İstanbul'da iki sinagogun önünde eşzamanlı olarak patlayan bombalar tüm dünyada yankı buldu, Türkiye'nin gündemini sert bir şekilde değiştirdi. “Saldırılar Türkiye’ye karşı mı, yoksa yahudiler mi hedef alınmıştı?” diye tartışılırken 20 Kasım’da ikinci ikiz bombalar patladı. Bu sefer İngiliz kaynaklı hedefler seçilmişti. Ancak her iki ikiz saldırıda da ölenlerin çoğunlukla Türk olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu saldırıların Türkiye’ye karşı, Türkiye’nin istikrar ve menfaatlerine karşı yapıldığını rahatça söyleyebiliriz.
Organizatörler ikili bombalamalarla 11 Eylül saldırılarının ikiz kulelerin yıkılmasıyla simgeleşmesini çağrıştırmak istiyor gibiydi. Nitekim ilk ikiz bombalama eyleminden sonra 11 Eylül'de ikiz kulelerin yıkılması ile arasında benzerlikler kuruldu. Bir kısım Türk(!) medyası ancak ABD medyasında görülebilecek tarz yorumlarla olayı yansıtmaya, "İslami Terör" spotu altında Hollywood’un 10-15 yıldır oluşturmaya çalıştığı "Terörist müslümanlar" yaftasını zihinlere kazımaya çalıştı.
Her şeyden önce çok büyük olaylarla karşı karşıya olduğumuzu bilmek lazım.
İrdelenmesi ve açıklığa kavuşturulması gereken konuları iki başlık altında toplayabiliriz:
Birincisi "Bu olayların arkasında gerçekte kim var?" sorusunun aydınlatılabilmesidir. Bu "El-kaide" denilen örgüt bütün dünyada istediği ülkede istediği hedefe dünyanın en maharetli istihbarat örgütlerini atlatarak eylem yapabilecek güce sahip midir? Yoksa bilinen belli başlı ülkelerin istihbarat teşkilatları Hizbulvahşet benzeri kendi icat ettikleri örgütler vasıtasıyla gizli amaçları için böyle kanlı yöntemler kullanmakta mıdır?
İkincisi; İslam dünyasında ve müslümanlar arasında kök salmış inkâr edilemeyecek bir fitnenin -büyük bir fitnenin- varlığının teslim edilmesi ve bu fitnenin zararlarından müslümanları ve ülkemizi korumanın yollarının ortaya konulmasıdır.
Bu tür olaylarda failler tesbit edilse dahi bu failleri yönlendiren odağı tam anlamıyla teşhis etmek zordur. Zira genellikle bir veya birkaç ülkenin istihbarat teşkilatına uzanırsınız ancak bu ülkeleri yargılamanıza imkan verecek sağlam delillere veya resmi görevlilere genelde ulaşamazsınız. (Son günlerde televizyonlarda yayınlanan bazı dizilerde bu konuların kurgulanması halkın da işlerin nasıl döndüğünü anlamasına epey katkı sağladı.)
Yenişafak gazetesi birinci eylemin arkasında Mısır kökenli “Tekfir ve’l hicre” isimli bir örgütün çıktığını, bu örgütün ise CIA ve MOSSAD’ın taşeronluğunu yapmakla meşhur olduğunu açıkça yazdı. Star gazetesi de bu haberi şu şekilde takdim etti:
“Ankara'da zirveleri karıştıran bu istihbarat, İstanbul'da sinagogları vuran terör eylemlerini El Kaide'nin değil, içinde iki devletin gizli güçlerinin bulunduğu bir başka örgütün işi olduğu bilgisini içeriyor. ...bu bilgiye göre, uluslararası bazı güçler, Türkiye'den taleplerini dile getirmek ve perde arkasından bunları gerçekleştirmek için baskı unsuru yaratmak istiyor.
Devletin en tepesine ulaştırılan ve büyük önem taşıyan bu istihbarat, Ankara zirvelerinde bağımsız olarak ele alındı, kısa süreli telefon görüşmeleriyle istihbari bilgi üzerinde görüş alışverişi gerçekleştirildi. Konu hakkında güvenlik ve istihbarat birimlerinin elde ettiği bilgilerin, Cuma günü yapılacak Milli Güvenlik Kurulu toplantısında ayrıntılı olarak ele alınacağı belirtildi.”
Başbakan Tayyip Erdoğan Meclis grubunda yaptığı konuşmada çok sert ifadelerle şunları söyledi:
“Devletimize ya da hükümetimize terör yoluyla verilmek istenen mesaj varsa o mesajı elimin tersiyle ittiğimi ve ayaklarımın altına aldığımı tüm dünyaya haykırıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ve hükümetimize terör yoluyla verilecek hiçbir mesaj yoktur.
Bugün terörden medet uman örgüt, kurul ya da devletler yarın aynı bela ve musibetle kendileri karşılaşacaktır.”
Bu noktada akla bir soru geliyor: İsrail veya Amerika yahudilerin ölmesine yol açan bir eyleme yol verir mi?
İsrail devleti Ermenistan devletiyle bazı noktalarda benzerlikler göstermektedir. Ermenistan’da faşist militanlar devleti ele geçirmiştir. Kendi gayelerine aykırı hareket eden Ermeniler bile bunların hedefidir. Nitekim Ermenistan parlamentosunu basan Ermeni militanlar güpegündüz birçok hükümet üyesini öldürmüşlerdir. İsrail’de de faşist bir ideoloji hüküm sürmektedir: “Siyonizm”... Siyonizme hizmet etmeyen veya Şaron gibilerin politikalarına destek vermeyen yahudiler de siyonizmin tabii hedefleridir. Oslo barış sürecinin mimarlarından Rabin’in İsrail’de yine fanatik bir yahudi tarafından güpegündüz öldürülmesi bunun en bariz örneğidir. Üzeyir Garih cinayetinde de bazılarına göre böyle bir arka plan bulunmaktadır.
Ayrıca Şaron’un Türkiye’deki bombalama eylemi ardından yaptığı garip davet akıllara meşhur bir komplo teorisini getirmiştir. Bu teoriye göre 2. Dünya Savaşı’ndaki yahudi düşmanlığı siyonist bir komplodur. Buna göre İsrail’e göç etmekte nazlanan yahudiler göçe icbar edilmek istenmiştir. Şaron ise İtalya’ya yaptığı ziyaret sırasında şunları söylemişti:
“Yahudi karşıtlığına en iyi çözüm İsrail'e dönüştür. Çocuklarınızı İsrail'e gönderin İbranice öğrensinler. İsrail'e gelin. Dünyada Yahudi olarak huzur içinde yaşayacağınız tek yer İsrail.
Eğer İsrail güçsüz bir ülke haline gelseydi, dünyadaki yahudiler bugünkü yaşamlarını sürdüremezdi.”
Sinagogların önünde düzenlenen ilk bombalama eyleminde 11 Eylül’de ikiz kulelerde çalışan 3000 yahudinin işe gitmemesini hatırlatan bir ayrıntı vardı. Hürriyet’ten Sefa KAPLAN’ın 11 Kasım 2003 karihli haberi şöyle:
“Cemaatten bazıları zorunlu tatildeydi
Yahudi araştırmacı Rıfat Bali, cemaatin uzunca bir süredir tedirgin olduğunu belirterek, kimi isimlerin bir müddet yurtdışına ‘zorunlu tatil’e gittiğini söyledi.”
İslâm dünyasını içinden yıkmak için yaklaşık 300 yıl önce ilk faaliyete başlayan İngilizlerdi. Özellikle Osmanlı hedef seçilmiş, gerek devlet kademesine gerek dini kurumlara kendi elemanlarını yerleştirmekte uzmanlaşmışlardı. Kimsesizler yurdundan alınan zeki İngiliz çocukları İngiliz istihbaratı tarafından Osmanlı aileleri arasına yerleştirilir, bu ailelere teslim edilen çocukların her ay düzenli olarak İngilizlerle görüşmesini temin etmeleri karşılığında maaş ödenirdi. Bu şekilde yerleştirilen çocuklardan çok üst düzey görevlere gelenler olduğu söylenmektedir.
Sadece devlet kademesi değil İslam inanç ve itikat sahası da hedef seçilmiş, çeşitli dini gruplara nüfuz ederek sapık mezheplerin doğmasına katkı sağlamışlardı. Arabistan’daki Vehhabilik ve Hint-Pakistan müslümanları arasındaki Ahmedî’lik bunların en meşhurlarıdır. Osmanlı idaresini tekfirle suçlayan Vehhabi önderler Osmanlı ülkesinde terör ve katliam yapmışlar, İngiliz desteği sayesinde hiçbir devlet ve hükümet tecrübesi olmayan çöl bedevileri kral olmuşlardı. Bugün bütün İslam dünyasında etkisi hissedilen Vehhabi zihniyetin akrabası yapılanmaların temelinde bu alt yapı vardır. Bu konuda İngilizler kadar İsrail de epey ilerleme katetmiştir. Amerika bu iki ülkeden çok sonra gelir. Bugün bir kısım müslümanın çok büyük önder diye peşinden gittiği bazı fitne önderlerinin bizzat kendisi gizli ajandır, bazılarında da liderin etrafı ajanlarla çevrilidir. Bugün bu ülke ajanlarının; zannıyla hareket eden dini gruplardan içerisine sızmadığı örgüt yok gibidir. Bu sebeple bu tür grupların bütün dünyada organize ve uzun hazırlıklar gerektiren eylemleri uzun süre gizlemeleri hemen hemen imkansızdır. Türkiye’de olduğu gibi hayatını kutsal bir gaye için feda ettiğini zanneden eylemciler kendi ebedî hayatlarını mahvettikleri gibi aslında yabancı istihbarat örgütlerine hizmet ettiğini bilemeyecek kadar zavallı birer taşerondurlar.
Nasıl ki şeytanın iğva ve vesveselerine karşı Allah katında hiçbir mazeret ileri süremiyorsak, kaynağı dışarda diye bu zavallılara ve alet oldukları fitneye seyirci kalmamız da mümkün değildir.
11 Eylül 2001 tarihindeki saldırıdan sonra bu konularda uzun izahlar yapmıştık:
“Terörün Temelinde Kin ve Nefretin Putlaştırılması Vardır:
...kin ve düşmanlıkların kalbi istila etmesi de tehlikeli bir durumdur. Bir Hadis-i Kudsî’de Hazret-i Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Sizi idare edenlerin sahibi ve meliklerin melikiyim. Onların kalpleri benim kudret elimdedir.
Eğer kullar bana itaat ederlerse, ben de onları onlara rahmet kılarım, merhamet ve şefkatle muamele ederler. Yok eğer kullar bana isyan ederlerse, ben de onları onlara belâ ederim. Kalplerini kin ve gazapla onlara çeviririm. En kötü azap ile azap ederler.
Binaenaleyh sizi idare edenlere karşı sövmekle, beddua etmekle meşgul olmayınız. Fakat nefislerinizi beni zikretmekle, bana dua ve tazarru ile meşgul ediniz. Böylece ben de onların hakkından gelirim, sizi onların şerrinden korurum.” (Mişkât-ül Mesabih: 3721)
Hazret-i Allah’ın hükmü ortada iken müslüman kisvesi ile ortaya çıkan sahtekarlar, zannı ile hareket eden yol kesiciler müslümanların kalbini kin ve nefretle doldurmaya, böylece siyasi neticeler elde etmeye kalkıyorlar. Bugün yaşanan uluslararası fitnenin en büyük sebeplerinden birisi budur. Gözlerden kaçan bu ayrıntı önemli bir mihenk noktasıdır.
Bütün terör örgütlerinin inanç temelinde kin ve nefret vardır. Dinsiz örgütlerde dahi kin ve nefret sabah akşam tapılan bir put mesabesindedir. Düşman bellenen ülke ve devletler insan unsurundan soyutlanmış, kötülüğün simgesi “kavramsal birer inanç düsturu” haline dönüşmüşlerdir.
İnsanların ve devletlerin mücadele etmek zorunda oldukları düşmanları elbette vardır. Ancak düşmanlığın bir ideoloji, bir din haline dönüştürülmesi tamiri mümkün olmayan tahribatlara sebep olur. Böyle bir zihniyetin hakim olduğu devletler uluslararası arenada hareket kabiliyetlerini yitirirler.
...Ladin büyük ihtimalle ABD’deki saldırıların sorumlusu değildir. Ancak bu durum Ladin’in temize çıkması için yeterli değildir. Ladin ABD’deki saldırıların sorumlusu değilse bile söz ve davranışları sebebiyle ABD’nin İslâm ülkelerine yönelik saldırılarının sorumlularından birisidir.
Bu tip kimseler kafalarına göre savaş ilan ediyorlar. Bu yetkiyi kimden alıyorlar? Hangi devlet adına hareket ediyorlar? Bütün İslâm dünyasına zarar veren icraatlarının vebalini nasıl ödeyecekler?”(Hakikat, Ekim 2001)
“Son bir-birbuçuk asırdır maddî sahada büyük bir inkişaf gösteren Batı Medeniyeti kendi dinini İslâm dünyasında yaymaya muvaffak olamamış ve hatta kendi içerisinde kendi insanları İslâm’a yönelmeye başlamıştır. Bunun en büyük sebebi İslâm’ın maneviyat dünyasına hitap eden üstün bir din olmasıdır. İslâm’ın özünü oluşturan bu maneviyat dünyasını yaşatan ve yayan unsur ise tasavvuftur.
Bu hakikati Batılılar çok iyi bilmektedirler. Bu sebeple fikrî sahadaki taarruzlarını bu maneviyat dünyamıza karşı açmışlardır. Vehhabîlîğin bütün dünyaya yayılmasında, Resulullah Aleyhisselâm’ın manevi üstünlüğünü ve evliyaullahı inkar eden bir anlayışın İslâm dünyasında kök salmasında bu fikrî taarruzun ve emperyal devletlerin istihbarî gayretlerinin büyük katkısı vardır. Türk Basını tarafından desteklenen ...gibi temelde Vehhabi zihniyetle kardeş fikirlerin savunucuları bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Avrupalı müsteşrikler bu hakikatleri gayet iyi bilmektedirler. Fransa’daki Le Point dergisinin "İslamiyet" konusundaki soruları ve Rouen Üniversitesi Politika ve Din Uzmanı ünlü Fransız Profesör Jacques Rollet’in cevapları:
Le Point: ‘İslamiyet bir şiddet dini midir?’
Rollet: ‘Her şeyden önce bu sorunun cevabının kesinlikle ‘Hayır’ olduğunu belirteyim. İslamiyet şiddeti bünyesinde kesinlikle taşımaz. İslamiyet’te şiddete yer yoktur. Gerçekte İslamiyet kendi kanunları çerçevesinde (Kur’an-ı Kerim’e göre) Hıristiyan ve Yahudi dininde olanların haklarına bile devamlı saygı gösterir. Nitekim Tevbe Suresi’nde bu husus teyid edilmektedir’
...
Le Point: ‘Siyasal İslam, ne demektir?’
Rollet: ‘Hasan El-Benna 1920 yıllarında, Mısır’da Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı kurdu. Talebesi Seyyid Kutub tarafından İslamiyet ile siyaset bir araya getirilmeye çalışıldı. İşlediği fikirlerle İslam militanları oluşmasına zemin hazırladı. Hasan el Benna ve Seyyid Kutub, bu çalışmalarında 14. yüzyılda Suriye’de yaşayan İbn-i Teymiye’nin fikirlerini referans aldılar. Yörüngelerini buna göre çizdiler. Daha sonra İslamiyet’in genel çerçevesini aşan ‘radikal’ akımın babalarından birisi olarak kabul edilen Pakistanlı yazar ve siyaset adamı El-Mevdudi ise, Seyyid Kutub ve El-Benna’nın fikirlerini geliştirerek pratiğe yönlendirdi. Böylece, bugün İslam dünyasından olduğunu iddia eden Ladin ve grubu gibi radikal grupların ve terörizmin oluşmasına zemin hazırladı.’
Sebebi ve kaynağı her ne olursa olsun Üsame bin Ladin’in şahsında simgeleşen zihniyetin bütün İslâm dünyasını etkisi altına alan bir fitneye dönüştüğü görülmektedir. Arabistan’dan Orta Asya’ya, Pakistan’dan Mısır’a, Türkiye’den Endonezya’ya kadar bütün İslâm dünyasında bu zihniyet ve fikriyatın zararlı neticeleri ile karşılaşmaktayız. Vehhabilik, İslâm’ın Siyasallaştırılması, Sünnet-i seniyye’yi inkâr gibi farklı kelimelerle ifade edilen zihniyetlerin hemen hepsi ortak bir noktada birleşmektedir: ‘Resulullah Aleyhisselâm’ın üstünlük ve meziyetlerini, Maneviyat ehlini, tasavvufu inkâr.’
ABD, İngiltere gibi ülkeler İslâm dünyasına nasıl ve nereden kötülük yapacaklarını, nereyi kaşıyacaklarını, hangi sahtekârları destekleyeceklerini iyi biliyorlar. Fakat müslümanlar kötülüklerin nereden hangi zihniyetten geldiğini, geleceğini bilmiyor. Dolayısı ile bela ve musibetler eksik olmuyor.
Bu sebeple sahtelerin iyi etüd edilmesi İslâm’ın özünün iyi kavranması gerekiyor. ‘Hakikat’ bu gaye ile yıllardır milletimizi tenvir etmeye çalışıyor.” (Hakikat, Kasım 2001)
Birinci tezkerenin reddinden sonra Amerikan yönetimindeki Perle, Wolfowitz, Grossman gibi yahudi kökenli yöneticiler ve son olarak yeni Amerikan büyükelçisi Türkiye’ye üstü kapalı -bazen açık- tehditlerle beraber politik dayatmalarda bulundular. Bunlar Irak’ta işbirliği, Suriye ve İran’a karşı işbirliği, Kıbrıs, Ermenistan gibi konularda tavizdi. Buna bir de Türk askerini Afganistan’da kullanma talepleri eklendi. (Geçtiğimiz günlerde Afganistan’da NATO’nun en üst düzey sivil temsilcisi olarak atanan Hikmet Çetin’in adı bazı iddialara göre ABD ve İsrail’in Türkiye cumhurbaşkanlığı için hazırladığı isim olarak geçmektedir.)
Türkiye bu dayatmaları şimdiye kadar kabul etmedi. Kuzey Irak’taki İsrail faaliyetlerinden rahatsızlığını resmi yollardan açıkca dile getirdi. Kıbrıs’ta dayatmaları kabul etmedi. İran ve Suriye ile iyi ilişkilerine devam etti.
Türkiye ile ABD arasındaki makas artık iyice açılmaya başlamıştı. İkinci bombalama başbakanın teröre meydan okumasına adeta bir cevap gibiydi.
Türkiye zor da olsa bu duruşunu devam ettirmelidir.