Resulullah Aleyhisselâm’ın âlemlere rahmet olarak geldiği milâdi altıncı asırda, dünyanın üzerini kara bulutlar kaplamıştı. İnsanlık âlemi; zulüm, istibdat, cehalet ve sefalet içinde inliyordu.
Cehâlet karanlığı, ilim ve faziletin aydınlığını alabildiğince bastırmıştı. İnsanlar ne okuma yazma ile ilgileniyorlar, ne de başkalarından bir şey öğrenmeye gayret ediyorlardı. Okuma yazma bilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdı.
Şirk ve putperestlik almış yürümüştü. Dinsiz milletler; taştan ve ağaçtan, altın ve gümüşten veya diğer maddelerden yaptıkları, çeşitli yüz ve vücut hatlarına sahip heykellere tapıyorlardı. Her tip ve her boyda putlar vardı. Mekke putperestliğin merkezi haline gelmişti. Kâbe’nin içinde üçyüzaltmış kadar put vardı.
Ayrıca Taif’de Lât, Nahle vâdisinde Uzzâ, Mekke ile Medine arasında Kudeyt mevkiinde Menât putları vardı. Kâbe’nin içindeki putlardan en önemlisi ise Hübel’di.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Üçüncüleri olan diğer Menât’ı?” (Necm: 19-20)
Bunların hepsi de kuvvetten kudretten mahrum şeylerdir. Aklı kıt kişilere şeytanın süslü gösterdiği, onlar vasıtası ile peşine taktığı güçsüz varlıklardır.
“Onlar ne tapanlara ne de kendilerine hiçbir şekilde yardım edemezler.” (A’râf: 192)
Bu bir yana, kendilerine yönelik tehlikelerden kendilerini kurtaracak durumda bile değildirler. Birisi o putları kırmak veya pislik bulaştırmak istese, kendilerini aslâ savunamazlar.
“Doğrusu Allah’ı bırakıp da taptığınız şeyler sizin gibi kullardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler!” (A’râf: 194)
Cevap veremeyecekleri apaçık ortada iken, nasıl oluyor da onlara tapınıp duruyorsunuz?
“Onların yürüyecekleri ayakları mı var? Tutacakları elleri mi var? Görecekleri gözleri mi var? İşitecekleri kulakları mı var?
De ki: Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun ve bana göz bile açtırmayın!” (A’râf: 195)
Elinizden geleni arkaya bırakmayın, bir an bile mühlet vermeyin. Hiç şüphesiz ki benim yardımcım, koruyucum ve kurtarıcım Allah’tır.
“Sizin O’nu bırakıp da taptıklarınız ise, size yardım edemedikleri gibi, kendilerine de yardım edemezler.” (A’râf: 197)
Buna da muktedir değillerdir. Ne sizi kurtarabilirler, ne de kendilerini. Halâ bunu anlayamayacak mısınız?
Hıristiyanlık dini bozulmuş, tek Allah’a inandıklarını söyleyen hıristiyanlar; tanrının bir de oğlu olduğunu, üçüncü tanrının da Ruhül-kuds olduğunu iddiâ ediyorlardı. Yahudiler ise Allah’a insanî sıfatlar yakıştırıyorlar, icabında insan kılığına girdiğini, Üzeyir adında bir oğlu olduğunu söylüyorlardı. Ayrıca ateşe tapan Mecusîler, yıldızlara tapan Sâbiiler de vardı. Kısacası tek Allah’a inanmanın dışında, ne kadar çok inanç ve ibadet şekli varsa, hepsi o çağın insanlarında mevcuttu.
Sosyal durum ise yürekler acısı idi. Arabistan halkı çok çeşitli kabilelere ayrılmış bulunuyordu. Bir hükümdara baş eğip itaat ederek toplu bir millet haline gelememişler, esaslı bir devlet kuramamışlardı. Devlet anlayışı kabile gelenekleri arasında kaybolup gitmişti. Durumlarını düzeltecek, geleceklerini emniyet altına alacak kanunları da yoktu. Kabileler arasında kan dâvâları yüzünden iç harplerin ardı arkası kesilmek bilmezdi. Birbirleri ile uğraşmaktan başka işleri yoktu.
Nesilleri tüketip bitiren kan dâvâları itiyat halinde idi. Savaşlarda, baskınlarda esir edilen insanların diri diri yakıldığı olurdu. Hasımlar birbirini ele geçirdikleri takdirde kafa taslarını kadeh gibi kullanarak içki içeceklerine yemin ederlerdi. İnsanları işkence ile öldürmekten zevk alınırdı.
Mülk birkaç zengin arasında dağıtılmıştı. Halkın geri kalan kısmı, hiçbir şeye sahip olmamaları yüzünden sefalet içinde kıvranıp duruyorlardı. Açlıktan hurma çekirdeklerini yerlerdi. Hayvan leşlerini bile yemek mecburiyetinde kalırlardı.
Kim daha güçlüyse başkasının hakkına tecavüz eder, malına ve mülküne konardı.
Evliliğin sınırı yoktu, bir kişi on veya daha fazla nikâh yapabilirdi. Üvey anne ile evlenmekten çekinmezlerdi. Bunun yanında boşanma ise çok yaygındı. Fahişeliğin her çeşidi almış yürümüştü.
Kadın erkeğin malı durumunda idi. Önce babasının, evlendikten sonra kocasının, kocası ölünce de oğlunun esiri idi. Ölen bir adamın kadınları, vârisler arasında hayvanlar gibi taksim olunurdu.
Çıplaklık ayıp sayılmıyordu. Ulu orta çıplak dolaşırlar, açıkta çıplak yıkanırlar, kadın-erkek Kâbe’yi çıplak tavaf ederlerdi.
Kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vahşet gösteren ve bundan acı bile duymayan âileler vardı. Kimisi başkalarına gelin gitmesinler diye, harplerde esir düşüp câriye olmasınlar diye, âileye yük olmasınlar diye öldürür; kimisi de çocuklarını putlara kurban ederdi.
Ölenin mirasından kadın ve çocuklara pay verilmezdi. Ayrıca âilede en güçlü kişi, ölenin bütün mirasına el koyardı.
Yalnız Araplar değil, insanlık âlemi maddî mânevî ıstıraplar içinde idi. Arabistan’ın iki büyük komşusu olan Bizans ve İran, korkunç bir uçuruma doğru sürükleniyordu. Hülâsa olarak bu devirde ne tarafa bakılsa, cihanın her yeri herc-ü merç içinde idi. Islahı için ancak bir kurtarıcının zuhuru gerekiyordu. Bu hakiki mürşid, olsa olsa Allah-u Teâlâ tarafından vazifelendirilen bir peygamber olabilirdi ve geleceği dört gözle bekleniyordu.
Araplar, babaları İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine mirasçı olmuşlardı. Aradan uzun zaman geçmesiyle diğer milletler gibi onlar da yoldan çıktılar. Aralarına sızan bozguncular bâtıl fikirleri yaydılar. Babalarından miras kalan ilâhî prensiplerle bu bâtıl fikirleri birbirine karıştırdılar. Yavaş yavaş puta tapıcılığa alışan Araplar, tevhid nurundan ve haniflik yolundan uzaklaştılar. Câhiliye âdetleri aralarında yaygınlık kazandı.
Kendilerini Allah’ın yarattığını itiraf etmelerine rağmen, şuursuzca putlara tapıyorlardı.
“Andolsun ki onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, elbette: ‘Allah!’ derler. O halde nasıl çevriliyorlar?” (Zuhruf: 87)
Onlar bu halleri ile cehâletin ve beyinsizliğin en ileri seviyesinde bulunuyorlardı.
Şu kadar var ki sayıları az olmasına rağmen Haniflik yolu üzerine yürüyerek, Tevhid inancına sımsıkı bağlı insanlar da hayatlarını sürdürüyorlardı. Bu muvahhidler, museviliği ve hıristiyanlığı reddederek Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın dinini araştırırlar ve bu dini tekrar hayata geçirecek yeni bir peygamber gelmesini beklerlerdi. Ölümden sonra dirilmeyi, haşrı ve neşri tasdik ettikleri gibi, Araplar’ın putlara tapmalarından nefret ederlerdi. Fakat henüz bir peygamber gönderilmediği için içlerinden bazıları museviliğe, bazıları da hıristiyanlığa meylediyordu. Çünkü bu dinlerin bazı hususlarda İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine uygun tarafları vardı. Fakat onların bu dini fikirleri halk tarafından benimsenmedi.
Hanifler İslâm dini’nin müjdecileri durumunda idiler. İbrahim Aleyhisselâm’ın dinini ihyâ edecek bir Peygamber’in gönderilme zamanının yaklaşmış olduğunu insanlara tebliğ ederlerdi. Fakat aralarında bir grup teşkil etmiş değillerdi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvetinden önce Araplar’ın ve hususiyetle Kureyş’in ileri gelenleri; yahudilerin ve hıristiyanların, peygamberlerini yalanladıklarını, dinlerini tahrif ettiklerini ve bozuk ahlâklarını işittikçe şöyle diyorlardı:
“Allah yahudilere ve hıristiyanlara lânet etsin. Onlara peygamberler geldi de onlar yalanladılar. Eğer bize bir Peygamber gelseydi, vallahi biz o ümmetlerin her birinden daha doğru yolda olurduk.”
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, herhangi bir ümmetten daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleri ile yemin etmişlerdi.” (Fâtır: 42)
Nihayet son peygamberi Allah-u Teâlâ bütün insanlara elçi olarak gönderdi ve Kur’an-ı kerim’i indirerek onların ileri sürecekleri mazeretleri ortadan kaldırdı.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Bu Kitap: ‘Bizden önceki iki topluluğa kitap indirildi, bizim onların ne okuduğundan haberimiz yoktu.’ dememeniz veya: ‘Bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha doğru yolda olurduk.’ dememeniz için indirildi.” (En’âm: 156-157)
Arap müşrikleri kendilerinden önce yahudi ve hıristiyan topluluklarına kitap indirildiğini bilmekle beraber, bu kitaplardaki hükümlerden habersiz bulunuyorlardı. Bu durum onların müşriklikte ısrar etmeleri açısından bir özür olmamakla birlikte, okuyup yazmaları olmadığı için bu habersizlikte bir özür şüphesi bulunabilirdi. Fakat bütün beşeriyete rahmet ve bereket olarak indirilen Kur’an-ı kerim’in Arapça olması, bütün özürleri kaldırmıştır.
“Onlar: ‘Evvelkilere verildiği gibi bize de kitap verilseydi elbette Allah’ın ihlâslı kullarından olurduk.’ diyorlardı.” (Sâffât: 167-168-169)
Öyle bir kitaba sahip olmadıkları için cehalet içinde kaldıklarını iddia ediyorlardı. Fakat kendilerine kitap ve peygamber gelince onu inkâra kalkıştılar.
“Fakat onlara bir uyarıcı gelince, uzaklaşmalarından başka bir şeylerini artırmadı.” (Fâtır: 42)
O nurdan istifade ederek aydınlığa çıkmak istemediler.
“Böyleyken onu inkâr ettiler. Amma ileride bileceklerdir.” (Sâffât: 170)
Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini inkâr etmenin cezasını çekeceklerdir.