Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
GÜNDEM - Bir Müslüman “Ulusalcı” Olabilir mi? - Ömer Öngüt
Bir Müslüman “Ulusalcı” Olabilir mi?
GÜNDEM
Uğur Kara
1 Şubat 2004

 

Bir Müslüman “Ulusalcı” Olabilir mi?:

 

Bu soruyu kullanmaktaki kastımız ülkemizde yaşanan tartışmaların teorik boyutuna dikkat çekmek içindir. Zira her kesime ve herkese göre tanımı, kapsama alanı değişen “Ulusalcılık” gibi yeni bir kavram etrafında düşünce ve analiz ameliyelerini hapsetme hatasına düşmemek gerek. Üstelik Türkiye’de kavramlar sembolleştirilmekte ve bu semboller etrafında düşmanlıklar icat edilmektedir. Kısır bir tartışmanın içerisine girmek yerine zihinlerde dolaşan sorulara cevaplar vermeye ve bugüne kadarki yazılarımızda ortaya koyduğumuz siyasi duruşun teorik temellerini ortaya koymaya, böylece ülkemizde yaşanan fikir kaosuna ve yanlış kanaatlere bir ışık tutmaya gayret edeceğiz.

Bu soru ve sorunla ilgili tartışmalar bir boyutu ile siyasî arenada da devam etmekte, “hain” ithamlarına kadar varan polemiklere konu olabilmektedir. Bu sebeple İslâm dininin siyasete bakışı hakkında bazı temel noktaları ortaya koyarak ve güncel iç ve dış politik konulara bu açıdan yaklaşarak belirli bir sonuca varmaya ve inancına göre görüşünü şekillendirmeye çalışan insanımıza yol göstermeye çalışacağız.

Kısaca buradaki konumuz “İslâm dininin siyasete, devlete ve pratikteki politik meselelerimize bakışı”dır.

 

“İslâm ve Siyaset” Dünya ve Türkiye Gündeminde:

Şöyle bir baktığımızda yeni yüzyılın siyasi çalkantılarının İslâm dini ve İslâm dünyası etrafında döndüğü görülecektir. Amerika’nın İslâm dünyasındaki işgallerine paralel olarak müslüman dünyasına örnek -kendi çıkarları açısından zararsız- bir İslâmî siyaset arayışı, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde yaşanan medeniyet ve kültür tartışmaları, ülkemizde hükümet eden Ak Parti’nin kendini tanımlama gayretleri akla gelen ilk örneklerdir.

Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi geçmiş zamanlarda yaşanan siyasî çekişmelerden farklı olarak bugün yaşanan hadiselerin aynı zamanda bir inanç -fikir, felsefe- boyutu da bulunmaktadır. Nitekim günümüz hegemon devletlerinin iktidarında bulunan kısır görüşlü yöneticilerin yanlış icraatlarının, inanç ve felsefelerinden kaynaklanması, içinde bulunduğumuz kaos ortamını daha tehlikeli hale getirdiği gibi cevabını bulmaya çalıştığımız sorunun önemini gösteren bir başka vakıadır.

Türkiye bütün dünyayı etkisi altına alan bu kaostan ve girdaptan kurtulabilmek için siyaseten ve fikren serin ve selamet bir yol bulmak zorundadır. Bu sebeple; İslâm’ı yaşamaya gayret edenler dinî kaygılarını yanlış kanallara akıtmaktan kaçınmak zorunda olduğu gibi, bugüne kadar İslâm’ı referans almamış kesimler de İslâm’a karşı doğru kanaatler geliştirmek zorundadır. Tamamına yakını müslüman olan bir ülkede müslümanlık etrafında bir çatışma ve kaos ortamına sürüklenirsek küresel işgalcilerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir iş yapmamış oluruz.

 

“İslâm” Türkiye’de Buluşma Noktası Olmalıdır:

Batı medeniyetinin bütün kirli çamaşırlarının ortaya döküldüğü, insanlığın huzur ve mutluluğu yakalayabileceği gerçek bir medeniyeti aradığı, materyalist kalıntıların birer birer döküldüğü, bütün dünyada genel olarak dine, özel olarak İslâm’a yönelen ilginin arttığı bir ortamda Türkiye’de İslâm’ın bir buluşma noktası değil de çatışma noktası haline getirilmesine fırsat verilmemelidir.

Ortadoğu işgali sürecinde ABD’ye, AB ve Kıbrıs sürecinde AB’ne yönelen haklı tepkilere ortak olmak yerine içeride yaşanan sıkıntıları aşmak için Batı’ya yönelmek İslâm adına yapılan en büyük hatalardan birisidir. Türkiye’nin AB’ne üyelik macerasında yaşadığı aşağılanma süreci; hilafetin kaldırılması, İsrail’in tanınması, Cezayir’e karşı Fransa’nın desteklenmesi durumlarında olduğu gibi bütün İslâm dünyasında derin teessürler uyandırmaktadır. Tek bir örnek olarak ünlü bir şarkıcı iken müslüman olan Yusuf İslâm’ın şu cümlesini dikkat nazarlarınıza arzediyoruz:

“Şimdi Türkiye Avrupa Topluluğu'na girmek için çabalıyor. Bu ne kadar onur kırıcı bir şey... Oysa Türkiye bir zamanlar dünyanın hükümdarlığı koltuğunda oturan bir ülkeydi.” (Can Dündar, Milliyet, 16 Ocak 2004)

İran ve Rusya’ya yaklaşmanın, Suriye ile ilişkileri iyileştirmenin bir devlet politikası olarak bütün kurumlarca desteklendiği bir ortamda İslâm dini hakkında bir devlet politikası oluşturulamaması, daha açık anlatımıyla dine karşı önyargıların kırılamamasında bu hatalı yaklaşımların da payı vardır.

28 Şubat sürecinin sıkıntılarını yaşayarak bugünlere gelen ve çeşitli yasak ve aşağılanmalarla yüz yüze kalan müslümanların bu sıkıntılarının kaynağında iki unsur vardır. Birincisi müslümanlığa karşı önyargı ile yaklaşan materyalist zihniyete sahip güçlü azınlık ise ikincisi müslümanları yanlış yönlendiren bölücü zihniyetli sahte din önderleridir. Okul açabilmek için ABD ajanlığına kadar her şeyi yapan, hoşgörü adı altında misyonerliği emperyalist niyetleri için alet olarak kullanan Batı ülkelerine kapı açanlar; iktidar olabilmek için bütün tükürdüklerini yalayanlar, İslâm’ı ideolojik muhalefete indirgeyenler ve buna mümasil bu fitne önderleri müslümanların kafasını karıştırmıştır. Birçokları bunlara tabi olmadığı halde önde göründükleri için bu sahte önderlerin fitnesinin tesirinde kalmıştır. Bugün AB sürecinde AKP’nin gayretkeş hareketinin temelinde de bu kafa karışıklığı bulunmaktadır.

"AKP Genel Başkan Danışmanı" etiketi taşıyan "Muhafazakar Demokrasi" adlı kitabın yazarı Dr. Yalçın Akdoğan’ın 2003 Şubat ayında Bilim ve Düşünce Dergisi’nde kaleme aldığı yazısından bazı cümleleri okuyalım:

"Türkiye’de son dönemde yaşanan 28 Şubat sürecinin etkisi İslamcılığı değişime zorlamıştır. Bu değişimde İslamcılar açısından değişim aracı olarak kullanılan olaylardan birisi AB süreci olmuştur. Türkiye’de değişimin demokratikleşmeye, demokratikleşmenin de AB sürecindeki uyum çalışmalarına bağlanması ve İslamcıları sistemin dışına itmeye çalışan çevrelerin de statükoyu oluşturması AB üzerinden değişim arayışlarına kapı açmıştır. Dış baskılarla ancak değişimin olabileceği anlayışı toplumsal iradenin ne kadar çaresiz kaldığının da bir göstergesidir. İslamcılık Batılılaşmaya hem bir tepki, hem bir alternatif olarak ortaya çıkarken, Yeni İslamcılık AB sürecinin katkısıyla sistem içinde tutunabilme mücadelesi vermektedir. Bunun yerine daha millici, içe kapanmacı ve AB üzerinden değişimi olumlu görmeyen İslamcılar da kendilerini tehdit olarak gören statükocu çevrelerle aynı noktaya düşme paradoksu yaşamaktadırlar."

Doğruları müdafaa etmek bir paradoks değildir. Yanlış yöntemle doğru şeyleri müdafaa edemezsiniz. Rahat yaşamak için İslâm’ı feda edemezsiniz. Daha zor da olsa doğru şeyler doğru yöntemlerle müdafaa edilmelidir. Bugün Fransa okullarında başörtüsünü yasakladı. Alman Hıristiyan demokratlar Türkiye’nin müslümanlığından yola çıkarak siyaset yapıyor. Yarın daha büyük şeylerin olmayacağına dair garantiniz var mı? Hıristiyan Batı’ya sığınmanın geçerli bir izahı olabilir mi?

 

AB Sadece Siyasi Bir Mesele Değildir:

Avrupa Birliği projesine sadece siyasi olarak yaklaşmak mümkün müdür? İşin dînî boyutu var mıdır?

Dünyada birçok siyasi ve ekonomik kuruluşlar, paktlar, organizasyonlar bulunmaktadır. AB hariç bütün uluslararası kuruluşlar ülkelerin siyasî karakterleri ve yapıları üzerinde kalıcı değişiklik öngörmemektedir. AB projesi derininde Roma İmparatorluğu ve hıristiyan birliği gibi idealler barındırmakta ve üye ülkelerden siyasî, hukukî, ekonomik yapılarını değiştirmelerini talep etmektedir. Avrupalılar kendi geliştirdikleri ve sömürgeci geleneklerine hizmet aracı olarak kullandıkları “İnsan Hakları”, “Demokrasi” gibi kavramların sahibi olarak, AB projesinin temelindeki gerçek zihniyeti, -kültürel ve dînî yaklaşımlarını- gizlemek zorunda kalmaktadır. Buna rağmen birçok Avrupalı siyasinin ve kanaat önderinin açıklamalarında bu temel zihniyet açıkça dillendirilmiştir. Ortaya çıkan yeni konjenktüre bağlı olarak Avrupa’nın Türkiye’ye güvenlik boyutlu ihtiyacı olmamış olsaydı Türkiye daha sert bir dışlanma ile karşılaşacaktı.

İslâm dini siyaset ve devlet yönetimi hakkında idarecilere bazı temel vazifeler yüklemiş, ayrıntıya girmemiş hatta siyasî konjenktüre göre değişik uygulamalara imkân tanımıştır. Ancak Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği süreci bahsettiğimiz serbest sahaya giren bir konu değil, bizzat İslâm’ın temel prensiplerine aykırı bir durumdur. Bu sebeple AB üyeliği sadece siyasî bir süreç değildir.

Bu noktada İslâm’ın siyaset ve devlete bakışına ve din ile siyaset arasındaki ayrım noktasına dair tesbitlerimizi aktaralım:

 

İslâm’da Devlet ve Siyaset:

Âyet-i kerime’ler ve Hadis-i şerif’ler incelendiğinde görülecektir ki, İslâm dini kendisine muhatap olarak insanı almaktadır.

İslam her insandan olduğu gibi idarecilerden de iyi icraat, ahlak ve adalet beklemektedir. İslâm’ın muhatabı sistem değil, insandır. Her idareci elindeki imkânlar nisbetinde Hazret-i Allah’a ve tebası altındakilere hizmet ve adalet götürmekle vazifelidir. Aslında her insan yeri veya konumu ne olursa olsun Hazret-i Allah’a vereceği hesabın derdi ile dertlenmek, icraatlarını buna göre ayarlamakla mükelleftir. “Her çoban sürüsünden mesuldür.” Hadis-i şerif’inde de ifadesini bulduğu gibi aile reisinden devlet başkanına kadar herkes sorumluluğu altındakilerin selameti için gayret etmek, adaletle mukabelede bulunmak zorundadır. İslâm dininde bir babanın evlatları arasında bile adaletle iş görmesi emrolunmuştur.

Manevî dünyası olgunlaşmış, hak ve adalet duyguları gelişmiş, içine Allah korkusu yerleşmiş bir kimse ile dünyanın geçici nimetleri peşinde koşan, kötü sıfat ve huylarını terbiye edememiş bir kimse arasındaki farkı teslim etmemek elbette mümkün değildir. En mükemmel bir sistemi kurmuş olsanız, hırsıza ve haine teslim ettiğiniz takdirde bozulması, işlemez hale gelmesi işten bile değildir.

Bu sebeplerle daha önceki makalelerimizde de önemle vurguladığımız gibi, “Tasavvuf” İslâm’ın özüdür, İslâm’ı yaşama ve yaşatma yoludur. Tasavvuf önderlerinin iş ve icraatları bize en güzel nümunedir.

Bugün “İslâm devleti kuracağız” diye yaptıkları “terör”e cihad ismini verenlerin içine düştükleri hatanın en büyük sebebi kendi iç dünyalarındaki cihadı kaybetmiş olmaları, hatta böyle bir cihaddan haberleri dahi olmamasıdır. Resulullah Aleyhisselâm’ın bir seferden dönüşlerinde “Küçük cihaddan büyük cihada döndüklerini” vurgulaması bu konudaki delilimizdir. Bugün cihad diye ortaya çıkanların ekserisi nefislerinin ve şeytanın işgali altındadır. Eğer bunların eline fırsat geçmiş olsa yapacakları ilk iş müslümanları katletmek, kendinden olmayanların mallarını ve namuslarını helal saymak olacaktır. (Vehhabiler bu terörü Mekke’de, Medine’de ve bütün Arabistan’da yıllarca uygulamışlardır.)

Daha somut bir örnekle belirtmek gerekirse İran kendisine İslâm devleti ismini vermiştir ancak şii itikad ve inancını yaymaya çalışmaktadır. Bunun gibi Suud-i Arabistan da bayrağına “Kelime-i tevhid”i yerleştirmiştir ancak Vehhabi inanç ve itikadını yaymaya çalışmaktadır. Bunlar gibi ülkemizde çeşitli isim altında dinde ve vatanda bölücülük yapanların eline fırsat geçerse benzer bir durum yaşanacaktır. “Hizbülvahşetçi”si olsun, “Süleymancı”sı olsun buna mümasil hepsi böyledir. Ancak Hazret-i Allah bunların hiçbirine fırsat vermiyor çok şükür.

Bugün “İslâm’ı siyasallaştırma”ya gayret eden, “Radikal İslâm” gibi isimlerle isimlendirilen, İslâm’ı; iktidarı ve dünya malını paylaşım aracı haline getirmeye çalışan bir zihniyet hem dinimize hem de müslümanlara büyük zarar vermektedir. Sosyalist geçmişininin de tesiriyle İslâm’ı beşerî bir ideoloji gibi yorumlamaya çalışan Seyyid Kutup ve onu takip eden Mevdudi gibi benzer yazarlar bugünkü ortamın oluşmasında amil olmuşlardır.

 

Yönetim Sistemleri:

Bilindiği gibi saltanat, krallık, demokrasi... gibi yönetim biçimleri bulunmaktadır.

Resulullah Aleyhisselâm’ın uyguladığı biat alma ile halifelik kurumu dışında İslâm’ın getirdiği bir yönetim sistemi yoktur. Bu, insanların ve toplumun gelişmesine paralel olarak değişmesi gayet mümkün bir sahadır. Nitekim Resulullah Aleyhisselâm kendisinden sonra hilafet (iktidar) makamına kimin geçeceği, nasıl bir sistemle seçileceği konusunda bir vasiyette bulunmamıştır. İlk halife Ebu Bekir -r.a- bir tür seçimle iş başına geldiği gibi, Ebu Bekir -r.a- Efendimiz ise bizzat Hazret-i Ömer -r.a- Efendimiz’i kendisinden sonra halife tayin etmiştir. Hazret-i Ömer -r.a- Efendimiz ise altı kişinin ismini vererek bunlardan birisinin kendi aralarından bir halife seçmelerini vasiyet etmiştir.

Binaenaleyh Hülefa-i Raşidin devri örnek alınmak istendiğinde belirli bir sistemin varlığından söz etmek zordur. Ancak saltanat sisteminin uygulanmadığı rahatça söylenebilir. (Saltanattan başka bir yönetim şeklinin akla dahi gelmediği bir asırda İslâmiyet’in gelmesiyle yaşanan bu gelişme Peygamber Efendimiz’in -sav- ayrı bir mucizesidir.) Ayrıca saltanat çok makbül bir yönetim şekli de değildir. Bu tür bir yönetim şeklinin en büyük sakıncası nâehil kimselerin başa geçmesini engelleyecek bir yapının kurulmasının mümkün olmamasıdır. Türkler hariç tutulursa saltanata dayalı tarihteki devletlerin çoğu halkı memnun edememiştir. Zira ehil olmayan birçokları başa geçmiş, kimisi de zulümle icraat yapmıştır. Buna rağmen İslâm dini 300 yıl boyunca çok büyük bir inkişaf yaşamış, İslâm toprakları çok büyümüş, Türkler İslâmiyet’le tanışmış, hemen bütün ilim dalları zirveye taşınmıştır.

Tarihi bilgileri uzatmak mümkündür. Özellikle kendi tarihimiz incelendiğinde görülecektir ki, liyakatli ve adaletli hükümdarlar, padişahlar hiçbir devlette olmadığı kadar çok iktidarda olmuşlar, devlet bir kurum olarak işleyen çok büyük bir çark haline gelmiş, tarihin gördüğü en büyük süper devletlerden birisi inşa edilmiştir. (Bunun en büyük sebebi iktidarıyla halkıyla insanların tasavvuftan beslenmeleri, insan olarak manevî dünyalarını geliştirmek ve yaşatmak için devamlı bir gayret içerisinde olmalarıdır.)

Özetle söylemek gerekirse mükemmel olmayan bir sistemle mükemmel bir devlet yönetimi inşa edilmiştir. Bunun sebebi “insan” unsurudur.

Halkın kendi kendini yönetmesi diye bize yutturulmaya çalışılan demokrasi ismi verilmiş bugünkü sistem de saltanat gibidir. Yani iyi veya kötü olması tamamen “insan” unsuruna bağlıdır. “Medya”nın doğru bilgi verdiği, çarpıtma ve yalan haber yapmadığı, sermaye sahiplerinin maddi imkanlarını iktidar ve toplum üzerinde nüfuz aracı olarak kullanmadığı, dış güçlerin içeriye nüfuz etmeye çalışmadığı, bütün vatandaşların devleti yaşatmaya çalıştığı, halkın gerçek temsilcilerini seçebildiği bir ülke bulunabilirse bize mükemmel diye takdim edilen bu sistemin işlemesi de mümkün olacaktır. En basitinden önümüzde yapılacak yerel seçimlerde siyasi parti yönetimlerinin uygun gördüğü birkaç aday arasından seçim yapmak zorunda kalacağız. Geçtiğimiz yıllarda parti yönetimlerinin hırsızlardan oluştuğu, bunun tabii bir neticesi olarak parti adaylarının da hırsızlardan oluştuğu bir seçim sisteminde halk kendi eliyle hırsızları iktidara taşımak zorunda kalmıştır.

Uzun sözün kısası bugün için uygulanan seçim sisteminde dahi iyi bir iktidarın ve liyakatlı kimselerin seçilebilmesi tamamen “insan” unsuruna bağlıdır. Zira bu sistemde halk gerek ülke yöneticilerinin gerek parti yöneticilerinin ve hatta medyanın insafına bırakılmış durumdadır. Avrupa ülkelerinde de durum bundan farklı değildir. (Özellikle ABD’de güçlü bir yahudi azınlık ülkenin gerçek sahibi durumundadır.) Bu ülkelerin başında bugün Türkiye gibi ülkelere müdahale etmeye çalışan kendileri gibi illetler bulunmuş olsa çok daha büyük sıkıntılar yaşamaları işten bile değildir.

 

Din ve Siyaset Ayrımı”na Dîni Kaynaklardan Örnekler:

Din ve siyaset tamamen ayrı kavramlar olduğu gibi ayrı kurallar etrafında icra edilir. Elbette her müslüman gibi yönetici konumunda olan müslümanlar da gerek dini gerekse müslümanları yüceltmek ve yükseltmekle mükelleftir. Kimisi vazifesini yapar, kimisi eksik yapar, kimisi ise münafıktır, haindir, aleyhte çalışır.

Fakat bu siyaset ve dinin ayrı sahalar olduğu gerçeğini değiştirmez.

Siyaset doğası gereği yerine ve zamanına göre farklı uygulamalara sahne olabilir. Ancak dinde bu mümkün değildir, dinden taviz vermek ise asla söz konusu değildir.

Resulullah Aleyhisselâm’ın amcası Ebu Tâlib Hâşim oğulları’nın reisi ve Kureyş’in önde gelenlerindendi. Müşrikler yeğenini himaye etmemesi için kendisini tehdit ettiler. Bunun üzerine Ebu Tâlib adam gönderip Resulullah Aleyhisselâm’ı yanına getirtti ve durumu anlattı. “Bana altından kalkamayacağım yük yükleme. Hem bana hem kendine acı, kavminin hoşuna gitmeyen şeyler söyleme!” dedi.

Resulullah Aleyhisselâm bu sözleri dinledikten sonra amcasına şöyle söyledi:

“Vallahi ey amca! Onlar sağ elime güneşi, sol elime ay’ı koysalar ben yine bu dâvetten vazgeçmem!”

Müşrikler bir defasında da bizzat Resulullah Aleyhisselâm’a şu teklifte bulundular:

“Maksadın mal ve mülk ise, seni Mekke’nin en zengini yapalım. Başkan olmak istiyorsan başkan seçelim. Kadın istiyorsan, seni Kureyş’in en asil ve en güzel kadınları ile evlendirelim. Eğer cinlerin şerrine kapılmışsan seni tedâvi ettirelim. Yeter ki bu dâvândan vazgeç!”

Resulullah Aleyhisselâm her defasında kendilerini kesin bir dille geri çevirdi. Başka bir defasında da: “İster misin bir yıl biz sana uyalım, sen de bir yıl süreyle bizim dinimize tâbi ol. Böylece aramızdaki ihtilâf ortadan kalmış olur.” dediler.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Kâfirûn sûre-i şerif’ini indirdi:

“Resul’üm! De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam, benim taptığıma da siz tapmazsınız. Ben de sizin taptığınıza aslâ tapacak değilim, benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”

Dinde durum böyle iken siyaset (devlet yönetimi); yerine ve zamanına göre değişik kurallar uygulanmasını, yeri geldiği zaman tavizler verilerek sulh yapılmasını zorunlu kılabilir. Mesela terörün esip kavurduğu bir devirde, sıkıyönetim (istibdat) uygulamazsanız, çok daha büyük zararlar doğabilir. Bunun gibi ortaya çıkan bir meselenin hallinde güçlü bir devlet iken uygulanacak yöntemle, zayıf bir devlet iken uygulanacak yöntem farklı olabilir.

Bedir savaşında esir alınan müşrikler hakkında Resulullah Aleyhisselâm istişare yaptı. İstişarede Hazret-i Ebu bekir -radiyalluh anh- Efendimiz fidye karşılığı serbest bırakılmaları, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz ise öldürülmeleri yönünde fikir beyan etmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm birinci fikri kabul etti. Ancak Âyet-i kerime nazil olunca bu kararın yanlış olduğu anlaşılmış oldu:

“Hiçbir peygambere yeryüzünde ağır basıp düşmanı yere sermeden esir almak yaraşmaz.” (Enfâl: 67)

Bu Âyet-i kerime’de görüldüğü gibi siyaseten uygulancak yöntemler farklı olabilir. Uygulanacak yöntem devletin durumuna ve gücüne göre değişiklikler arzedebilir.

Siyaseten verilen taviz ve anlaşmaya bir delil olarak da Hudeybiye Anlaşması’nı gösterebiliriz. Hicretin altıncı yılında Resulullah Aleyhisselâm 1400 kişi kadar olan müslümanlarla Kâbe’yi ziyaret etmek üzere Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Ancak Mekke’liler ile harp etme ihtimali ortaya çıktı. Bunun üzerine ashabından savaşarak ölmek üzere biat aldı. Ancak manevî işaretler üzerine Kureyşliler ile Hudeybiye Anlaşması’nı imzaladı. Bu anlaşma bazı ağır şartlar içeriyordu. Bunlardan en ağırı müslüman olup da Medine’ye sığınan Mekkelilerin iade edilmesini şart koşan madde idi. Hatta anlaşma esnasında kaçıp kendilerine sığınan bir müslüman iade edildi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayanamadı, Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna çıktı: “Sen Allah’ın peygamberi değil misin, dinimiz hak değil mi? Bu alçaklığı neden kabul ediyoruz?” diye söylendi. Antlaşmanın bütün şartları görünüşte müslümanların aleyhinde gibi idi. Fakat Resulullah Aleyhisselâm çeşitli sebepler yüzünden harbetmek istemiyordu. Nitekim daha sonraki yıllarda bu anlaşmanın birçok hikmetleri ortaya çıkmıştır.

 

Anlatılanlar Işığında Kıbrıs Meselesine Bir Bakış:

Bedir savaşında olduğu gibi hiç tavizsiz hareket edilmesi mi daha uygundur yoksa Hudeybiye anlaşmasında olduğu gibi bazı tavizler verilmeli midir?

Zor bir soru ve zor bir cevabı var. Şu bir gerçek ki, Avrupa ile uzun vadede iyi ilişkiler geliştirmek, aradaki gerilimleri çözmek Türkiye’nin menfaatinedir. Avrupa için de bu böyledir. Ancak ille de AB’ne gireceğiz gayretleri hem Türkiye’yi hem de Avrupa’yı germektedir. Türkiye Avrupa ile bir sulh yapmaya ne kadar muhtaçsa Avrupa da Türkiye ile bir sulh yapmaya o kadar muhtaçtır. Toprak tavizi gibi bazı konularda Türkiye’nin vereceği olumlu yanıta Avrupa da Türkiye’nin güvenlik kaygılarını giderecek bir cevap vermelidir. Bu mevzu Avrupa ile iyi müzakere edilirse bir anlaşmaya varmak mümkün olabilir.

 

Osmanlı ve Türkiye:

Bazı yanlış icraatların temelinde de her konuda Osmanlı’yı referans alma gayretleri bulunmaktadır. Elbette Osmanlı’dan alacağımız referanslar var. Ancak elmalarla armutları karıştırmamak, her hadiseye dikkatli yaklaşmak gerekiyor. Kimisi yeni devleti tümüyle reddetmek istiyor, kimisi Osmanlı’yı tümüyle reddetmek istiyor. Osmanlı’yı reddetmek isteyen atasını inkâr eden nesepsiz hükmüne düşerken, Türkiye’yi reddetmek isteyen vatan haini hükmüne düşüyor. Osmanlı’nın yıkılış sebepleri arasında bulunan bazı hususların kör bir bakışla bugün de uygulanmaya çalışılması nasıl yanlışsa yeni devleti yaşatmak için Osmanlı’ya ait her hatırayı yok eden bir zihniyeti hala sürdürmeye çalışmak da aynı şekilde bir hatadır. Bugün terör dolayısı ile OHAL uygulaması yapılması makul görülürken bundan yüzyıl önce Sultan Abdülhamit’in ülkeyi yaşatmak için uyguladığı istibdat kıyasıya eleştirilmektedir.

Yine Lozan anlaşması ile elde edilen kazanımların küçümsenmesi hatalıdır. Lozan konferansı mali konular yüzünden sekteye uğramış, genç cumhuriyet mali bağımsızlığını kopartmakta muvaffak olmuştur. O zaman kazanılanlar bugün IMF marifetiyle tekrar kaybedilmiştir.

Bir kesim yapılan doğruları tesbit etmekte zorlanırken diğer kesim bütün yapılanları bir dogma gibi doğru kabul etmeye, ettirmeye çalışmaktadır. 20. yy. başında bütün dünyayı tesiri altına alan materyalist felsefeler Cumhuriyetin de kurucusu olan Osmanlı Türk aydınını etkilemişti. Açıkça dile getirilmese bile din lüzumsuz olarak görülüyordu. Hilafetin kaldırılmasında siyasî gerekçeler kadar bu fikirler de etkili olmuştur. Unutulmamalıdır ki her insan hata yapabilir. Yeni devlet kurulurken doğru icraatlar yanında hatalı icraatlar da yapılmıştır. Din ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.

Bize düşen geçmişi deşip düşman kamplara ayrılmak yerine devlet binasındaki hatalı yerleri düzeltmektir.

Bir müslüman vatanına, devletine, milletine, bayrağına seve seve sahip çıkar, yeri gelince kanını feda eder. Ancak aynı müslümandan 20. yy.da kalan materyalist zihniyetlere de sahip çıkmasını beklemek mümkün değildir.

Bugün Çin komünizmin temel felsefesini, devlet kaynaklarını eşit paylaşım ilkesini terketti. Japon kominist partisi aynı yolu izledi, imparatorluk sistemine olan muhalefetini kaldırdı.

Artık başımızı iki elimizin arasına koyup düşünmemiz gerekiyor. Bugün Osmanlı bütün dünyada hatta yıllarca Osmanlı’yı düşman bellemiş Batı Avrupa’da bile hayırla yad edilirken, Türkiye’nin Sovyet Rusya’ya benzer imaja sahip olmasının sebebi nedir?

Bunun sebebi Türk halkına rağmen Türk halkına yapılan dayatmalardır.

 

Ulus Devlete Sahip Çıkmak:

Yukarıdaki izahlarımızda da değindiğimiz gibi devletin şeklinden, isminden ziyade mühim olan insandır. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Halk İslâm’ı yaşamıyor, İslâm’ı yaşatma iddiasında olanlar her türlü haramı işliyor. Bir eli yağda bir eli balda. Biraz sıkışınca küffara sığınıyor. Sonra da gelip bu İslâm beldesini zayıf düşürmek için elinden geleni arkasına koymuyor. Böyle müslümanlık olmaz. Bunların imanı yok, İslâm’ı aziz kılmak kaygısı yok. Kendi kurduğu dini, kendisini yaşatmak için uğraşıyor.

Her şeye rağmen Türkiye İslâm dünyasının Dünya denizindeki en büyük gemisidir. Ay-yıldızın dalgalandığı en büyük direk bu gemidedir. Bu gemi batarsa İslâm dünyası tamamen sahipsiz kalır.

Bu ülkeyi sevmek, yaşatmak ve güçlendirmek boynumuzun borcu, imanımızın bir gereğidir.

Bir müslüman “ulusalcı” tanımlaması ile sınırlandırılamaz, ancak müslümanlık millî hassasiyetlerin sahiplenilmesi önünde bir engel de değildir. (Meselâ Türkiye’nin temel unsuru olan Türk milletinden ve İslâm dininden gerek ırken gerek mezheben ayrı olanların kendilerini dış güçlere yakın hissetmesi devlet yönetiminde inanç yanında milliyetin de referans olarak kullanılmasını zorunlu kılmaktadır.)

Ülkemizin bağımsız bir karaktere sahip olmasını istemek en önce müslümana yakışan bir duygudur.


  Önceki Sonraki