Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ - Talâk Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (3) - Ömer Öngüt
Talâk Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (3)
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ
Dizi Yazı - Tefsir
1 Eylül 2003

 

Talâk Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (3)

Gönül Islahı

 

İsyan Cezasız Kalmaz:

Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerine muhalefet eden, Peygamber’ini yalanlayan, indirdiği ilâhî hükümlerden başka yollara giden sapıkları Âyet-i kerime’lerinde tehdit ediyor, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen çok şiddetli felâketleri haber veriyor ve müslümanları uyandırarak şöyle buyuruyor:

“Nice memleketler vardır ki, Rabb’lerinin ve peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmıştır.” (Talâk: 8)

Allah-u Teâlâ’nın dininden uzaklaşan ve peygamberleri reddeden kimselerin er veya geç ilâhî azaba uğramaları her zaman ve mekânda tekrarlanan şaşmaz bir kanundur.

“Biz de onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları şiddetli bir azaba uğratmışızdır.” (Talâk: 8)

Onların isyanları sebebiyle yaşadıkları memleketler harap olmuş; isyankârlar son derece şiddetli cezâlara çarptırılmışlar, emniyet, huzur ve güvenden mahrum olarak yaşamışlardır. Bununla iş bitmiş olmayacak, dünyadaki âcil azap yanlarına kâr kalmayacak; ölür ölmez kabir azabının ara vermeyen cefâsı ile karşılaşacaklar, ahirette de tepetakla cehenneme yuvarlanarak tasavvura sığmayan ve misli görülmemiş bir belâya uğrayacaklardır.

“Böylece onlar kendi yaptıklarının cezasını çektiler.” (Talâk: 9)

Pişmanlığın hiçbir fayda vermediği bir zamanda pişmanlık duydular.

“İşlerinin sonucu da tam bir hüsran oldu.” (Talâk: 9)

Ömür sermayesini iyiye ve güzele, ahireti kazanmaya sarfetmedikleri için boşa harcamışlar; ticaretleri de zarar etmiş, tam bir müflis durumunu düşmüşlerdir.

Dünyada iken canla-başla çalışıp fayda bekledikleri çalışmalarından fayda değil, büyük zarar görecekler.

“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır.” (Talâk: 10)

Onlar bu pek müthiş azaba müstehak olmuşlardır. Dünyada çarptırıldıkları musibetler, günahlarına kefaret olmaz, ahirette de can yakıcı azaplara uğrarlar. İşte Hakk’tan sapmanın, hakikatten uzaklaşmanın vebâli bu kadar ağırdır.

Allah-u Teâlâ isyanların cezasız kalmayacağını anlattıktan sonra, isyankârların başına gelen dünyevî ve uhrevî azapların, müminlerin de başına gelmemesi için onlara uyarıda bulunmaktadır:

“Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah’tan korkun!” (Talâk: 10)

Felâkete uğrayan geçmiş ümmetlerin âkıbetlerini düşünün, akıllarınızı kullanın, Allah yolundan ayrılmayın, O’nun suçüstü yakalamasından ve intikam almasından sakının. Aksi takdirde onlara isabet eden musibetler size de bu isabet eder.

 

Gönül Islâhı:

Allah-u Teâlâ müminlere uyarıda bulunduktan sonra, onlara olan büyük nimetini hatırlatıyor ve şöyle buyuruyor:

“Allah size bir zikir indirmiştir.” (Talâk: 10)

Bu indirilen zikir Muhammed Aleyhisselâm’dır. Onun şahsiyeti baştan başa bir zikirdir, bir uyarıdır. Onun gönderilmesiyle bu zikir gözle görülen mücessem bir şahıs hâle gelmiş, böylece o yüce Peygamber Kur’an-ı kerim’in canlı bir tercümanı olmuştur.

Nitekim Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:

“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dır.” buyurmuşlardır. (Müslim)

Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a indirilen gerçeklere iman edenlerin hâl ve ahvâllerini bizzat kendisinin düzelteceğini, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını, gönüllerini ıslâh edeceğini; ruh ile beden, madde ile mânâ, dünya ile ahiret arasında kopmaz bağlar kuracağını beyan buyurmaktadır:

“İman edip sâlih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size Allah’ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir.” (Talâk: 11)

Bütün kâinat cehâlet, dalâlet ve vahşet içinde yüzerken Allah-u Teâlâ, o an ve zamana göre hakikati indirmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından çıkmasına vesile olmuştur.

Kur’an-ı kerim’in indirilmesi ve Muhammed Aleyhisselâm’ın gönderilmesi ile, hak ve hakikate tâbi olanlar; zulmetten nura, şirk ve küfürden imana, bâtıldan hakka, gafletten uyanıklığa, cehâletten ilim ve irfana nâil olmuşlar, ebedî saâdete erişmişlerdir.

“Kim Allah’a iman eder ve sâlih amel işlerse, Allah onu altlarında ırmaklar akan cennetlere sokar.” (Talâk: 11)

Bir daha da oradan çıkarmaz.

“Orada ebedî kalırlar.” (Talâk: 11)

Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevazu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.

“Allah ona gerçekten güzel bir rızık vermiştir.” (Talâk: 11)

Allah-u Teâlâ’nın onlara verdiği rızık ne kadar güzel ve ne kadar boldur! Gözlerin bakmakla doyamayacağı, baktıkça lezzet alacağı, gizlenmiş öyle nimetler vardır ki, onları ancak Allah-u Teâlâ bilir.

 

Azâmet-i İlâhî Saltanat ve İktidarların Üstündedir:

Yaratan Allah-u Teâlâ olduğu gibi yaşatan da, donatan da O’dur. O yaratıyor, O yönetiyor. Mülk O’nundur, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O’nundur.

Arş-ı Rahman’dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam etmektedir.

Yerden göklere, göklerden Arş’a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O’nun hüküm ve idaresi altında, andan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.

O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.

Arş’ından arzına varıncaya kadar mahlûkatın bütün işlerini hikmet ve maslahatının gerektiği şekilde bizzat kendisi yönetir ve yönlendirir. Hiç kimse O’nun hiçbir tedbirine engel olamaz. Hükümranlığı kayıtsız şartsızdır ve devamlıdır.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah’tır.” (Talâk: 12)

Bu ise O’nun mülkünün genişliğini göstermektedir. Mülkünün genişliği karşısında bütün bu yeryüzü ve bir o kadarı çok basit kalır.

Birçok gök yaratıldığı gibi birçok da arz yaratılmıştır.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:

“Kim ki (başkasına âit) araziden bir karış toprağa tecavüz edip zulmederse, yedi kat arzdan bir halka onun boynuna geçirilir.” (Buhârî -Müslim)

Yer katları göklerin aksine birbirinden ayrı değildir, birbirlerininin üstünde yedi tabakadır.

O’nun bir İsm-i şerif’i de “Vâlî”dir. O öyle bir Vâlî-i âzam’dır ki, mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder. Azâmet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.

“Allah’ın fermanı bunların arasından iner ki, böylece Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talâk: 12)

Zerreden kürreye kadar her şey her şeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile...

Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yer de böyledir, gök de böyledir. Arşırahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. Allah-u Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün âlemleri çepeçevre çevirmiştir.

İşte bunun ispatı:

“Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)

Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından nereye baksan yalnız O’nu göreceksin.

Herkes O’nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki bütün mekânlar O’nda mekândır, O’nun mekânı yoktur.

İyi bil ki O’nu gören, O’ndan gören, bütün âlemlerin bir kabuk, bir perde, bir maskeden ibaret olduğunu görür ve bilir.

“Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhî oradadır.” (Bakara: 115)

Çünkü:

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nûr: 35)

O’ndan başka ne vücud var, ne de mevcud var. Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Amma kişiler “Lâ”da kaldılar, yeri göğü gördüler, orada kaldılar. O’nun nuru olduğunu göremediler ve bilemediler. Aslı O’dur, perdede başkası görülür. Mevcûdat O’nun nurundan birer nurdur.

Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Hem görüyor, hem biliyor. Amma başkaları hem görmüyor, hem bilmiyor.

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- Hazretleri Talâk sûre-i şerif’inin 12. Âyet-i kerime’si hakkında buyurur ki:

“Eğer bu Âyet-i kerime’nin size tefsirini yapacak olsam, beni mutlaka taş yağmuruna tutarsınız.”

Bu anlatılanlar sanmayın ki bilinmiyor. Allah-u Teâlâ fakire öyle bir üslup vermiş ki, İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri’nin buyurduğu mevzuları açıyoruz da kimse farkında değil. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri yerleştirdiğimiz için, o söylediğimiz söz kayboluyor. Kişi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’i görüyor, o mevzuyu unutuyor. Kişilerin anlayacağı şekilde açıldığı için şaşkınlık yapmıyor. Yoksa kapalı tuttuğumuz yerler çok azdır.

Kişiler bunu neden kavrayamıyorlar?

İlimleri ilmel-yakîn, akılları da akl-ı meaş olduğu için kavrayamıyorlar.

Bu Âyet-i kerime’nin tecelliyâtına nerede mazhar olunur?

Kişi Allah-u Teâlâ’nın içinde olduğunu gördüğü zaman,

Kendisinin bir maskeden, bir paçavradan ibaret olduğunu anladığı zaman,

Mükevvenâtı kendi nurundan yarattığını ve donattığını gördüğü zaman, bu Âyet-i kerime’nin sırrına ve tecelliyâtına mazhar olur.

Çünkü nurundan “Nur”unu yarattı, o “Nur” ile mükevvenâtı donattı. Bütün bu sır bunun içindedir. Hep nur... Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da nur.

Ancak bu tecelliyâta kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de bilir. Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.

O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kati surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyât verilmemiştir.

Eğer bu noktayı bir kavrayabilirseniz, göklerin ve yerin nur olduğunu gözünle göremeseniz de, inanmakla kurtulmuş olursunuz.


  Önceki Sonraki