Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
MAKALE - Destanlaşan Zafer Çanakkale - Ömer Öngüt
Destanlaşan Zafer Çanakkale
MAKALE
Misafir Yazar
1 Mart 2004

 

Destanlaşan Zafer Çanakkale

 

Nurdan Gizlice


Çanakkale Savaşları ne bir masal, ne de sıradan bir toprak kavgasıdır. Herkesin kolayca hatırladığı, özellikle batılıların hiç unutamadığı bu şahlanış ve destan pek de unutulmaz ve kolay kolay anlatılamaz.

Bir yıldan fazla süren ve dünya savaş tarihinde farklı bir yeri olan bu muharebelerde itilâf devletleri Çanakkale’ye 410.000 İngiliz, 79.000 Fransız olmak üzere yarım milyona yakın asker göndermiş, sadece İngiliz kuvvetlerinin toplam kaybı 213.980 kişiyi bulmuştur. Çanakkale muharebelerine katılan Türk kuvvetleri (yaklaşık 700.000 kişi) genellikle kısım kısım kullanıldığından zayiatın belirlenmesi güçleşmiş ve çeşitli rakamlar ortaya atılmıştır. Bu rakamlar 190.000 ile 350.000 arasında değişmektedir. Türk askeri kendisinden her bakımından üstün olan düşman askerine azim ve iradesiyle karşı koymuş, iman kuvvete, et ve kemik çelik zırha, cesaret ve fedakârlık ateşe galip gelmiştir.

Nice analar selvi boylu fidanlarını dualarla, tekbirlerle uğurlayıp, “Haydi oğlum git, ya gazi ol ya şehit” deyip, elini kınalayarak, vatan için, bayrak için, din için, namus için kurban seçip düğüne gönderir gibi cenge göndermiştir.

Bu destanın kahramanlarından Hasan Ethem’in ailesine yazdığı mektubun bir bölümü, askerimizin nasıl bir imanla katıldığının bir göstergesidir:

“...O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu. Ey Allah’ım! Bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey bütün mevcudât onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namaz kıldık. Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım ‘Ey Allah’ım! Ey şu öten kuşun, şu meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halîk’ı! Sen bütün bunları Türkler’e verdin, yine Türkler’de bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdir eden ve seni ulu tanıyan Türkler’e mahsustur. Ey benim Rabb’im! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri, ism-i celâl’ini İngilizler’e ve Fransızlar’a tanıtmaktır. Bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin eyle. Düşmanlarını zaten kahrettin, bütün bütün mahveyle!’ diye dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes’ud, benim kadar mesrûr bir kimse tasavvur edilemezdi.”

Müslüman Türk askerinin iman ve azmine bir misal:

“Çanakkale Savaşı’nın devam ettiği günlerden birindeyiz. Akşama kadar devam eden muharebenin son safhasını heyecan içinde takip ederken, Mehmetçiklerin ‘Allah Allah’ nidaları ufku titretiyordu. Bir aralık yanımda bir ayak sesi duydum. Geriye dönünce Ali Çavuş ile karşılaştım. Sapsarı olmuş, yüzünde müthiş bir ızdırap okunuyordu. Daha ‘Neyin var?’ demeye kalmadan o her şeyi anlatmaya yetecek olan kolunu bana gösterdi. Dehşetle ürpermiştim. Sol kolu bileğinin 4 parmak kadar yukarısından aldığı bir isabetle, hemen hemen tamamen kopacak hâle gelmişti, eli yere düşmekten ancak zayıf bir deri parçası alıkoymakta idi. Ali Çavuş dişlerini sıkarak ızdırabını yenmeye çalışıyordu. Sağ elindeki çakıyı bana uzatarak ‘Şunu kesiver kumandanım’ dedi. Bu tüyler ürpertici vazifeyi yaparken, bir şey söylemiş olmak için ‘Üzülme Ali Çavuş, Allah vücuduna sağlık versin’ diye mırıldandım. O yere düşen eline, elsiz kalan koluna ve bir oluktan boşanır gibi akan kanlara kıymet bile vermiyordu. Gözlerini duman ve ateş içindeki yurt ufuklarına doğru çevirerek ‘Feda olsun, memleket sağ olsun...’ diye mırıldandı. Ali Çavuş yalnız elini değil, çok geçmeden hayatını da bu memleket uğruna, bu mukaddes ülkeyi korumak yolunda feda etti. Gözlerini hayata yumarken de, aynı kelimeleri tekrarlamış ‘Memleket sağ olsun... Allah imandan ayırmasın... Canım feda olsun’ demişti.”

İngiliz Üsteğmen Casey’in bir hatırası, Türk askerinin cesaretinin, merhamet ve insan sevgisinin onlar tarafından da idrak edildiğinin bir ispatıdır:

“25 Nisan 1915 günü Conk Bayırı’nda Türkler ve Birleşik Kuvvetler arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8-10 metre mesafe var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlere çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta, ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz Yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırıyor ve ağlıyor, ‘Kurtarın!’ diye yalvarıyordu. Ancak hiçbir siperden kimse çıkıp yardım edemiyor, çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada Türk siperlerinden beyaz bir çamaşır sallandı. Arkasından arslan yapılı bir Türk askeri silahsız siperden çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyordu, ona bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor, siperdekiler kendisine nişan almış bekliyorlardı. Asker İngiliz Subayı’nı okşar gibi yerden aldı, kucakladı, kolunu omzuna attı ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaklaşınca yaralıyı usulca yere bırakıp, geldiği gibi kendi siperine döndü. Teşekkür bile edemedik.”

Onlar madde, makam, mevki ve nam uğruna yaşamadıkları, Allah rızâsını amaç edindikleri için Allah-u Teâlâ’nın desteğini de devamlı beraberlerinde buluyorlardı.

“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi mağlup edecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O’ndan başka size yardım edecek kimdir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler.” (Âl-i imran: 160)

28 Ağustos’ta Anafartalar’dan, son darbe için hazırlanan ve taarruza geçen İngiliz Kraliyet Alayı’nın, bir bulutun üzerlerine inmesiyle yok olması ibrete şâyândır ve olay raporlara şöyle geçmiştir:

“28 Ağustos sabahı güneş doğduğunda hava son derece açıktı ve görünürde tek bir bulut yoktu. Ancak 60. tepe üzerinde ekmek biçiminde altı ya da sekiz adet bulut asılı duruyordu. Saatte 7-8 km. bir hızla güneyden esen rüzgâra karşı bu bulutlar konumlarını hiç değiştirmediler. Bulut grubunun tam altına rastlayan yerde arazi üzerinde aynı biçimde olan, sabit duran, yaklaşık 250 m. uzunluğunda, 60 m. yükseklik ve genişliğinde bir bulut bulunuyordu. Bu bulut tamamen yoğundu ve katı madde yapısında görünüyordu.

Daha sonra, birkaç yüz kişiden oluştuğunu sandığımız İngiliz alayı First Forth Nolfolk’un bu çökmüş yol ya da dere boyunca 60’ncı tepeye doğru ilerlediğini farkettik. Buradaki birliklere takviyeye gidiyor gibiydiler. Söz konusu buluta ulaştıklarında hiçbir çekince görmeksizin doğrudan doğruya bulutun içinde yürüdüler. Sonunda 60’ncı tepe üzerinde yayılarak savaşmak üzere hiç kimse ortaya çıkmadı. Bir saat sonra son askerin de bulutun içine girmesinle beraber aynı bulut ya da sis yavaşça yükselmeye başladı ve diğer bulutların yanına katıldıktan itibaren 45 dakika içinde gözden kayboldular.” (Yeni Zelanda Keşif Birlikleri, 1. Sahra Bölüğü, 3. Takımı’ndan üç Anzak askerinin raporu)

İngilizler bu alayın kayıp ya da yok olduğunu Türkiye’ye bildirmiş, geri verilmesini istemiş, Türkiye’de bu alayı ne esir aldığını, ne temas ettiğini, ne de böyle bir alaydan haberi olduğunu bildirmiştir. (Bir İngiliz alayı 800 ilâ 4000 asker arasında değişir.)

Eceabat’ta ölümünden 400 sene sonra Kaşıkçı Dede’nin binlerce Türk Askeri’ne su dağıtması, Sebdülbahir çıkartmasında Ezineli Yahya ve 67 gönüllünün üzerine, saatte atılan 4650 merminin hiçbirisinin üzerlerine isabet etmemesi ve bütün gün yapılan çıkartmada 6000 kişiyle mücadeleleri, Mehmet oğlu Seyyid’in 276 kg. ağırlığındaki mermiyi tek başına taşıması ve benzeri binlerce olay Hazret-i Allah’ın yardımı ile desteklediklerinin birer göstergesidir.

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Onlar diridirler. Rabb’leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın kendilerine verdiği ihsanlardan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarında henüz katılmayan kimselere de hiç korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar Allah’tan olan nimet ve keremin; Allah’ın müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.”(Âl-i imran: 169-171)

Nice şehit olan Mehmetçik, bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmiştir. Nitekim Korku Deresi ve Cesaret Tepesi’nde şehit olan nice Mehmetçiğin cesetlerinin bulunduğu bölgede daha sonra yapılan kazılarda, toprağın dahi onları çürütmediği gözlemlenmiştir.

O bölgede yaşayanlar ve yolu oradan geçenlerin veya askerliklerini o bölgede yapan askerlerimizin şahit oldukları, şehitlerimizin harikulâde hâlleri, onların bu mertebeyi kazandıklarını bize anlatmaktadır.

Çanakkale’nin Kırtepe Köyü’nde askerlik yapan bir askerimiz o zamanın kıyafetleri içinde, tüfekli teçhizatlı bir manga askenin geçişlerine şahit olur. Daha sonra köylülerin de bu olaydan haberdar olduğunu, bu bir manga Türk askerinin Fransızlar tarafından şehit edildiğini, fakat her akşam güneş battıktan sonra görevini yerine getirir gibi yolu karşıdan karşıya geçip ormanın içinde kaybolduklarını öğrenir.

Allah-u Teâlâ müslüman Türk askerine, dine ve vatana duydukları aşk neticesinde hem asırlar boyunca anılacak bir destan bahşetmiş, hem de ebedi olarak kurtuluşa erenlerin arasına dahil etmiştir. Şefaatlerine nail olmak ümidiyle...

“Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Selâhaddîn’i,

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...

Ey şehit oğlu şehit isteme benden makber
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber”

(Merhum M. Akif Ersoy)