılan iftirâlara cevap mahiyetindedir.
Görülen ve görülmeyen ilâhî kuvvetlere yemin edilmekte; Kur’an-ı kerim’in sıradan bir söz olmadığı, âlemlerin Rabb’inden gelen bir vahiy olduğu, ona bilmeden “Şâir sözü” veya “Sihirbaz sözü” demenin yanlışlığı ortaya konulmaktadır.
Kur’an-ı kerim’in takvâ sahipleri için bir öğüt, kâfirler için bir iç yarası olduğu belirtildikten sonra onun şiir, kehânet, zan ve tahmin cinsinden bir bilgi olmayıp saf bir hakikat olduğu ifâde edilmektedir.
Allah-u Teâlâ’nın ism-i şerif’ini tenzih ve tesbih etmeyi, O’nu saygı ile anmayı emreden Âyet-i kerime ile sona ermektedir.
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
“Müslüman olmadan önce Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet ve kötülük etmek niyetiyle evden çıkmıştım. Harem-i şerif’e vardığımda baktım ki o benden önce gelmiş namaz kılıyordu. Usulca gittim ve arkasına dikildim. Hâkka sûresi’ni okumaya başladı. Kur’an’ın selis üslûbuna hayran kaldım. Kendi kendime Kureyş’in dediği gibi: ‘Olsa olsa bu adam bir şâirdir!’ diye düşündüm.
Tam o sırada: ‘O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 41) âyetini okudu.
Bu defa içimden: ‘Şâir değilse kâhindir!’ diye geçirdim.
Hemen: ‘O bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!’ (Hâkka: 42) âyetini, ardından da sûreyi sonuna kadar okudu.
Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı, işte o günden sonra İslâm sevgisi gönlümde yer etmeye başladı.” (Ahmed bin Hanbel)
Kıyamet günü kesinlikle gerçekleşecektir. Hakk’a ve hakikate uyanların hayırla, Hakk ve hakikatten yüz çevirenlerin de şerle karşılık görmesi mutlaka meydana gelecektir.
“Gerçekleşecek olan. Nedir o ‘Gerçekleşecek olan?’ Gerçekleşecek olanın ne olduğunu sen bilir misin?” (Hâkka: 1-2-3)
Her bir iyilik ve kötülüğe, doğruluk ve eğriliğe ceza ve mükâfatın hak olduğu zaman kıyamet günüdür. Bütün yapılanların içyüzü o gün ortaya çıkar.
Bu soru hadisenin büyüklüğünü ve korkunçluğunu göstermek için yeterlidir. Kıyametin şiddet ve dehşetinin azametini, yaratıklardan hiç kimsenin zekâsı ve kavrayışı aslâ tahmin ve takdir edemez. Haber vermekle bilinemez, hiçbir tasavvura sığmaz. Ancak fiilen gerçekleştiği zaman görülür ve anlaşılır.
İman esaslarından olduğu için bütünüyle inanmak gerekmektedir. Kıt akıllı, kısır düşünceli kimseler, kıyameti tasdik etmezler, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederler, yalan-yanlış fikirlerinde ısrar edip dururlar.
Allah-u Teâlâ Mekke kâfirlerine, onların şahsında bütün beşeriyete hatırlatmak ve onları korkurtmak için, kıyameti yalanlayanların başlarına gelen felâketleri anlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Semud ve Âd kavimleri başlarına çarpacak olan felâketi yalanlamışlardı.” (Hâkka: 4)
Yalanladılar da ne oldu?
“Bu yüzden Semud kavmi tâğıye (pek korkunç bir ses) ile helâk edildiler.” (Hâkka: 5)
Yapmış oldukları inkâr ve yalanlamalar, azgınlık ve şirretlikler bardağı taşırınca, ilâhî azabın inmesi mukadder oldu. Böylece de bu azabın açık bir hedefi hâline geldiler.
Artık tartışma bitmiş, ceza zamanı gelmişti. Allah-u Teâlâ kasırga şeklinde bir rüzgar halketti.
“Âd kavmi de uğultulu, önünde durulmaz bir rüzgarla yok edildiler.” (Hâkka: 6)
Öyle ki bu şiddetli rüzgâr çadır ve buna benzer eşyaları birer çekirge gibi gök ile yer arasında uçuruyordu. Rüzgârın bu dehşetini gören halk, bunun bir azap olduğunu anladılar. Dışarıda durabilmek imkânını göremeyince sağlam diye bildikleri evlerine ve dağları yontarak yaptıkları meskenlerine kapandılar.
Bu fırtınalı rüzgârın girmediği ve harap etmediği yer yoktu. Dev ağaçları köklerinden söküp deviriyor, evlerin kapılarını ve pencerelerini uçuruyor, içindekileri önüne katıp savuruyor, herşeyi darmadağın ediyordu.
“Allah onu yedi gece sekiz gün ardarda onların üzerine musallat etti.” (Hâkka: 7)
Korkunç bir ses çıkararak vadiyi kaplayıp gelen bu şiddetli rüzgâr Âd kavmi üzerine hiç durmaksızın esmiş, sekiz gün sonra onlardan ölmedik tek fert bırakmamıştır.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Âd kavminin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine kasıp kavuran rüzgârı göndermiştik.” (Zâriyât: 41)
Bu fırtınalı kısır rüzgâr estikçe esiyor, yağmur yerine felâket ve ölüm getiriyor, herşeyi toza çeviriyordu.
“Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.” (Zâriyât: 42)
Allah-u Teâlâ “Kahhar” sıfatı ile tecellî edince, azabı ve hükmü inince; ne kaba kuvvetin bir yararı olur, ne de tedbirin bir yararı olur.
“O kavmi oracıkta içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş halde görürsün.” (Hâkka: 7)
Hiçbirinin gıkı çıkmadı, herbiri parça parça yerlere serildi!
“Şimdi onlardan hiç geri kalan görüyor musun?” (Hâkka: 8)
Âd kavmi sanki başka memleketlerde helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarından hiç bir iz ve işaret kalmadı. Geride sadece taş toprak yığınları, yıkık meskenleri, kırık dökük sütunları, yüzükoyun devrilmiş putları kaldı.
“Firavun, ondan öncekiler ve altüst olmuş şehirlerde oturanlar da hep günah işlediler.” (Hâkka: 9)
Sonunda da belâlarını buldular!
“Böylece Rabb’lerinin peygamberlerine isyan ettiler.” (Hâkka: 10)
Kendilerine gönderilen peygamberlerine itaat etmedikleri gibi, muhalefette bulunmaktan bir an bile uzak kalmadılar.
“O da onları şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakalayıverdi.” (Hâkka: 10)
Çünkü onlar Hakk ve hakikate isyan etmekle en büyük suçu işlemişlerdi. Cezalarını da böylece görmüş oldular.
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış kâfir kavimlerin hazin âkıbetlerini hülâsa olarak açıkladıktan sonra inananları kurtardığını beyan ederek, yaşamakta olan müminlere büyük bir ümit ve güven vermektedir:
“Su iyice kabarıp taştığı vakit, şüphesiz ki yüzüp giden gemide sizi biz taşıdık.” (Hâkka: 11)
Gemileri taşımak üzere Allah-u Teâlâ’nın denizi insanların emrine vermiş olması da O’nun yaratıcı kudretinin, ilâhî azametinin bir delilidir, ayrıca bir ibret numunesidir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Onların zürriyetlerini (soylarını) dopdolu bir gemide taşımış olmamız da onlar için büyük bir ibrettir.” (Yâsin: 41)
Allah-u Teâlâ’nın Nuh Aleyhisselâm ile birlikte ona inananları kurtardığı ve Âdem Aleyhisselâm’ın soyundan bu inanmış olanlardan başka kimsenin yeryüzünde kalmadığı Nuh Aleyhisselâm’ın gemisi de bu gemilerin ilkidir.
Allah-u Teâlâ bu gemide Âdem Aleyhisselâm’ın zürriyetini yani Nuh Aleyhisselâm ile ashâbını taşımıştır. Âdem Aleyhisselâm’ın onların dışındaki bütün nesli helâk olmuştur. Nitekim kıyamete kadar bütün insanlık bu nesilden gelmektedir. Şu anda yeryüzünde bulunan insanların esası gemide babalarının sulbünde mevcut olduğu için Allah-u Teâlâ: “Zürriyetlerini gemide taşıdık.” buyuruyor.
Allah-u Teâlâ atalarını kurtarmış olmasına rağmen, onların sulplerinden gelen nesillerin birçoğu şükretmesini bilmemişler, ders almamışlardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın diye.” (Hâkka: 12)
Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır. Öyle kimseler de vardır ki dinler, dinlediklerini aklında tutar, gönlüne sindirir. Ondan ders ve ibret alır, istikamet üzerinde bulunur.
Dünyada gelip geçen her hadisede birçok hikmetler olduğu gibi, bu hadiselerde, sonra gelen nesiller için birçok dersler ve ibretler vardır.
Şu halde Hakk’a gönül veren bir müslümanın bu ibretli hadiselerden ders alarak nefsini tezkiye, ruhunu tâlim ve terbiye etmeye çalışması, yolunu ve yönünü doğrultması lâzımdır.